Nizamettin MELİKOĞLU

Nizamettin MELİKOĞLU

Risale-i Nur Açısından Kur’ân’ın İ’câzı ve Tarihselliği

Risale-i Nur, Kur’ân-ı hakimdeki hakikatleri ispat üzerine bir tefsir konseptiyle hareket ettiği için, bu asırda mülhidler tarafından ortaya atılan Kur’ânın tarihselliği iddiasını, Kur’ân’ın hem mana hem de lafzındaki i’câzının bu asırda da görülüp gösterilebileceğini ispat ederek çürütmüştür.

Tarihselciler özetle iki iddiayı ileri sürmektedirler;

  1. Kur’ân Hz. Muhammed tarafından yazılmıştır.
  2. Kur’ân’daki hükümler veya i’câza ait özellikler bu dönemi bağlamamakta, sadece indiği dönemi kapsamaktadır.

Dolayısıyla Kur’ân-ı hakîmin i’câzî yönleri bu asrın insanına gösterilip Allah’ın kelâmının ezeliyeti ispat edildiği taktirde, onların bu tezi çökecekti. Onun için Risale-i Nur, Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi ile tam da bu hakikatleri ispat ederek bu asrın müslümanlarını tarihselcilik virüsünden muhafaza etmiştir.

Bediüzzaman hazretleri i’câz hakikatini Sekkâkî (ö. 626/1229) gibi belağat alimlerinin ‘İ’câz zevkidir. Tarif ve tabir edilmez’ tezine karşı, Abdülkahiri Cürcânî’nin (ö. 471/1078-79) ‘i’câzı tarif etmek mümkündür’ nazariyesiyle hareket ederek, Kur’ân’ın bu asrın insanlarına dahi, onun benzerini getirmede aciz bırakan i’câzını, tarif, ispat ve hissedilir hale getirmiştir.

Risale-i Nur’da Kur’ân’ın kelâm-ı ezelî ve mucize olduğu veya tarihsel olmadığı hakikati, iki temel faktör üzerinden geliştirilmiştir;

  1. İ’câzın tarifi, ispatı ve akılla bu asırda dahi hissedilmesinin sağlanması,
  2. İ’câzın en önemli yönü olan nazmındaki i’câz derecesindeki harikalığı müstakil bir eserle ortaya çıkararak, spesifik bir saha olması münasebetiyle bu eserin evvela medrese alimlerinin nazarına arz edilmesi.

Kur’ân’ın i’câzının tarif ve ispatı Mucizât-ı Kur’âniye Risalesi'nde kırka yaklaşan başlık üzerinden yapılmıştır. Bu kırk çeşit i’câz yönlerinden herbirinin, Kur’ân’ın etrafında onu koruyan çelik bir zırh hükmünde olduğu gösterilmiştir. Bu i’câz çeşitlerinden biri de tevafuk mucizesidir ki bu mucizenin bu asrın insanlarına arz ve takdimi, Bediüzzaman hazretlerine nasib olmuştur. Kur’ândaki bütün Allah ve Rabb kelimelerinin alt alta veya üst üste gelip tevafuklu bir resim oluşturmaları, sadece gözleriyle gördüğüne itimad eden bir insanın bile gördükten sonra, hayret secdesine gitmemesi mümkün olmadığı gibi, bu vaziyet Kur’ân’ın beşer kelamı olmadığını da katiyyetle ispat eder. İ’câza ait bu başlıkların herbirisi üzerinde, ciltler dolusu ayrı ayrı tezlerin yazılmasının mümkün olduğunu anlamak için, belağat allamelerinin telif etmiş oldukları eserlere bakmak kafi ve vafi olacaktır.

Risale-i Nur’da Kur’ân’ın i’câzını ispat sadedinde i’câz-ı ilmi konusu da ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Hem günümüz teknolojisine işaret eden ayetler, hem de astro-fizikle alakalı ayetler üzerinden Kur’ânın adeta bütün zamanların üzerinde olan konumu ispat edilerek, Kur’ân’ın bütün alemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmı olduğu, hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allah’ın fermanı olduğu, hem bütün semavat ve arzın halıkı namına bir hitab olduğu izhar edilmiştir. [1]

Ayrıca bu asırda bilim adamı ve dahilerin Kur’ân hakkındaki şehadetlerine de önem verilerek bir dizi bilimadamının şehadetleri İ’şârâtü’l-İ’câz adlı eserinin sonuna yerleştirilmiştir. Sözkonusu bilimadamlarından biri Profesör Maurice Bucaille’dır ki bu zata Mü’min suresindeki ilmi i’câzın önemli bir meselesini keşfetmek nasib olmuştur.

وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَا هَامَانُ ابْنِ ل۪ي صَرْحاً لَعَلّ۪ٓي اَبْلُغُ الْاَسْبَابَۙ Firavun dedi ki: "Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Mûsâ'nın ilâhını görürüm(!)’[2]

Dr. Maurice ayette geçen ‘Haman’ kelimesinin manasını araştırdığında Egyptolog Hermann Ranke’nin hazırlamış olduğu eski Mısır lügatında bu “Taş ocakları işçilerinin şefi” manasına geldiğini görünce, “Haman” kelimesinin içinden geçtiği ayete ne kadar münasip bir mana taşıdığını müşahede etmiştir.[3] Hz. Musa, Hz. Muhammed’den (asm) en az iki bin yıl önce yaşayıp mekanca da aralarındaki uzaklık gözönüne alındığında, sonra Romalıların Hristiyanlığı kabul ettikten sonra hiyeroglofi alfabesini yasaklamalarıyla bu yazıyı okuyabilen kimsenin ta 1799 tarihine kadar olmaması, Hz. Muhammed’in ‘Haman’ kelimesinin hiyeroglophideki karşılığını İlahi bir yardım olmadan kendi kendine bilmesinin mümkün olmadığı sonucunu ortaya çıkarmıştır.

İkinci nokta ile alakalı olarak Bediüzzaman hazretleri İşârâtü’l-İ’câz adlı eserini telif etmiştir. Bu eserinde ‘i'câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder ve en parlak i'câz Kur'ân'ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.’[4] diyerek Kur’ân’ın kelimeleri arasındaki münasabetin/syntax’ın/nazmın i’câz seviyesinde olduğu izhar etmiştir.

Nazımdaki i’câz nazariyesini ilk olarak tetkik eden zat Abdülkahiri Cürcânî’dir. Cürcâni Kur’ândaki i’câzın tarif edilebilirliğini, analizinin yapılabileceğini şu ifadelerle izah etmiştir;

‘Fesâhat, kelimelerin efradında ortaya çıkmaz. Ancak kelimelerin mahsûs bir tarik ile birbirlerine eklenmeleriyle zuhûr eder.‘ [5] Daha sonra bu manayı bir örnek vererek müşahhas hale getirmiştir;

‘Eğer Fesâhat sadece kelimelerin birbirlerine gelişigüzel eklenmeleriyle tahakkuk etseydi, o zaman sadece (ضحك) ‘güldü’’ kelimesinin ((خرج “çıktı’’ kelimesine eklenmesiyle fesâhatın meydana gelmesi gerekirdi.‘ [6] Yine başka bir yerde aynı manaya matuf olarak şu ifadeler not olarak düşülmüştür;

‘Lafızlar sırf lafız olmaları münasebetiyle veya müfred bir kelime olmaları münasebetiyle biribirlerine üstün gelmezler. Burada tefâdül/ üstünlük, ondan sonra gelen lafzın mânâsına olan uyumu itibariyledir. Buna şahidlik eden de bir kelime bir yere uyarken, aynı kelime başka bir yere uymayıp yabancılık çekiyor.‘ [7]

Bediüzzaman hazretleri “Zihnin cüz'iyeti sebebiyle, o mecmûun herbir cüz'ünde neticenin tamamını taharrî etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikati evham içinde setretmektir.“[8] ifadesiyle Cürcânî‘nin nazım nazariyesi sadedinde ifade ettiği hakikata destek vermiştir.

Bediüzzaman hazretleri yine bu konuyla bağlantılı olan, insanlar güçleri yetmediği için mi Kur’ân’a karşı muaraza edememişler, yoksa mutezile alimlerinin müdafaa ettikleri gibi,[9] insanların buna gücü aslında yetiyordu ancak Allah tarafından bu engellenmiştir, konusunda birinci görüşü tercih edip desteklemiştir.

Mekke’nin en önemli ediplerinden Velid ibni Mugîre’nin, İslam'ın ilk yıllarında inen surelerden birini dinlerken sarfetmiş olduğu şu sözler, Kur’ân’ın beşer kelâmı olamayacağı ve adeta onunla muarazaya insanın gücünün yetemeyeceğini itiraf eder niteliktedir: Vallahi sizin içinizde benden daha iyi şiiri, reczi, kasideyi ve cinlerin şiirlerini bilen kimse yoktur. Vallahi onun okudukları bunlardan hiçbirine benzemiyor. Onun öyle bir tatlılığı var ki, sanki kökü çok verimli toprakta, bol sulu bahçelerde, etrafa yükselen dalları olan gür salkımlı bir hurma ağacı gibidir. O üstün gelir ancak ona üstün gelinemez, çünkü altında kalanı ezip geçer.’[10]

Özet olarak Risale-i Nur, Kur’ân’ın tarihsel olmadığını, Kur’ân’ın hem mana hem de lafzındaki i’câz yönlerinin bu asırdaki insanlara dahi hitap edip etkileme kabiliyet ve kapasitesinin mevcudiyetini vuzuha kavuşturmuştur. Nazımdaki i’cazını göstermek maksadıyla kaleme alınan İşâratü’l-icâz adlı eserinde, kelimeler hatta harfler arasındaki münasebetin, bir caminin veya bir mimari eserin taşları arasındaki münasebet, düzen ve intizam gibi ince ve hassas olduğunu, belağat ilminden anlayanlara göstermiştir. Bir taşın yanlış bir yere yerleştirilmesiyle meydana gelecek olan telafisi mümkün olmayan bir düzensizlik gibi, bir kelimenin de olması gerektiği yerde olmaması durumunda, müziğin notalarındaki bozukluk gibi, belağat ve fesahatın o ince ahengi bozulacaktır. Kur’ân’ın akışındaki düzende en ufak bir açık, şimdiye kadar bütün belağat ve fesahat ehline, damarlarına dokundururcasına meydan okuduğu halde görülmediği gibi, ona karşı muaraza edilememesi de onun bütün zamanlara hitap etme kapasitesi olan semavi bir vahy-i ilahi olduğunu gösterir.

[1] Said Nursi, Sözler, s. 492.

[2] Mü’min, 40/36.

[3] Maurice, Bucaille, Moise et Pharaon, s. 229-231.

[4] Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, s. 30.

[5] Curcânî, Abdülkahir, Delâilu’l-İ’câz, s. 394

[6] Curcânî, Abdülkahir, Delâilu’l-İ’câz, s. 394.

[7] Curcânî, Abdülkahir, Delâilu’l-İ’câz, 46.

[8] Nursi, Muhakemat, s. 129.

[9] Sarfe mezhebinde olanlar, yani ikinci görüştekiler, kur’anın belağat ve fesahatini ikrar etmekle beraber bunun i’caz seviyesinde olduğunu kabul etmemektedirler. Onlara göre insan, kur’ana muaraza edebilir ancak bunu yapamaması Allah c.c. nun bunu engellemesindendir. Aksi taktirde o dönemin edib ve beliğleri bunun bir benzerini yapabilirlerdi.

[10] Hâkim, Müstedrek ala’s-Sahihayn, c. 2, s. 705.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
16 Yorum