Risale-i Nur ile tanışmam

Aydın Başar’ın yazısı

“Bir ülkeyi baştanbaşa fetheyledin ey Nur!
Nurun olacaktır bütün insanlığa düstur…”

Ali Ulvi Kurucu

Lise yıllarındaydım. Omuzlarımda sizlere anlatamayacağım türden bir yığın dert vardı. Onu bana lütfeden sabrını da lütfetmişti. Kırılgan ve iyi niyetli bir gençlik dönemi yaşıyordum. Birisi yanımdan geçerken selamımı almasa ya da biraz isteksiz alsa bunu saatlerce kendime dert edinirdim.

Bir ramazan akşamıydı… Ramazan olmasına rağmen bir buhran hali içerisindeydim. Alelacele abdestimi alıp evden çıktım. Teravih için Sivas Meydan Camii’ne doğru yürüdüm. Aslında Paşa Camii evimize daha yakındı fakat genellikle Ulu Camii’ne veya Meydan Camii’ne gitmeyi tercih ederdim.

Paşa Camii’ni geçtikten sonra arkamdan koro halinde “Aydın” diye bir ses duydum. Garip bir sesti. Caminin avlusunda top oynayan çocukların sesidir diye düşündüm. Dönüp baktığımda avluda kimseleri görmedim.

Bir işaret

Bunu bir işaret kabul ederek Meydan Camii’ne gitmekten vaz geçip Paşa Camii’ne yöneldim. Namaz sanki göz açıp yumuncaya kadar kılınmıştı. Namazdan sonra avizenin altında boynumu bükmüş otururken beyaz tenli, temiz yüzlü bir ağabey yanıma yaklaştı.

Selam verdikten sonra isminin Murat olduğunu, tıp fakültesinde okuduğunu ve bir öğrenci evinde kaldığını söyledi. Beni medrese dedikleri evlerine çay içmeye davet etti. Namaz öncesinde yaşadıklarımın bir sevk-i ilahi olduğunu düşünerek teklifini kabul ettim. (Not: Bu ev fetönün evi değil, samimi nurculara ait bir evdi.)

Kırmızı kitaplar

Eve gittiğimizde ilk olarak içerisinde çok sayıda kırmızı kaplı kitap bulunan bir salona girdik. Orada birkaç ağabeyle daha tanıştık. Lokum, çay ve portakal ikram edildi. Sonra içerisinde yine kırmızı kaplı kitaplar bulunan başka bir odaya geçtik.

Murat Ağabey bu kitapların Bediüzzaman Said Nursi’ye ait Risale-i Nur külliyatı olduğunu söyledi. Onların içinden “Sözler” adlı bir kitabı seçip gayet yumuşak bir üslupla okumaya başladı:

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır”

Allah’ım bu ne kadar güzel ve etkileyici sözlerdi. Başka kitaplarda okuduklarıma benzemiyorlardı. Kendisine has bir tılsımı vardı. Her cümlesi, her harfi adeta hedefi on ikiden vuran bir ok gibi kalbimin tam orta yerine isabet ediyordu. Kalpten söylenen sözler yine kalplere ulaşıyordu.

Bu sözler tabiri caizse bana ilaç gibi gelmişti. Hani bir hastalık yaşar da ardından vücudunuz bir ter atar da sonrasında rahatlarsınız ya… O hastalığı hiç yaşamamış gibi olursunuz. İşte öyle bir hal almıştım. Az önceki sıkıntılı halim gitmiş yerini bir rahatlamaya bırakmıştı.

Aslında bu dersi almazdan önce de çektiğim sıkıntıların bir imtihan olduğunu bilirdim. Hatta hücrelerime kadar bütün varlığımı iman ve Kur’an yoluna adamaya çocuk denilecek yaşta karar vermiştim. Fakat o an itibarı ile sarsıntılı bir gençlik çağı yaşıyordum ve bu benim için kolay olmuyordu.

Rahmet yağmuru

İşte böyle zor bir dönemde, “Nurlu Sözler” kurak toprağımı ıslatan bir rahmet yağmuru gibi yetişti. Müjdeler, sevinçler, bereketler getirdi. Bu sözlerle teselli bulup, imanın lezzetini yeniden tatmaya başladım.

Murat Ağabey okumaya devam ettikçe o ana kadar biriktirdiğim sorular da bir bir cevap buluyordu. O an kanaat getirdim ki bu sözler beni buhranlardan kurtardığı gibi asrın ve neslin buhranları için de bir şifa ve bir çare olacak…

Murat Ağabey’in okuduğu Birinci Söz’de bedevi Arap çöllerinde seyahat eden biri mütevazı diğeri mağrur iki yolcunun hikmetli hikâyesi anlatılıyordu. Bunlardan mütevazı olanı hadsiz düşmanlarla ve tehlikelerle dolu çölde bir reisin ismini alarak dolaşmış, her gittiği yerde şakilerin saldırısından emin olduğu gibi girdiği çadırlarda da o reisin namı ile hürmet görmüştü. Mağrur olanı ise bir reisin ismini almaya tenezzül etmediği için yolda zelil ve perişan olmuştu.

Murat Ağabey bu hikâyeyi, itibarlı bir kimsenin kartvizitiyle işlerini halleden adam örneği ile açıklıyor, aynen öyle de “bismillah” diyenin bütün işlerinin asan olacağını söylüyordu. Ve o kırmızı kitaptan okumaya devam ediyordu:

“İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.”

Üstad’ın da buyurduğu gibi bin bir endişe ve tasayla dolu şu dünya hayatında “Bismillah” deyip bu endişelerden sıyrılmak gerekirdi. Ne vakte kadar korkularla hayatımızı mahvedecektik. Bu sahrada yalnız olmadığımızı bilmeli ve O’nun yakınlığını her daim üzerimizde hissetmeliydik.

Dersin devamında Murat Ağabey ateşin Hazreti İbrahim aleyhis selam’ı yakmadığı gibi güneşin de tütün kâğıdı gibi ince yaprakları kurutmadığını, nazik köklü bitkilerin kaya gibi sert toprakları delerek kök saldığını, incir çekirdeğinde incir ağacının programının gizli olduğunu anlatan bölümleri de okuyup güzelce izah etti. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen bu ilk dersi hiçbir zaman unutmadım.

O gece eve dönerken Rabb’imizin büyüklüğünü ve sonsuz kudretini düşündüm. Böyle büyük bir Halık-ı Rahim nelere kadir değildi ki. Onun güç ve azametinin sınırı yoktu. Büyük küçük her şeyi sonsuz ilmiyle kuşatmıştı. İnsanı, evreni ve tüm mahlûkatı kusursuz yaratmıştı. Böyle yüce bir Rabb-i Rahim’e nasıl kulluk edilmezdi.

Bundan birkaç zaman sonra yan sınıftan bir arkadaş beni Çerkez’in Kahvesi’nin üst katındaki bir nur dershanesine götürdü. Bu seferkiler bir önceki tanıştıklarımdan farklıydı. Yeşil takke takıyorlardı ve onlara Yazıcılar deniliyordu. Onlar da nurun onlarca şubesinden biriydi.

Daha sonraki yıllarda nurcuların daha farklı kolları ile de tanıştım. Düzenli olarak devam ettiğim hiçbir nurcu grup olmadı. Çoğuna sadece bir defa ya da iki defa gitmek nasip oldu. Onlarla organik bir bağım olmamakla beraber nurcuları ve onları sevenleri hep sevdim. Fakat Nurculuk kisvesi ile bir takım emellere hizmet eden baz tipler de vardı ki onlara ise hiç bir zaman kanım ısınmadı.

Çağımızın eczası

İman hakikatlerini anlatan ve çağımız insanının sorularına cevaplar veren Risale-i Nurları ise her zaman çok faydalı buldum. Onlardan elimden geldiğince istifade etmeye çalıştım. Kanaatime göre bu eserlerin en önemli özelliklerinden birisi günümüz insanının hususiyetleri göze alınarak yazılmış olmasıydı.

Şöyle ki eskiden bir hoca veya bir âlim dini bir meseleyi anlattığı zaman umumiyetle insanlar onun sözlerine inanırlar ve onu öylece kabul ederlermiş. Günümüzde ise şüphecilik cereyanları yaygınlaştığı için insanlar her şeye hemen inanmıyorlar. Nedenini niçinini merak ediyorlar ve tahkiki bir açıklamaya gereksinim duyuyorlar. İşte Risale-i Nur bu tahkiki izahları yaparak dini meseleleri iki kere iki dört eder derecesinde ispat ediyor.

Risale-i Nur bu asra bakan bir Kur’an tefsiri olması hasebiyle yani suyun kaynağına işaret etmesi yönüyle bu yüz yılın derdine derman olan eczaları içinde bulunduruyor. Onun kıymeti klasik anlamda olmasa bile bir Kur’an tefsiri olmasından kaynaklanıyor. Çağımızın en büyük hastalığı olan imansızlık hastalığının reçetesini sunuyor. O bir taraftan şüpheleri bertaraf ederken diğer taraftan da “Bu çağda İslam nasıl yaşanır” sorusuna en güzel bir şekilde cevap veriyor.

Makam-ı Hızır

Risale-i Nur ölüm, haşir, kıyamet, ahiret, mizan, cennet, cehennem gibi konularda merakları gideren ve sadırlara şifa olan açıklamalar yapıyor. Bunun gibi insanların aklına takılan birçok konularda şüpheleri gideriyor. Mesela; “Hazreti Hızır aleyhis selam hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?” sorusuna Mektubat’ın başında şöyle cevap veriliyor:

“Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler. Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki çok kayıtlarla mukayyettir. İkinci tabaka-i hayat: Hazreti Hızır ve Hazreti İlyas aleyhimes selam’ın hayatlarıdır ki bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hatta makamat-ı velâyette bir makam vardır ki “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat Bazen o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.”

Sevgili okuyucu. Bu kısa yazıda Risale-i Nur ile nasıl tanıştığımı ve deryadan katre misali onun bazı özelliklerini anlatmaya çalıştım. Elbette ki bu anlattıklarım, bedeli karakollar, hapisler ve sürgünlerle ödenen bir kitap için oldukça az ve yetersizdir. Biz bu kadarını yazmakla kendi çapımızda bu eserlere dikkat çekmek ve insanları onu okumaya teşvik etmek istedik.

Eserleri ile iman hakikatlerini anlatan Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı ve mücadelesi ise en az eserleri kadar insanlığa yön vericidir. O bir âlim ve deha olmanın da ötesinde inançsızlık akımlarına karşı mücadele eden bir dava adamı ve bir “İman Kahramanı”dır.

İrfan Dünyamız

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum