Risale-i Nur ekseninde Telif Esere bir bakış

Bilim, sanat ve kültür alanında bir eser yazmak, ciddi bir doluluk yanında hummalı bir çaba ister. Nice eserler yazılmış bu zamana kadar; ama onların birçoğu ya telif edildikleri zamanı aşıp günümüze kadar gelememiş ya kütüphanelerin tozlu raflarına da girememiş ya telif edilmesiyle birlikte tamamen unutulmuş ya da günümüze kadar gelmiş olsa da zamanın ihtiyacına merhem olamamıştır; çok azı günümüz yazarlarının eserlerine ışık ve kaynak olabilmiştir.

Kitap ya da eserin değeri, çoğunluğun ihtiyacına cevap vermesiyle ve bir de telif edildiği günden sonraki zamanlara uzanmasıyla ölçülür. Çok okunan, elden ele dolaşan bir kitap elbette ruhların üzerinde tesirini icra etmiş demektir.

 Demek ki her telif eser aynı tesiri gösteremez; kitaptan kitaba fark var. Nedir kitabı okutan ve uzun ömürlü kılan sebep? Elbette işleyeceği konunun orijinalliği ile konunun ele alınış biçimi ve bir ihtiyaca cevap vermesidir. Aynı konu çok işlenmiş olabilir; ancak işlenen aynı konudan ancak biri ya da birkaçı günümüze kadar gelebilen örnekler çoktur. Telif eserin, yazarının bütün özelliklerini, alın terini, özgünlüğünü, gergef gibi işlenmiş fikir örgüsünü, duygusunu ve samimiyetini yansıtanı daha cazip ve daha ilginçtir.

Böylesi bir giriş yapmaktan amaç, bir telif eserinde gerekli birkaç özelliğini bir iki cümle ile de olsa okuyucularımıza vermekti. Yani “ben kitap yazacağım” diye bir eser yazmaya soyunan, her şeyden önce seçeceği konu ile onu işleyiş tarzına dikkat etmesinin yanında muhatap kitleyi hesaba katması da önemlidir. Hangi konu, nasıl bir üslup, hangi birikim ve kime sorularını önceden kendine sormalı yazar. Kendini tatmin eden bir cevap içinden geliyorsa, o takdirde kitap yazma işine başlayabilir. Birikimden amaç bilgi derinliği ve zenginliğidir. Kitap yazmak uzmanlık isteyen bir iştir; bu hangi konuda olursa olsun değişmez.

Yazımızın asıl amacı, Risale-i Nur ekseninde meydana getirilmesi gereken telif eserlerdir. Detayına geçmeden önce telif kelimesinin yüzeysel de olsa sözlük anlamı üzerinde durmamız lazım.

Telif,  yazı konumuz itibariyle sözlük anlamıyla yazma, kitap yazma demektir. Telif edene müellif, ortaya konulana da telif eser denir; telifin çoğulu telifat/eserler demektir. Telif esere getirilen ve benim de ilgimi çeken tanım da güzeldir: “ Bilim, sanat ve kültür alanında fikir çabası harcanarak meydana gelen ve yazarının özelliklerini taşıyan her çeşit eser, yazma.(1)”

Tanımda iki özellik var; biri fikri çaba, gayret, hummalı çalışma ve diğeri, meydana getirilen eserde yazarın özelliklerinin bulunması; yani eser ve içeriğinin kendi buluşunun olması. Alıntılar, ne denli fikri de olsa başka yerlerden alınma olacağı için yazarın özelliğini yansıtmazlar. Ustalıkla bir araya getirilmiş olsalar da değişik yazarların fikri buluşları olan alıntılarla ortaya konulan bir eser, yazarın alın terini ve orijinal katkısını yansıtamayacağı için telif eser olma niteliğine sahip olamaz. Böylesi bir çalışma, olsa olsa derleme bir eser olabilir. Sonra derleme bir eserde yazarın kokusundan çok başka yazarların kokusu alınır. Bu tür eserlerin yazarı hazırlayan durumundadır. Yazarın fikri gayreti telif eserin en önemli unsurlarından biridir. Telif eser, yazarının derin fikrinden doğmuş olmalıdır.

Risale-i Nur’un telifinin Bediüzzaman’ın kendi hayatında ve hatta 1950 yılından önce sonlandığı öteden beri bilinmektedir. Risale-i Nur ekseninde telif de nerden çıktı diye bir soru sormada hakkımız var. Öyle ya yüz otuz parçadan oluşan Risale-i Nur aradan geçen yarım asrı aşkın zaman içinde çoğumuzun kütüphanesini şenlendirip iman ve fikir dünyamıza açılımlar sağlamış, yazılara konu olmuş, bazı bilimsel çalışmalara kaynaklık yapmış, birçok birey ve toplumların dinamiği olmuştur. Bu yetmez elbette; Risale-i Nur gibi geleceği de içine alan bir programa sahip bir eserin bütün dünyanın gündemini elinde tutacak zamanlar da asla uzak değil. O Kur’an’ın çağımızdaki bir açılımı ve mükemmel tefsiri noktasında böyle bir payeye fazlasıyla sahiptir. Ancak Risale-i Nur’un bağlılarına çok büyük görevler düşmektedir. Okuyup özümsemeleri yanında kalemle, yani bilimsellikle ilgili yapacakları çok görevleri var. Yazımız boyunca değineceğimiz gibi bu görevleri Risale-i Nur’un misyonunu paylaşanlara bizzat Bediüzzaman vermiştir. Bu görevleri yazımızın burasında hatırlatmada yarar var:  Şerh, İzah, Tanzim, Tekmil, Tahşiye, Neşr, Ta’lim, Te’lif, Tekmil, Tertip, Tefsir ve Tashih (2).

Risale-i Nur telife nasıl bakıyor acaba? Risale-i Nur’da telif eser noktasında bir Müslüman âlim ile bir Felsefeci karşılaştırılır. İkisinden Kur’an üzerinde bir kitap yazmaları istenir. Felsefeci Kur’an’ın yalnız dışına, görüntüsüne; harflerin dizilişinden duruşlarına kadar her şeyine bakmış da, manasını hiç dikkate almamış; çok uzun tasvirlerde bulunmuş. Müslüman âlim ise, dış süsünden çok manasına inmiş ve mana üzerinde durarak son derece orijinal bir eser meydana getirmiştir. İlk etapta dış görünüşüyle ilgilenmemiş. Bediüzzaman Kur’an hikmetiyle felsefe hikmeti arasındaki farkı çarpıcı bir üslup ve derinlikle detaylı bir şekilde gösterdiği bu On İkinci Sözde, teliften söz eder ve telifi kitap yazma anlamında kullanırken bir eserde bulunması gereken özellikleri de satır aralarında verir (3).

Mektubat adlı eserde de Bediüzzaman telifi kitap yazma manasında kullanmış ve talebeliği “Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissetme” şartına bağlamıştır (4). Bu ifadeden şöyle bir inceliği de anlarız ki; hiç kimse kendi eserinde bir değişiklik ve tahrifatın yapılmasını istemez; ancak anlaşılması için her çareye başvurur. Risale-i Nur’un daha birçok yerlerinde kullanılan telif kelimeleri çoğunlukla bu manada kullanılmış. Kelime taramasında elde ettiğimiz bulgularda telifin ünsiyet ve uzlaştırma manasında kullanıldığı çok azdır.

Risale-i Nur’un hangi yerlerinin ve nasıl telif yapılması gerektiğine bir göz atmadan önce, şunu vurgulamada yarar var. Bediüzzaman telife bizi yönlendirirken yöntemin üzerinde de inceden inceye durulmasına işaret etmiştir. Neye nasıl hangi kategoride bir açıklama getirilmesi gereğine o parmak basmıştır. Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatının her tarafının en iyi bir şekilde anlaşılmasını elbette istemiştir. Zaten “Şerh, İzah ve Tanzim” eksenindeki açılımlara işaret etmesi bu ihtiyacın bir sonucudur.

Bunlardan biri On beşinci Rica’nın haşiyesindedir. İhtiyarlar Lem’ası’nın hemen girişinde, “Yirmi altı rica ve ziya ve teselliyi camidir” in haşiyesinde bu lem’a hakkında, Üstad’ın kontrolünden geçen yazma bir nüshada, “Mütebaki kalan on dörtten ta yirmi altıya kadar olan ricalar, malum musibet (Eskişehir hapsi) yüzünden yazılmadı; onun mevsimi geçtiği için noksan kaldı” diye denilmektedir(5). Bakıyoruz ki, daha sonra On Beşinci Rica yazılmış; ama bunun da haşiyesinde “Nurun telif zamanı üç sene evvel bitmiş olmasından, bu On beşinci Rica, ileride bir Nurcu tarafından İhtiyarlar Lem’asının tekmiline, telifine mehaz olmak üzere yazıldı (6)” denilmektedir. Bu ricadan sonra On Altıncı Rica da yazıldığını görüyoruz.

Burada üzerinde durulması gereken, Bediüzzaman’ın bir mehaz olarak gösterdiği On Beşinci Ricanın içeriği ile ihtiyarlık dönemine bakış aşısıdır sanıyoruz. Bu bağlamda elbette herkesin yorum ve izahları farklı olacaktır. Bu ricanın ekseninde telif edilecek eserlerin ortak noktası, bize göre On Beşinci Ricanın bakış açısıdır. Bediüzzaman, On altıncı ricadan sonra ta Yirmi Altıncı Rica’ya kadar söylemek istediği çok şeyler vardı belki. Ancak malum musibetten dolayı noksan kalmıştı. Bunun da tamamlamasını telif eser tarzında ilerideki bir “Nurcu” tarafından yazılmasını istemiştir. Bir anlamda bizi kalemle davaya hizmet etmeye teşvik etmiştir.

On Beşinci Rica bizden nasıl bakış açısı geliştirmemizi istemektedir? Aslında bu bir araştırma ve inceleme konusudur. Dilerseniz, yüzeysel de olsa, bizim çıkardığımız sonuçları maddeler halinde vermeye çalışalım: (1) Kur’an hizmetinin bütün sıkıntılara rağmen ölünceye kadar sürdürülebilir olması. (2) Çekilen olumsuzluk ve zulümlere sabredildiği takdirde başkalarının zulmü yüzünden bile rahmetlere nail olabileceğimiz. (3) Gençliğin arkada kaldığı bir dönemde ihtiyarlık yoğun bir şekilde gelse de, İslamiyet şefkati ve insaniyet fıtratının ihtiyarlara merhamete gelmesinin söz konusu olması. (4) Davaya bağlı kalındığı takdirde, herkesin şefkat ve merhametinin yaşlılar kitlesine yönlenmesi. (5) Hapishaneyi bir medrese-i Yusufiye’ye çevirmekle asayişe katkı sağladıklarının bazı güvenlik kuvvetlerince de itiraf edilmesi. (6) Yaşlılıkta Kur’an hizmetinin çok büyük sevabının olması ve ihtiyarlık sıkıntılarını en aza indirmesi. Bu rica daha başka açılardan bakılarak da değerlenebilir. Mesela, On Beşinci Rica boyunca, altı yerde kalbe gelen ya da ruha manevi ihtar edilen işaretler var. Bize göre bu ihtarlar başkalarının kolaylıkla anlayamadığı şeyler olup ihtiyarlık dönemine yeni bakış açısı kazandırmaktadır. Bunlar irdelense bize ihtiyarlıkla ilgili çok güzel ipuçları vereceğine inanıyoruz. Aslında bu lam’a ile ilgili tekmil ya da telifin yapılmasını isterken Bediüzzaman yöntemini de veriyor. Önce Risale-i Nur çok iyi hazmedilmeli ve sonra da On beşinci Rica ile İhtiyarlar Risalesinin bütün ricaları didik didik edilmeli.

İhtiyarlık çoklarının sandığı gibi bir bitiş ya da duraklayış değil, aksine art niyetten, nefsi çıkarlardan, duygusallıktan, bir hesap peşinde olmaktan uzak çok olgun meyvelerin verileceği tatlı bir dönemdir. Bilmiyorum; İhtiyarlar Lem’asının tamamlanmamasının bir hikmetinin, herkesin ihtiyarlık duygularının çok değişik olmasına ve herkesin bu duyguları yazmasıyla son günlerinin dolu, tatlı ve haz veren bir meşgaleyle noktalanmasına bağlamanın bir mahzuru var mı? Yaşlılarımızın nice güzel duyguları vardır! İşte yazacakları kitaplarla bu duygularını diri tutarak ihtiyarlığın o titrek organlarına yeni bir can ve dinamizm kazandırmış olabilirler. Yaşlılar, zihinlerini ve hafızalarını harekete geçirerek ölümü bir köşeye çekilmiş, pısırık olarak değil, içleri moralle dolu bir şekilde karşılamış olsalar daha iyi olmaz mı? 

Risale-i Nur talebelerine gösterilen bir başka hedefe misal: Bediüzzaman, Dokuzuncu Şua’ın girişinde “İşte bu Dokuzuncu Şua, mezkûr âyâtıyla işaret edilen dokuz âli Makam ve bir ehemmiyetli Mukaddimeden ibarettir.” kaydını düşürmüş ve Mukaddime yazdırılmış sonra dokuz makama dokundurulmamıştır (7). Daha önce çıkan bir yazımızda da olduğu gibi, yazdığı bir mektubunda merhum Hafız Ali bu makamları Üstadına sormuş ve aldığı cevapta “Risale-i Nur’un mesaili ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyaç kalmamış ki, telife sevk olunmuyoruz ( 8).” denilmiş. Aynı mektubun sonlarında net bir şekilde Bediüzzaman, Risale-i Nur Şakirtlerinden bir ya da bir kaçı tarafından dokuz berahinin telif ve Douzuncu Şua’ın Onuncu Sözden daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edileceğini beyan buyuruyor.

Burada da Bediüzzaman telifi bir kitap yazma, bir eser meydana getirme manasında kullanıyor. Bu mektupla Risale-i Nur talebelerine bir telif görevi daha yüklüyor. Üstad “Dokuzuncu Şua’ı, Onuncu Söz olan Haşir Risalesinden daha parlak ve daha kuvvetli tarzda tekmil edecek” derken, bu telifin Risalelerden bağımsız olamayacağını da vurguluyor aslında. Bu demek oluyor ki, Haşir ve Haşirle ilgili Risalelerin inceden inceye incelenmesi gerekir. Daha başka bilimler de işin içine katılarak özgün bir eser ortaya çıkararak Haşir meselesinin bilimsel açıdan daha değişik bir bakış açısıyla ele alınacağına inanıyoruz. Elbette Risale-i Nur taklit edilmemeli. Telif eserlerin başat özelliklerinden olan özgünlük, orijinallik ve doğruluğun Risale-i Nur ekseninde çıkacak telif eserlerin de olmazsa olmazıdır. Bu açıdan “Tekmil” kategorisinde ortaya çıkacak eserlerde de bu özelliklerin bulunması aynı önemdedir. Ama mutlaka Risale-i Nur’un bakış açısının bu eserlerin bütün cümle ve paragraflarında, hatta kelimelerinde sinmiş olması da çıkacak olan teliflerin önemli özelliği olacaktır.

“Şerh, İzah ve Tanzim” ekseninde çıkacak telif eserlerin Risale-i Nur’un bakış açısından mahrum olmayacağı gibi, zamanın ihtiyacı göz önüne getirilerek gerek dil ve gerekse üslup açısından değerlendirilmesi de önem arz eder. Risale-i Nur’un bakış açısı elbette bir iksirdir. Geleceğin ışığıdır. Bütün insanlık ancak bu bakış açısı, yani imanla rahat ve huzura kavuşacaktır.

Risale-i Nurla ilgili telif esere soyunacak müellif, herhalde iyi bir Arapça, hatta bir yabancı dil yanında İslami bilimlerin birçoğuna vakıf ve günümüzün bilim ve kültür birikiminin de yeterli bir düzeyde olması gerekir.

Bu yazı ile bizim amacımız, Risale-i Nur’a olan bağlılığımızın biraz daha kökleşmesine katkı sağlamaktır. Daha doğrusu Risale-i Nur davasının daha geniş kitlelere, bütün insanlığa yaygınlaşmasına gayretli kalemlere acizane bir çağrı ve bir duadır. 

(1)Okyanus Ansiklopedik Sözlük
(2)Nursî, Bediüzzaman Said (2007). 284.Mektup, Barla Lahikası, Y. A. N. İstanbul.
(3)Nursî, Bediüzzaman. Said (2005) Sözler, s: 214, Y.A.N. İstanbul.
(4)Nursî, Bediüzzaman. Said (2005) Mektubat, s:576, Y.A.N. İstanbul.
(5)Nursî, Bediüzzaman. Said (2005) Lem’alar, s:501, Y.A.N. İstanbul.
(6)Nursî, Bediüzzaman. Said (2005) Lem’alar, s:565, Y.A.N. İstanbul.
(7)Nursî, Bediüzzaman. Said (2007) Şualar, s:286, Y.A.N. İstanbul.
(8)Nursî, Bediüzzaman. Said (2007) Kastamonu Lahikası, s:286, Y.A.N. İstanbul.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.