Öyle bir dava adamı vardı

Bediüzzaman’ın vefatıyla sarsılmamış değildi Risale-i Nur talebeleri, serdengeçtileri. Ama tez toparlandılar. Kendilerine tez gelmeleri gerekirdi zaten; çünkü düşmanlar amansız ve acımasızdılar. Her an çullanmak için fırsat kolluyorlardı. Bediüzzaman’ın vefatıyla öcü gibi korktukları bu yüce davanın hızının kesileceğine inanıyorlardı. Ama tam bir yanılgı içindeydiler. Dava büyüdükçe büyümüş, yaygınlaştıkça yaygınlaşmış ve sonunda öyle bir hal almıştı ki, bu kez din düşmanlarının hızı kesilmişti.

Türkiye’nin orasında burasında yüce davaya, Risale-i Nur’a ters düşen hareketler çıkmış olsa bile yıkımları çok kapsamlı olmadı. Risale-i Nur davasının kurmayları bu tutuşan yangını sıcak nefesleriyle söndürdüler. Ama şu bir gerçek ki, ülkenin değişik yerlerinde çıkan dava ilkelerine zıt fikirlerin üzerine üzerine gitmede Zübeyir Gündüzalp’in cesaret ve ileri görüşlülüğü çok etkili oldu. Kimi zaman sabır göstererek yumuşaklıkla ve kimi zaman da aslanlar gibi kükreyerek kesin tavır sergilemekle bu tür oluşumlara set oldu.

Risale-i Nur davası, Bediüzzaman’ın vefatından sonra, aşağı yukarı on yıl içinde ilkeli ve kurumsal bir yapıya kavuşmakla, Türkiye’nin her tarafına, şehir şehir, kasaba kasaba ve köy köy yaygınlaşmaya başladı. Bütün bu olumlu yapılaşma ve oluşumlarda Zübeyir Gündüzalp’in içtenliği, ilkeliliği, Üstad’a ve davaya bağlılığı birinci derecede rol oynadı.

İhtilafların önlenmesinde, davanın hiçbir çıkara bulaşmadan ilerlemesinde ve Risale-i Nur talebeleri arasında kurulan birlikte o denli etkili olmuştu ki, Zübeyir Gündüzalp yaşadığı sürece tıpkı Üstad’ının hayatında olduğu gibi, fitne ve fesatların bir halt karıştıramayacağına inanmıştı herkes. Zübeyir Gündüzalp bir ilke, bir birlik insanıydı. Davanın amacına ulaşması için bütün hayatını ortaya koymuştu. Onun sağlığında kimse yanlış bir çıkışa cesaret edememişti. O, davanın Hz. Ebubekir’iydi, Hz. Ömer’iydi.

Zübeyir Gündüzalp, dal budak salmış davasının her yerindeydi. Hastalıklarıyla uğraşarak güçsüz düştüğü anlarda, hizmetin canlanmasıyla birlikte kendisi de canlanmaya başlardı. Kâh kurmayların bir toplantısında, kâh gazetede, kâh yayınevinin bir işinde, kâh siyasilerin karşısında ve kâh genç talebelerin dershanelerinde daha dinç ve daha canlıydı. O hizmette bulunduğu sürece ancak hayatta olduğunu kabul ederdi.

Kalkamayacak kadar hasta halinde, hizmete ilişkin bir şey mi gündeme geldi, kalkıp dirilirdi Zübeyir Gündüzalp. O hizmet için vardı. Ayağa kalkıp saatlerce sohbet ederken yorulan dava arkadaşları olunca şaşıp kalırlardı. İlaçlarla ayakta duruyordu. Ama onu asıl iyi eden hizmetteki bir birimin yine hizmete olan katkısıydı.

Her günü böyle hizmet aşkıyla sürüp giderken, tarih de ilerliyordu. Zaman değişiyordu. Hizmet orada burada ivmeler kazanıyordu. Hizmetin her biriminin şahlanışı onun hastalıklarına tam bir şifa oluyordu.

Sayılamayacak kadar hastalıkları olduğu halde doktora, hastaneye de gitmiyordu. Daha çok kendi kendine yaptığı bitkisel ilaçlarla ayakta duruyordu. O her an hizmetin içinde olmak istiyordu; saniye bile kaybedecek vakti yoktu. Bir gün ya da birkaç gün hizmetten uzakta kalması halinde yaşayamayacağına inanıyordu. Bu yüzden birkaç gün hizmetten uzaklaşacağı hastaneye gitmek istemiyordu.

Dostları Dr. Macit Türkmenoğlu ve Dr. Mehmet Akay ne kadar ısrar etmişlerse de onu hastanede yatırmaya ikna edemediler. “Ağabey ne olur bir kez götürelim” diyorlardı bir hekim yalvarışıyla. “Kaç gün kalacağım?” diyordu doktor dostlarına. Onlar da “On beş gün yeter” dediklerinde, “Kardeşim bir gün olsaydı, belki olurdu; ama on beş gün duramam” diyordu.

On beş gün onun için uzun bir zamandı hizmetten ayrı kalmasında. Hem garantisi de yoktu bu uzun zamanın. Hizmeti soluklamadan yaşayamazdı o. Bütün hücre gözenekleri hizmetin havasıyla ancak canlı olabilirdi sanki. Hastaneye gitmek istememesinin sebebi belki de buydu.

“Benim hastalığım yok” derdi. Üstad’ının ziline sopasına hasretti o. Üstad’ının zili çalsa, onun hiçbir hastalığı kalmazdı. Hizmet için sopalandığında dirilirdi Zübeyir Gündüzalp. Onun böyle hasta, yatakta yatması Üstad’ının zili, sopasının olmamasındandı. Zübeyir Gündüzalp, buna inanmıştı. Aklını, kalbini, duygularını ve bütün bedenini hizmete göre uyarlamıştı. Onu canlı tutan hizmetteki canlılıktı; onu yatağa düşüren bir an olsun hizmetten ayrı düşmesiydi. Hastanedeki günleri davası için ölü günlerdi. Davasına harcanmayan bir güne değil, bir ana dayanamazdı Zübeyir Gündüzalp.

Onun dur durağı yoktu. Ölümünden çok kısa bir süre önceydi. Ankara’dan İstanbul’a bir otobüs dolusu üniversite öğrencisi geleceğinin haberini almıştı Zübeyir Gündüzalp. Önce Zübeyir Gündüzalp dahil diğer dava kurmaylarını ziyaret ettikten sonra, İstanbul’un tarihi mekanlarını da gezeceklerdi. Gelecek olanlar genç Saidlerdi. Onlar için herkes seferber olmalıydı. Konukseverlik de dava da bunu emrediyordu.

Zübeyir Gündüzalp hastaydı, ama böylesi hizmet anlarında aniden dirilirdi. Telefonla değil, önleme uyarak yapılması gerekenler konusunda bizzat mektup yazdırarak Ahmet Tanyel’le Av. Bekir Berk’in yazıhanesine, ilgililere haber göndermişti. Her şeyi en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar beş maddede kaleme aldığı mektubu, hasta halinde bile hizmet söz konusu olunca, nasıl canlanıp dirildiğini göstermeye yeterdi. Uzun olan maddelerden yalnız beşinci maddenin “Bu yukarıdaki dört maddenin gerçekleşmesini sizlerden istirhamımın en birinci sebebi şudur: Bu ziyaret ve misafirperverlikte aziz genç Said’lerin yetişmelerini ilke ve esas aldığımızdan dolayıdır. Yoksa siz faal kardeşlerimin, elimden gelse aşçılık yapıp en leziz nimetlerden yeme ve içmenize hizmetçi olurum” şeklindeki içeriği ile ağır seyreden hastalıklarında bile ne denli içten hizmetlerin yürümesine katkı sağladığı açıktı Zübeyir Gündüzalp’in.

Zübeyir Gündüzalp’i yaşatan davaydı. Asrın Adamı Bediüzzaman Said Nursî’ye ise aşıktı. Ondan sonra yaşamayacağına inanıyordu zaten.

Bir gün Üstad’ı onu odasına çağırmıştı. Kendisinden önce mi yoksa sonra mı ölmesini sormuştu. Zübeyir Gündüzalp nasıl bir cevap vermesi gerekirdi? Elbette Üstad’ına duyduğu duyguları doğrultusunda cevap verecekti: “Üstad’ım, siz olmadan dünyada yaşayamam, sizden önce ölmek isterim.”

Ama Bediüzzaman’ın bunun üzerine, “Ya öyle mi? Erkenden kabre yatıp rahat etmek istiyorsun! Hayır, benden sonraya kalacak ve çile çekeceksin!” demesi de ilginçti.

Zübeyir Gündüzalp, dava için çekeceği çile bitmemişti. Özellikle Üstad’ın vefatından sonra serdengeçtilere ihtiyaç vardı. Yalnız davayı yaşayan kahramanlara ihtiyaç vardı. Kutsal davanın her türlü eza ve cefasını çekip yoluna hiç şaşırmadan devam edenlere ihtiyaç vardı.

Zübeyir Gündüzalp, Bediüzzaman’ın bir havarisiydi elbette. Bütün gayretini davası uğruna harcamak zorundaydı. O da öyle yaptı. Bütün gücüyle davasının ilkelerine sarıldı. Risale-i Nur talebelerinin birlik ve beraberliği için gerektiğinde şahısları kırdı ama davasının en küçük bir ilkesinden ödün vermedi. Onun kararlığıydı ki, Risale-i Nur’a ters düşen fikir akımları Anadolu’yu yangın yerine döndürmeden engellendi.

Üstad’ın dünyada olmadığı yıllarda Risale-i Nur bağlıları için bir güven dengesiydi Zübeyir Gündüzalp. Hizmetin birimleriyle o denli ilgilenmişti, yaşlılarla yaşlı ve gençlerle genç olmuştu, dava ile o denli özdeşleşmişti ki, etrafındaki dava sevdalıları onun öyle kolay aralarından ayrılacağını hiç düşünmemişlerdi.

Zübeyir Gündüzalp’in bir gün aralarından ayrılacağına dava arkadaşları hiç akıllarına getirmemişlerdi. Uzun yıllar hastalıklarıyla boğuşup durdu; ama bir an bile olsa hizmetlerden geri durmadı. Hizmet anında hiçbir şey yokmuş gibi dirilirdi. Üstelik daha genç, elli yaşlarındaydı ya; ecelin bir gün kapısını çalacağını hiç düşünmemişlerdi dostları. O hayatta iken hizmetin bütün işleri çok kolay ve karıştırılmadan yürüyordu. Gerçekten bir denge unsuruydu Zübeyir Gündüzalp.

Kendisinden sonra öyle kolay yürüyeceğine pek ihtimal vermiyorlardı ki, Zübeyir Gündüzalp’in öte âleme göçünü çok erken görüyorlardı. Onunla daha çok hizmetler yapılacağına inanıyorlardı. Yeni bir gençlik, üniversite gençliği, pırıl pırıl bir gençlik yetişiyordu. Üstad’ın istediği anlamda bilinçli bir gençlik Türkiye’nin her tarafında dal budak salmıştı. Bunların daha dinamik, daha bilinçli ve daha her şeyden haberdar olarak yetişebilmeleri için Zübeyir Gündüzalp’in o engin düşünce ve yol göstericiliğine ihtiyaç vardı. Vardı ki, dava arkadaşları, aralarından bir an bile olsun ayrılmasını, bir insan için mutlaka gerçekleşmesi gereken eceli bile yok saymışlardı sanki.

Ama Zübeyir Gündüzalp, bir insandı elbette. Ama tez ama geç, bir gün ölüm meleği kapısını çalacaktı. Hizmetteki fonksiyonu ne olursa olsun her insan gibi Zübeyir Gündüzalp da bu dünyada son noktasını koyacaktı.
 
Hizmetin onlara verdiği şevk ve heyecanla istedikleri kadar düşünmesinler dava ağabeyleri Zübeyir Gündüzalp’in ölümünü, o çoktan ömrünün sonuna çok yaklaştığını hissetmişti de onlara zaman zaman işaretler de göstermişti. Bir an bile durmamasının asıl sebebi de buydu belki. Bedenini dinlettirmiyordu hiç. Sağlığı için bile hastanelerde yatmayı vakit öldürmek olarak algılıyordu. Oysa kabirde uzun uzun dinleneceğini çok iyi biliyordu. Öyle ya, azıcık rahatsız olmak için hizmete biraz daha yoğunlaşsa ne olurdu?

On beş gün değil, bir gün dahi olsa hizmetten uzak kalması onun için ölümden beterdi. Dünyanın ömrü ne denli uzun gözükse de kısaydı aslında. Bunun bilincindeydi Zübeyir Gündüzalp.

Ölümün gerçeğini biliyordu, güzel yüzünün olduğunu, kabir kapısının ardından cennet bahçelerinin uzandığını, evet ölümün daha büyük muştuları araladığını biliyordu. Biliyordu ölümün sonsuz istirahat kapısının olduğunu. Korkmuyordu elbette ölümden, dünyadan ayrılacağından, dünyanın hazlarından kopacağından. Davasını düşünüyordu elbette. Biraz daha katkı sağlaması için her türlü zahmete katlanmasına razıydı elbette. Üstad’ından sonra, düşe kalka, hastalıklarla boğuşa boğuşa, ama her an davasının, Kur’an’ın, Risale-i Nur’un hizmetinde bulunmasına tahammülü bundandı elbette.

Ölüm meleği gelip “Bu kadar! Şimdi istirahat zamanı!” dese, hiç duraklamadan “Baş üstüne!” diyecekti elbette. Ölüm meleğinin onu davet ettiği dünyanın, elbette bu dünyadan çok daha görkemli olduğunu da adı gibi biliyordu.

Çok önceleri, Üstad’ı Bediüzzaman’ın hakkında söylediği muştulu sözlerini o da duymuş muydu? Hani bir seher vaktinde Barla tepe ve dağlarında yürürken Asrın Adamı Bediüzzaman, biraz ilerde giden Zübeyir Gündüzalp ile Ceylan Çalışkan’ı göstererek “Bu ikisi şehittir” demişti Mehmet Çalışkan ve yanındakilere. “Üstad’ım dua et ben de şehit olayım” diyen Mustafa Sungur’a da “Talebe-i ulûmun ölümü şehadettir” demişti.

Bilgisi var mıydı bu muştudan? Zübeyir Gündüzalp, davasından, davasına bağlılıktan başka bir şey düşünmüyordu ki, bu muştuyu duysa da onun etkisinde kalmış olsaydı. O bir serdengeçtiydi, bir kahraman ve bir havari. Gözünde davadan başka bir şey olamazdı. Şehitlik bir büyük makamdı elbette. Gözünde makamlar da yoktu.
    
Ölümünden belki on beş gün önceydi ki herkesle vedalaşıyor gibiydi. Kimi görürse helalleşiyordu. Ama bu ziyaretler sanki veda ziyaretleri gibiydi. Onun varlığına o denli alışmışlardı ki, yokluğunu bir an bile düşünemiyor ve böyle davranışlarını başka yere yorumlamıyorlardı.

Zübeyir Gündüzalp, düşündüğü yalnız davasıydı. Arkada zaten bir şey bırakmamıştı. Ne para ne de bir mal. Ölümünden beş altı ay önce kardeşi Haydar ziyaretine gelmişti. Bu ziyaretinde kardeşine “Kardeşim! Kimse benim geride bir şeyler bıraktığımı sanmasın. Kimseye borcum yok. Alacağım da yok” dedi de onunla bir başka helalleşmişti Zübeyir Gündüzalp son kez olarak.

Yoktu dünyalığı Zübeyir Gündüzalp’in. Onun alıp götüreceği yalnız davası için yaptıklarıydı. Yeter ki davası, Risale-i Nur programı ve Kur’an gönülleri fethetsin, bütün bunlar ona yeterdi.

Zübeyir Gündüzalp, ömrünün sonlarına doğru hava değişimi için sık sık gittiği “Tuzla” dedikleri Küçük Çamlıca’da harabe bir evi vardı. Orada yalnız kalıyordu. Gecelerini sürekli ihya ederdi burada. Virtlerini okur ve bol bol tefekkür ederdi. Hem geceleri ve hem de gündüzleri Küçük Çamlıca’da kaldığı bu ev, bütünüyle iç açıcıydı. Etraf yeşilliklerle kaplıydı. Ölümünden bir gün önce Halil Yürür’e “Takvime baktım. Benim günüm doldu. Beni karşıya götürün!” dedi. Oradan ayrılmadan etrafı belki de son kez hazin hazin kolaçan etti. Oraları, her biri birer tefekkür kaynağı olan ağaçları ve çiçekleri komşulara emanet ederek onlarla helalleşti.

Cuma günüydü ve tarih 2 Nisan 1971’di. Sabahın erken saatlerinde Zübeyir Gündüzalp’e yakından bakınca her zamankinden değişik bir halle karşılaştı Eyüp Ekmekçi. Sık sık nefes alıyordu; halinde bir değişiklik hissetti. Elinde olmadan korkmaya başladı. Telaşlandı. Hemen haber salmak için aklına Tahirî Mutlu geldi. O günlerde o da Atabey’e gittiğini sonradan hatırladı.

Zübeyir Gündüzalp kısık sesiyle bir şeyler söylemeye çalışınca, o zaman daha da telaşlandı Eyüp Ekmekçi. Kulağını iyice ağzına yaklaştırdı ama dediklerinden bir şeyler anlayamadı. Yalnız başına bir şeyler yapamayacağını anlayınca, Av. Bekir Berk’in yazıhanesine telefon açarak Mehmet Fırıncı’yı çağırıp acele gelmesini söylemeyi düşündü.

Mehmet Fırıncı gelir gelmez Dr. Sadullah Nutku’yu da çağırdılar. Son anlarında yetişen Dr. Sadullah Nutku ağlayarak, Zübeyir Gündüzalp’e son nefesinde zemzem suyu içirmeye çalıştı. Dr. Sadullah’ın da şaşırdığı, yani tıbba göre mümkün olmayan bir şey oluyordu. Dr. Sadullah’ın verdiği zemzemin hepsini içmişti ve zemzemle ruhunu teslim etmişti Zübeyir Gündüzalp.

Başucunda Dr. Sadullah Nutku’dan başka Mehmet Fırıncı ve Eyüp Ekmekçi de vardı. Çok sevdiği dostlarının arasında ruhunu teslim ederek veda ediyordu bu dünyadan Zübeyir Gündüzalp.

Ruhu şad olsun, mekânı cennet olsun!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum