Yavuz BAHADIROĞLU

Yavuz BAHADIROĞLU

Osmanlılar Ayasofya’ya zarar verdi mi?

Trabzon’dan Mustafa Özlengil soruyor: “Osmanlılar fetih esnasında Ayasofya’yı yağmalamışlar mı?”
Tabii ki yağmalamadılar. Tam tersine onardılar. Bu konuda Paul Wittek şöyle diyor: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı korunmasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
İşte bu yüzden Ayasofya, Hıristiyan Bizans’tan çok, bir Osmanlı eseridir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi bazı vicdanlı Batılılar da itiraf ediyorlar...
İstanbul’daki sanat ve kültür eserlerini tahrip edenler Osmanlılar değil, bir kısım batılı kaynakların da teslim ettiği gibi, Osmanoğullarından iki buçuk asır önce İstanbul’u Bizanslılardan zaptetmiş olan “Avrupa Haçlıları”dır (Latinler).
Şurası unutulmamalıdır ki, Osmanlılar, Ayasofya’nın çan kulesini bile yıkmamışlardı...
Öte yandan 1847-1849 yılları arasında gerçekleşen tamirde İsviçreli mimarlar, Bizans devri mozaiklerinin hâlâ çok iyi durumda olduğunu görmüşler, Osmanlıların tahripkar davranmaları halinde Ayasofya’da değil mozaik, binanın bile kalmayacağını ifade etmişlerdi.
Fethin şahitlerinden tarihçi Tursun Bey, “Tarih-i Ebu’l-Feth” isimli kitabında, “İstanbul daru’l-eman oldu, Fatih Ayasofya’ya geldiğinde ‘bu binay-ı hasînün tevabi ve levahıkın harab u yebab gördi’ diyerek, Fatih’in Ayasofya’yı ve surları onardığını yazıyor.
Ortaçağda yaşamış Fransız tarihçi Villehardouin, 1204’deki Haçlı yağmasını “Dünya yaratıldı yaratılalı bir kentten bu kadar çok ganimet kazanılmamıştır” diye anlatıyor.
Andre Clot ise “Fatih Sultan Mehmed” isimli eserinde, 1204 yılında gerçekleşen Latin yağmasının “Barbarlarınkinden çok daha korkunç” olduğunu belirtiyor.
Latinlerin tüm şehirde katliâma ve yağmaya giriştiklerini, yüzyıllardır biriktirilen definelerle hazinelerin yağmalandığını; kiliselerin, manastırların, evlerin soyulup soğana çevrildiğini, bu arada Ayasofya’nın içinin tamamen boşaltıldığını; kutsal vazoların içki kadehleri olarak kullanıldığını, mihrabın yakıldığını, değerli ne varsa parça parça edilip paylaşıldığını anlatıyor...
Çaldıkları değerli eşyayı götürmek için de atlarını ve katırlarını kiliseye sokmuşlar.
Fatih ise, bazı Batılıların söylediği gibi, at üzerinde değil, yürüyerek Ayasofya’ya girdi.
Ama ünlü ressam Delacroix, Fatih’i Ayasofya’da at sırtında gösterdiği için (bu resim Louvre Müzesi’ndedir) Batılılar Fatih’in Ayasofya’ya at sırtında girdiğine inanıyor. Ya da buna inanmak istiyor.
Gerçekte Fatih, bazı Batılıların da belirttiği gibi, at üzerinde değil, yürüyerek Ayasofya’ya girmiştir.
Yer yer Osmanlılara saldırmaktan kendini alamayan Fransız yazar Lamartine bile ünlü tarihçi Phranzes’den şu gerçeği aktarmak zorunda kalıyor:
“...rahibelerin, annelerinden ayrı düşmüş çocukların, kendi çocuklarından ayrılmış annelerin feryat ve figanlarını merhamet gözüyle gören Osmanlılar bu hazin duruma üzülüyorlardı.”
Kısacası, Osmanlı fethi Bizans’ı yıkmış, ama İstanbul’u kurtarmıştır!

Osmanlı asırlarında Ayasofya Camii imamlığı son derece önemli bir devlet görevi sayılıyordu. Baş imamların saray protokolünde yerleri vardı. İyi de maaş alırlardı.
Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya’da görev yapacak din görevlileriyle müstahdemlerin yevmiyelerini (günlük ücret) bizzat belirlemiş ve bunu 1471 tarihli vakfiyesinde göstermiştir...
Vakfiyeye göre, Ayasofya Hatibi ve imam günde 15 akçe; Başhafız, günde 6 akçe; Dokuz Hafızın her birine günde beşer akçe; yirmi kişilik “Cüzhan” ekibinden her birine günde 2 akçe; Kelime-i Tevhid çeken 14 hocanın her birine günde 2 akçe; Muarrif’e (Namaz sonunda dua aden) günde 6 akçe; Muvakkit’e (Namaz saatlerini bildiren) günde 10 akçe; dört kayyımın (temizlikçi) her birine günde dört akçe; iki Meremmetçiden (tamirci) her birine günde 2 akçe; Noktacı’ya (Puantörlük görevi yapan) günde 2 akçe tahsisliydi...
Bunlardan başka, camide altı müezzin ile iki de kandilci görev yapıyordu.
Ayrıca namaz kılanların altına serilmek üzere hasır alınması için günde 4 akçe; Kandillerde yakılmak üzere zeytinyağı alınması için günde 5 akçe; kandil levazımatı için de günde 10 akçe verilmesi buyrulmuştu.

O kadar çok “akçe” dedik ki, akçenin ne anlama geldiğini soran okurlarımızın merakını giderme vakti geldi...
Akçe, Osmanlı Devleti’nin temel para birimidir. İlk akçe doksan ayar gümüşten basılmıştı. 1.154 gram ağırlığındaydı. Umumiyetle ön yüzünde “La ilahe illallah Muhammedün resûlullah” yazardı. Bu ibarenin dört tarafında ise Peygamber Efendimizin dört halîfesinin ismi yer alırdı...
Akçe’nin diğer yüzünde parayı bastıran padişahın tuğrası, basılış yeri ve tarihi, ayrıca Osmanlıların mensup oldukları Kayı Boyu’nun ongunu (alameti) bulunurdu.
Onbeşinci yüzyıldan itibaren “para” anlamında kullanılan “Akçe”; “Lala Yürgûç Akçesi”, “Avariz Akçesi”, “Geçer Akçe”, “Kalp Akçe” gibi çeşitli adlarla da anılmıştır.
Değer düşüşüne uğradığı dönemlerde ise “Zilyûf Akçe”, “Kirpik Akçe”, “Kızıl Akçe”, “Çil Akçe” biçiminde anılmıştır.

Vakit

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.