Onlar ki; onlar öldüler diye ölüm bile sevilir

Seyfullah Bahar ağabeyimin anısına

Ölüme alışılmıyor. Ölüm hiçbir zaman “beklenilen” olmuyor. Ben, kendi adıma itiraf edeyim; ölümü hiçbir zaman kanıksayamadım. O kadar vefat gördüm, o kadar cenazeye katıldım; ama başaramadım, alışamadım. Acısı hâlâ ilk günkü gibi… Ne zaman bir sevdiğimin vefat haberini işitsem, dedemin battaniyeye sarılıp salona konulmuş bedeni geliyor aklıma.

Subhanallah! Sanki ölümlerin kuyruğu birbirine bağlı. Birisi hatırlandığı zaman hepsi hatırlanıyor. Biri kalbinizi kanatınca, hepsi o yaraya tuz bastırıyor. Öyle de sancılı bu yönüyle…

Geçmiş yazılarıma bakıyorum. Ölüm hakkında yazdıklarımda istemsiz bir artış var. Mehmet Emin Birinci ağabeyin vefatından sonra yazdıklarım, Temel Yılmaz ağabeyin vefatından sonra yazdıklarım, Metin Kurtçu kardeşimin genç yaşta kanserden göçüp gitmesinden sonra yazdıklarım, başka sevdiklerimin ölümünün etkisiyle kâğıda döktüklerim… Aman Allah’ım! Yazı arşivim de, asrım gibi mezaristana dönüşmüş. Beyaz kâğıtlar üzerine siyah cümleler karalayarak yas tutan bir ağıtçı gibiyim. Sessiz feryatlar ediyorum. Benim de ağıtlarım böyle. Ben de böyle konuşuyorum insanlarla… Ben de böyle ağlıyorum.

Ölüm hakkında yazdıklarım artmış… Demek yaşım ilerlemiş, demek yaşlanmışım. Otuzumun bitmesine günler kala bir sancı daha tuttu sinemi. Bir kez daha yandım bugün. Tamam: Her ölüm anidir… Doğru, fakat böylesi daha bir keskin, daha bir ani, daha bir gadirli. Seyfullah Bahar ağabeyi, oğlunu ve dört diğer kardeşimizi Rahmet-i Rahman’a uğurladık. Bir babanın ölümü çok acı. Bunu tattım, bilirim… Ama bir babayı ve aynı zamanda bir kardeşi yitirmek daha sancılı olmalı. Olmalı ki, taziye için sarıldığım büyük oğlu “Çok zor bir imtihanmış, vallahi çok zor bir imtihanmış” diye sayıklar gibi söylüyordu. Duymamak mümkün değil. Belki o cümleleri söylediğini günler sonra hatırlamayacak, çünkü iradesi dışında söyletiliyor gibiydi. Ama benim ciğerlerimi yakmaya yetti. Zaten babamı kaybettiğimden beri gözyaşlarımın bendi yıkıktı, bu sefer hiç hâkim olamaz hale geldim, ağladım.

Şimdi oradaki kalabalığın, orada edilen güzel duaların ardından ben Seyfullah Bahar ağabeyin ardından neler söyleyebilirim? Belki hiç… Hiçbir şey… Söyleyecek hiçbir şey bulamam onunla alakalı. Fakat şunu itiraf ederim: Öyle insanlar göçtükçe, ölümün yüzü bile tatlı gelmeye başlıyor insana. Böyle insanlar, öyle derin bir hasret kalpte bırakıp gidiyorlar ki, öteki dünyaya; peşlerinden koşasınız geliyor. “Dünyayı güzel kılan bu iyi insanlar, bunlar da gittiyse artık kıymet-i harbiyesi yok bu yalan dolanın” diyorsunuz.

Ben bugün, Bediüzzaman’ın; “yüzde doksan dokuz ahbabının gittiği yer” olarak tarif ettiği ahirete duyulacak iştiyakı daha iyi anladım. Hakikaten böyle insanlar sizden önce o koridorları arşınlayınca, onları bulmak pahasına yollara düşesiniz geliyor. Hz. Azrail Efendimiz de yüzünüze sert bakmıyor, adeta gülümsüyor.

Onlar, ölümü dahi sevdiren güzel insanlar. Öyle bir şekerler ki, onlar, zehre katsan zehri bala çevirirler. İşte bir tutamını ölüme katıyorsun, ölümü şeb-i aruza çeviriyorlar.

Seyfullah Bahar ağabeyi nasıl tarif etmeli hakikaten? Belki kendi hatırasına kulak verip onu dinlemeli. Cumhuriyet gazetesine Risale-i Nur’un reklamını nasıl bastırdıklarını gülerek anlattığı o güzel sohbet gecesine dönmeli. Veyahut da hiçbir dindar yayınevinin stand açamadığı; değil stand açmak, var olmadığı o zamanlarda nasıl gidip Tüyap Kitap Fuarı’na katılma uğraşı verdiklerini ve bunu başardıklarını anlattığı cennet misal günlere gitmeli. O hatıralar anlatır belki Seyfullah Bahar ağabeyi. Belki yine dayanamaz, eline bir Lahika alır, ne biliyorsunuz? Ondan size yine yumuşak sesiyle izahlar yapar.

Yeni evine taşındığında hayırlı olsuna gittiğimiz günü hatırlıyorum, Avcılar’daki Nur Talebeleri, sohbet kardeşleri olarak. O gün de bize ders yapmıştı. Sonra aradan bir zaman geçti, eski evine geri dönmeye niyetlendiğini duydum. Bir sohbet esnasında nedenini sorduğumda şakayla karışık şöyle demişti: “Bu yeni ev medreseye uzak kalıyor. Ben de medreseden uzak duramama hastalığı var.” Hakikaten ne zaman derse geç kalsa, bir kardeş gidip kapısını çalıp dersten haberdar ederdi ve o da hemen gelirdi. Çok zaruri bir işi yoksa; işi, aşı, aşkı hep Risale-i Nur dersleriydi, Nur gençleriydi… Ben böyle hatırlıyorum.

Şimdi gelip bana izah etsin merhametkâr; böyle bir kahraman, bir Nur âşığı, Büyükçekmece mezarlığındaki kabrinde nasıl öylece durur? O topraklar altında böyle bir ruh nasıl kalır? Bana öyle geliyor ki; o yine Avcılar medresesinden uzakta kalamaz. Kim bilir, belki Sezer kardeşin, belki Ümit kardeşin suretinde bir melek gelir kapısını çalar; onu yine derse davet eder. O yine medreseye gelir. Biz görmesek de, hissetmesek de gelir. Kim bilir, Hamdi Yüce ağabey karıştırır belki, ismini söyler. Her zamanki gibi “Öyle değil mi Seyfullah ağabey?” der. Biz duymayız, ama o yine cevabını verir… Ötelerden izleyenlere Maşaallah söylettirir. Ben Seyfullah ağabeyden bunu ümit ediyorum.

Allah gani gani rahmet eylesin. Onun ve beraberinde vefat eden kardeşlerin kabri pürnur olsun. Ben zaten bu yazıyı yazdım ki, benim günahkâr dilime bedel, sizin masum dilleriniz de bu iyi insanlar için dua etsin. Keşke kırk bin dilim olsa da, kırk bini ile dualar edebilsem. Ama yetmiyor… Çaresizim, yardımınızı istiyorum. Bir kez “Allah rahmet eylesin” deseniz ne güzel. Bir Fatiha okusanız ondan da güzel. Bana yardım edin, kardeşlerime yardım edin. Yazının da duası budur. Dua edenlerden, edilenlerden Allah razı olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum