Mahkemede Said Nursi-Marks karşılaştırması

Mahkemede Said Nursi-Marks karşılaştırması

Türkiye’nin bugün yaşadığı olumsuzlukların geçmişte nasıl planlandığını özetleyen savunmayı bir kez daha hatırlatıyoruz

Risale Haber-Haber Merkezi
 
Bediüzzaman ile ilgili oluşturulan yalan ve iftira bulutlarını dağıtmak, hakikati ortaya çıkartmak ve onun esas niyetini, maksadını, gayesini, hedefini hiçbir tereddüde yer kalmayacak şekilde aydınlığa kavuşturmak niyetiyle «Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, Eserleri, Meslek ve Meşrebi» adlı bir eser yayınlayan Mustafa Sungur, Dr. Tahsin Tola ve Said Özdemir’i müdafaa eden Av. Bekir Berk'in mahkemedeki savunmasını.
Türkiye’nin bugün yaşadığı olumsuzlukların geçmişte nasıl planlandığını özetleyen savunmayı bir kez daha hatırlatıyoruz.
 
Ankara İkinci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığına
 
Sayın Başkan!
 
Her suçun olduğu gibi bize müsnet suçun da maddî ve manevî unsurlarının teşekkülü ceza verilebilmesi için hukuken şarttır. Maddî unsurun; hâdisemizde iddia edildiğine göre hakaret ve sövme fiilinin ve kasd-ı cürmînin var olup olmadığının tesbiti ile ancak salim bir neticeye varılabilir.
 
Büyük Mücadelenin Mânası
 
Müvekkillerimizin kasdının anlaşılması ise dünya üzerinde cereyan eden büyük mücadelenin, savaşın mânasının anlaşılmasına bağlıdır.
Bu savaş, dindarlık ile dinsizlik, maddeciler ile maneviyatçılar, Allah'a inananlarla Arşa hırlayanlar ve nihayet bir cümle ile hülâsa etmek icap ederse, insanlığın kurtuluşunun Allah’a inanmak ve ona teslimiyette olduğuna inananlarla, Allah’a isyan eden mütecaviz dinsizler arasındadır. Amerika ve komünist Rusya arasındaki mücadele de bu savaşın bir safhasını teşkil etmektedir ki, Ayzenhover'den nakledeceğimiz cümleler de bunun böyle olduğunu teyid etmektedir.
 
Ayzenhover diyor ki:
«Dindar bir ailenin çocuğu olmam, daha doğuşumda bana iman mazhariyetini kazandırmıştı. Ailem Allah korkusunun «akıl ve hikmet»in başlangıcı olduğuna inanıyordu...» Dini tabirlere başvurmadan hür devlet mefhumunu izah edemezsiniz. Amerika'nın kurucuları yaptıkları ihtilâle mâna kazandırabilmek için Allah’a sığınmak zorunda kalmışlar ve demişlerdir ki: «Allah, bütün insanlara ellerinden alınmayacak ve başkasına devredilmeyecek haklar bağışlamıştır. İşte bu sebepledir ki, her insan, hür olmak hakkına sahip olduğunu iddia edebilir.»
 
ALLAH'A SIĞINDIK
 
Amerika ihtilâlcileri dinî inançlarını bütün yasalarına sokup «Allah'a sığındık» diye paralarının üzerine damga vurmuş, bütün müesseselerini bu iman ve inanç üzerine oturtmuşlardır. Ve o cesurâne İnsan Hakları Yasasında ibadet hürriyetine hangi yeri vermişlerdir bilir misiniz? İlk maddeyi. Bu, bir tesadüf değildir.
Dedelerimiz ancak Allah’a inanan insanların zulmü yıkabileceğini, kendilerini ve başkalarını hürriyete kavuşturabileceğini ispat etmişlerdir. Daima yenilenen kendi imanımızın bugünkü zalimlerin tehdit ve husumetine müsavi olduğunu ispat etmek de bizim vazifemizdir.
Hiç bir şekilde münakaşa edilmeyecek şu basit hakikatla karşı karşıyayız.
 
Amerikan Cumhurbaşkanı Ne Diyor?
1— «Ruslar tarafından göz dikilen Ortaşark bugün beynelmilel komünizmin her zamandan fazla üzerinde durduğu bir gaye halini almıştır.
2— Sovyet idarecileri gayelerine varmak için her vasıtayı mubah gördüklerini her vesile ile göstermeğe devam etmektedirler. Ortaşark, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi üç büyük dinin doğum yeridir. Mekke ve Kudüs haritadaki yerlerden çok daha fazla mâna ifade eden yerlerdir. Onlar ruhun maddeye üstün olduğunu ve fertlerde hiç bir despotik hükümetin hâkim olmağa hakkı olmadığını öğreten dinleri sembolize ederler. Eğer Ortaşarkın bu mukaddes yerleri Allah’a inanmayan bir materyalizmi şa'şaalaştıran bir idarenin eline geçerse, hakikaten tahammül edilmeyecek bir şey olacaktır... Türk ve Amerikan milletleri sulhu arzu etmektedirler. Fakat Allah’a inanan hür insanlar olarak tahakkuk ettirmeğe çalıştığımız sulh, Kur'an’ın ve İncil'in, insanın yeryüzündeki hayatı için esas olduğunu öğrettiği şahsî hürriyet ve insanî prensiplere dayanan âdil ve devamlı sulhtur. Bu gayeden inhiraf etmeyeceğiz. Ve onu tahakkuk ettirmek için prensiplerimizden tavizde bulunmayacağız... Prensiplerimize kat'î sadakat ve Allah’a iman ile arzuladığımız gayeleri tahakkuk ettirmek için elimizden geleni yapacağız. Komünizme karşı mücadelemiz Allah’ın kudretine inananlarla inanmayanlar arasındaki bir mücadele değil de nedir? Komünistler bunu biliyorlar. Onlar bütün inanç sistemlerinden Allah’ı dışarı çıkarmak zorundadırlar. Zira Allah içeri girince, komünizm dışarıya çıkmaya mecbur olur.»
 
Ayzenhover'in belirtmiş olduğu üzere, bu günün büyük mücadelesi her yerde ve bilhassa Ortaşarkta Allaha inananlarla inanmayanlar arasında cereyan etmektedir. Ve komünizmin taarruzunu da durduran Allah'a olan imandır. Ve işte bunun içindir ki, komünistler de her yerde taarruzlarını önleyen ve sızmalarını akim bırakan, oyunlarını ve hesaplarını bozan Allah’a olan imanı cemiyet ve vicdanlardan söküp atmak için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Cemiyetleri ve vicdanları Allah’a bağlılıktan ayırmak için çeşitli metotlara başvurmakta ve kademeli şekillerde çalışmaktadırlar. Macaristan, Küba ve Cezayir bunun müşahhas misallerindendir. Komünistlerin hedef ve gayelerini ise aşağıda nakledeceğimiz cümleler hiç bir tereddüde yer kalmayacak şekilde gösterecektir:
 
Komünistler Ne Yapmak İstiyorlar?
Her nevi dinin köklerini dünya yüzünden kazımak da baş gayelerimizden biridir. Komünizm nizamının en büyük düşmanı Allah’tır. Allah’a olan imanı çürütmek için bütün kuvvetimizle çalışmalıyız... Marks ile Engels'in bir kaç defa beyan ettikleri veçhile, Marksizmin felsefî temelini diyalektik materyalizm teşkil eder.... Bu materyalizm ateisttir, bütün dinlerin amansız düşmanıdır.” (Lenin Külliyatı, 1947-Moskova).
 
Hurafelere hücum parolası dine tecavüzün maskelenmiş şekli olduğunu ise Stalin'in şu cümlesi göstermektedir: «Biz dini hurafata karşı propaganda yapıyoruz ve propaganda yapmakta devam edeceğiz. Parti dine karşı tarafsız kalamaz. Bütün dinlere ve dinî hurafelere karşı din aleyhtarı propaganda yapmaktadır.»
 
Sosyalizm bayraktarlarının dine niçin tecavüz ettiklerini ise komünistlerin şu şekilde itiraf ettiğine şahit olmaktayız:
Sovyet devletinde sosyalist bir cemiyet kurulduğu esnada dinin içtimaî kökü kurutulmuştur. Sovyetler Birliği şartları dâhilinde din, insanların şuurunda mazinin kalıntılarını teşkil eder. Bu dini kalıntılar emekçilerin siyasî terbiyesi noksan olan kısmının sosyalist cemiyetinin kuruluşuna şuurlu iştirak etmesine mâni olmaktadır. (Din ve Dinsizlik Tarihi Meseleleri adında Sovyetler Birliği İlimler Akademisi tarafından neşredilen resmî ve kollektif eserden.)
 
Komünistlerin Tek Korktuğu İslâm
Gençliği Allah’a imandan sıyırmakla kalmayıp Allah inancının filizlenmesine de imkân vermek istemediklerini ise Genç Komünist Dergisinin Haziran 1947 sayısında şu şekilde ifade etmişlerdir:
“Genç komünistlerin yalnız tam mânasiyle Allah’sız olmaları kâfi değildir. Gençler arasında batıl bir itikat ve dinî inanışların yayılışına karşı da faal olarak mücadele lâzımdır.”
 
Din düşmanlığından hiç bir surette vazgeçmediklerini Nikita Kruçef 22 Eylül 1955 tarihinde Moskova'yı ziyaret eden bir Fransız heyetinin başında bulunan Fransız Millet Meclisi Başkanına şu şekilde açıklamıştır:
“Komünizm dine karşı olan muhalefetini değiştirmemiştir. Bizler dinlerin uyuşturucu tesirlerini yok etmek için elimizden gelen bütün gayretleri sarf ediyoruz.”
 
Bu düşüncenin Moskova'da yayınlanan İzvestiya ve Pravda gazetelerinin 24.12.1958 tarihli nüshalarında ise şu şekilde ifade edildiği görülmektedir:
«Sovyet halkının fikirlerini, dinî fikirlerden temizlemek için daha fazla gayret sarf etmek mecburiyetindeyiz. Dini fikirleri ve Allah’a bağlılığı tamamen öldürmek için ilmî ve siyasî fikirleri daimî surette yaymamız lâzımdır.»
 
Dindarlara karşı sert cezaî tedbirler alınması da komünist prensip ve talimatı icabındandır. Münih'te yayınlanan Dergi Mecmuasının 26-27’nci sayısının 63’üncü sayfası da Sovyet gazetelerinden nakledilen şu cümle bunu göstermektedir:
«Bütün Sovyet ideoloji kurumlarının gayreti dinî itikatların tamamıyla kökünün kesilmesine doğru yöneltilmelidir. Ve dinle mücadele işinde içtimaî telkin ve tesir tedbirlerini muhakkak sert idarî ceza tedbirleriyle birleştirmek gerekir.»
 
Aynı mecmuanın 30’uncu sayısından iktibas edilen şu cümle de dindarların evlerindeki toplantılarının ise ayin yapıyorsunuz diye nasıl dağıtıldığını vicdan sahiplerini düşündürecek şekilde ifşa etmektedir:
“Azerbaycan komünist partisinin başı Azerbaycan'da 40 yıldan bu yana yapılan dinsizlik propagandasının beklenilen neticeyi vermediğinden şikâyetçidir... Ahundof diyor ki: Din aleyhinde yapılan propaganda asla tatminkâr değildir. Bütün bu yerlerde aldırışsızlığımızdan faydalanan dindarlar hususî evlerde toplantılar tertip ederek kanunlara aykırı âyinler düzenliyorlar. Bütün bunlardan gereken neticeleri çıkarmamız ve Allah’a inanmama propagandasını kuvvetlendirmek suretiyle ciddî tedbirler almamız bir zarurettir.”
«İslâm Muazzam Bir Kuvvettir» Sözü geçen derginin 13’üncü sayısında «Sovyetler Birliğinde İslâm Dinine Yeni Hücumlar» başlıklı makalede komünist kaynaklarından iktibas edilen şu cümle de komünistlerin niçin diğer dinlerden çok İslâmiyet’le mücadeleye giriştiklerini ve bilhassa Müslümanlara hürriyet vermekten kaçındığını göstermektedir:
“Müslüman propagandasına hürriyet verilmesi tasavvur olunuyor. Bu korkunç bir iştir. İslâm bir dakika için olsun silâhını elinden bırakmayan muazzam bir kuvvettir. İslâm iman ve taassubun kuvvetidir. Ve bütün İslâm dünyasında malik bulunduğu birleştiricilik kabiliyeti itibariyle dünyada eşi bulunmayan bir dindir. Manevî sahada onunla mücadele imkânsızdır.”
 
İslâmiyet’le bağlarını kopartamadıkları Müslümanların bu hallerinin mes'uliyetini parti liderlerine, idarecilerine ve terbiyecilerine yükleyen Nikita Kruçef aynı zamanda İslâmiyet karşısında uğradığı mağlûbiyeti de adetâ feryad ederek şu şekilde itiraf etmektedir:
«Görüyorum ki, aradan kırk seneden fazla zaman geçmesine rağmen, Türkistanlılar daha komünist olmamışlardır. Buna sebep nedir? Beş Türkistan Cumhuriyetinde komünist partisine kayıtlı olan azaların sayısı 778.000. Bu yekûnun da ancak 379.000’i Türk. Halbuki bu bölgede 30-40 milyona yakın Türkistan halkı var. Demek oluyor ki, halkla komünist partisi liderleri arasında büyük bir boşluk var. Bunun mes'ulü sizlersiniz. Zira bunların Ruslaşmalarına mâni olan, İslâm dini, millî dilleri, an'aneleri ve adetleri ile rabıtaları kesilememiş ve dış Türklerle olan bağları kopartılamamıştır. Ey muallimler! Mülkî âmirler, liderler! Yoksa siz de mi halktan yanasınız?»
 
Yaptığımız nakillerden anlaşılacağı üzere, komünist nizamın en büyük düşmanı îman-ı Billah’tır. Komünist tecavüzünü durduracak tek kuvvet ise, ancak İslâmiyet’tir.
Bu hakikati ise hakperest birçok garp mütefekkirlerine tercüman olarak Arthur Pelegrini şu şekilde ifade etmiş bulunmaktadır:
«Dünyada birçok ideler, imanlar ve sistemler sarsılıp çöktüğü halde, İslâmiyet tek bir sistem, tek bir iman ve tek bir düşünce gibi metanetle ayakta durmaktadır.»
 
Sayın Başkan!
 
Hür dünya ve komünist liderlerinden yaptığımız nakiller, büyük savaşın; esasında dinsizlik ile dindarlık, Das Kapital ile Kur'an arasında cereyan ettiğini, Hıristiyan dinini mağlûp eden bu müthiş tauna karşı, ancak İslâmiyet’le karşı çıkılabileceğini ve bunun için de Allah’a olan imanın kuvvetlendirilmesi ve Nur-u Kur'an’a sarılmak gerektiğini ve bilhassa milletimizin mevcudiyetini devam ettirmesinin ancak İslâmiyet’e ve İslâmî an'anelerimize dört elle sarılmak suretiyle mümkün olduğunu, aksi takdirde mahv u perişan olunacağını göstermektedir.
 
BEDİÜZZAMAN NE DİYOR?
 
Son zamanlarda teslim olunan bu hakikati Bediüzzaman ise yarım asrı mütecaviz bir zamandan beri şu şekilde beyan edegelmiştir:
“Kâinatta dinsizlik ile dindarlık Âdem Aleyhisselâm zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes'elemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan hücumun doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar... Bana ıstırap veren, İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı, şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi, şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kal'ası tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatları düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kal’asının istikbali selâmette olsa.... Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı, İslâm cemiyeti, ne gibi çarelerle karşı koyacak? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kal'asını küfrün çürük direkleri tutamaz, onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum... Ben cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'anın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur...”
 
TEK GAYE
 
“Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor, halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün kuvvetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki Bolşevikler olsun.
“Bu iman düşmanlarına karşı ... beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslâhına ve memleketin imanına, Atlanın birliğine hizmet edeyim...”
 
İMAN İLMİ
 
“İman ilmînden ibaret olan Risale-i Nur cüzleri emniyet ve asayişi tesis ve temin ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder... Acaba idarece ve asayişi muhafazaca bin imanlı adam mı, yoksa on dinsiz serseri mi kolaydır? Evet, iman güzel seciyeleri vermekle hem merhamet hissini ve hem zarar vermekten sakınmak meylini verir... Bu vatanın ve milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nurun yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Demek Risale-i Nurun ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler...
“Efendiler! Siz ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat’iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü: Risale-i Nur ve hakiki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gayet büyük bir hizmet; ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmağa çalışıyorlar.
“Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmağa yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.”
 
BİN YIL KUR'AN HİZMETİNDE
 
“Evet, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra; dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh-u caniyle Kur'an’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.
“Evet, efendiler, gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi, Rıza-yı İlâhi ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmağa çalışmaktır; fakat, dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin biçareler kısmını dalaleti mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim; dalaleti mutlakaya düşer, anarşist olur. Daha idare edilmez. Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaytlık gösterildiği halde, elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyen men ettiği gibi, Risale-i Nuru, hem şakirtlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.”
 
ŞANLI ORDU: TÜRK MİLLETİ
 
“Madem hakikat budur, Adliyelerin, değil beni ve onları itham etmek, belki, Risale-i Nuru ve şakirtlerini himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında bu millet ve vatanın hakiki düşmanları Risale-i Nura hücum edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevkediyorlar.
 
“Bin seneden beri Alem-i İslâmiyet'i kahramanlığıyla memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri, eğer şimdi eski zaman gibi kahramancasına Kur'an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya Hakaik-i Kur'an’iye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız; size kat'iyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle ispat ederim ki, Âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk Milletine bir adavet ve şimdi Âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûp olup, Âlem-i İslâm’ın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet vereceksiniz.
 
“Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i muttaki ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak, İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür.”
 
KUR'AN KUVVETİ
 
“Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri, her şeyden evvel bu mümteziç, müttehit milliyetin can damarı hükmünde olan Hakaik-i Kur'an’iyeyi, terbiye-yi medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah... Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil, eğer dinini bıraksa, anarşist olur, hiç bir kayıt altında kalamaz. İstibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiç bir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip, sizin zekâvetinize havale ediyorum.
“Bu asrın, Kur'an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya'dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifemizdir.
“Ekser enbiyanın şarkta ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta ve Avrupa'da gelmeleri Kader-i Ezelinin bir işaretidir ki; Asya'da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen Asya'da hüküm süren, dindar olmasa da, din lehine çalışanlara ilişmemen, belki teşvik etmelidir...”
 
İMANIMI KURTARMAĞA KOŞUYORUM
 
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de.... Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim ezâ kalmadı.... Memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki Said bugün topraklar altında çürümüş gitmişti... Bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda, nefsimi, dünyamı da feda ettim. Helâl olsun; onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur hiç olmazsa bir kaç yüz bin kişinin imanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım. Fakat hayatta kalıp da, zahmet ve meşakkatlara tahammül ile bu kadar kimsenin imanının kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun.
“Cemiyetin iman selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu... Cemiyetin imam namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'an’ımız yer yüzünde cemaatsız kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.
“Bana, sen şuna buna niçin sataştın diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmağa koşuyorum, yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var! O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler...”
 
HEDEFİMİZDE YÜRÜYORUZ
 
Kararnamede, kelimeler üzerinde oynanılıyor. Bir kelimenin, kasdî olmadığı halde, bir mânasında tariz çıkarıyorlar. Halbuki, Risale-i Nur'da hedef bütün bütün ayrı olduğundan kelimatındaki kasde makrun olmayan tarizler değil, belki tasrihler de bulunsa, şayan-ı afv ve müsamahadır. Bu noktayı izah eden bu misâl mîkyasdır. Meselâ:
Ben bir maksadımı hedef ederek yoluma koşup gidiyorum. İhtiyarsız yolumda koşarken büyük bir adama çarpıp, o adam yere düşse, desem: «Efendim, affet! Ben maksadıma gidiyordum. Bilmeyerek çarpıldım.» Elbette affeder ve gücenmez. Eğer kasdî olarak bir parmağı o adama taciz suretinde kulağına iliştirmem, hakaret telâkki edecek ve benden gücenecek... Risale-i Nur'un hedefi iman ve ahiret olduğundan harekât-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın siyasetine çarpsa ve şiddetli kelimat bulunsa, şayan-ı afv ve müsamahadır. Maksadımız size ilişmek değildir, hedefimizde yürüyoruz.
 
Sayın Başkan!
 
Bu nakillerden dahi anlaşılacağı üzere, İslâmiyet'in, bilhassa iman esaslarını kuvvetlendiren, Tevhid, Nübüvvet, İbadet, Haşir ve Adalet esaslarını akla dahi kabul ettiren eserleriyle Bediüzzaman, gerçekten İslâmî imanı kuvvetlendirmekte, taklitten tahkike yükseltmekte; din aleyhindeki cereyanların tahribatını önlemekte; menfî cereyanlara karşı bir sedd-i Kur'anî teşkil etmekte; manevî yaralara merhem olmakta; ebedî saadetin anahtarlarını göstermekte; uhuvvet, tesanüd ve muhabbeti artırmakta; kin, adavet ve intikam hislerini silmekte; insanları menfî hareketlerden, tahribatçılıktan, anarşistlikten uzaklaştırmakta; Nur-u İlâhiyi, Nur-u Muhammedi Aleyhissalatü Vesselamı, Nur-u Kur'an’ı yaymakta ve «Kur'anın muhkemat karasına gir, Sünnet-i Seniyeyi rehber yap, selâmeti bul, kurtul» diyerek insanlığa kurtuluş yolunu göstermektedir.
Laik devletin Başvekâletine bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu da Nurculuk tesmiye edilen bu ekolün mahiyetini şu şekilde açıklamış bulunmaktadır:
«Nurculuk bir tarikat veya mezhep olmayıp Said Nursî adındaki zatın son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı Kur'an-ı Kerim âyetlerini ele alarak Risale-i Nur namiyle yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler imanî fikirlerle birleştirmeğe çalışmaktadır.»
 
Bediüzzaman gibi hayatlarını bu gayeye vakfeden müvekkillerim de, onun külliyatını neşretmek suretiyle İslâmî imanı kuvvetlendirmeğe ve komünizm âfetinin, mütecaviz dinsizliğin tahribatını önlemeğe çalıştıkları gibi, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ını neşretmek suretiyle de aynı gayeye hizmet etmek istemişlerdir.
 
ALLAH'A KUL OLAN
 
Müvekkillerim cemiyetteki manevî tahribattan, karakter ve ahlâk buhranından şikâyetçidirler. İman ve prensip sahibi örnek şahsiyetlerinin ve ideallerinin tanıtılmasının cemiyetin ahlâk ve iman terbiyesinde büyük rolü olduğuna inanmaktadırlar. Bu sebeple kendini bildiği andan bugüne kadar anarşizmin, komünizmin, sair iman ve İslâm düşmanı gizli dinsiz komitelerin, tek kelimeyle küfr-ü mutlakın mâna ve madde dünyasında ateşlediği yangını söndürmek, tahribatı önlemek, imanları kurtarmak için mücadele eden; masumların zarar görmesi ihtimaline binaen menfî hareketleri daima önlemeye çalışan; Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmeyen; «Allah'a kul olan kullara kul olmaz» prensibiyle demokratik zihniyete kuvvet veren; hiçbir tehdit ve tehlike, söylenmesi gereken hakkı ilân etmekten kendisini alıkoyamayan; her türlü menfaati reddedip yalnız ve yalnız Rıza-yı İlahiye teveccüh eden; bir cani yüzünden on masuma zarar gelmemesi için rahatını, şerefini, haysiyetini hatta lüzum olsa hayatını feda etmeyi göze alan; her türlü tazyike sabır hududunu çok geniş tutarak tahammül eden; bir insanın imanını kurtarabilmek için uhrevî saadetinden vazgeçip cehenneme girmeyi dahi göze alan; netice olarak şöhretperestliği değil, Allah rızasını, hodgâmlığı değil, diğergâmlığı, şiddeti değil, müsamahayı; intikamı değil affı, kini değil sevgiyi, kibri değil tevazuu, adaveti değil muhabbeti, zulmü değil şefkat ve merhameti, menfiyi değil müsbeti, tahribi değil tamiri, küfrü değil imanı, zulmeti değil Nuru tavsiye eden; yirminci asır İslâm dünyasının eşsiz şahsiyeti Bediüzzaman Said Nursî'nin hayatını yazmanın hangi kanaatte olursa olsun eseri okuyan her insan üzerinde mânevi bakımdan müsbet tesir bırakacağına, örnek teşkil edeceğine kani olmuşlar ve «BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ, TARİHÇE-İ HAYATI, ESERLERİ — MESLEK VE MEŞREBİ» adlı Mustafa Sungur tarafından yazılan eseri Tahsin Tola ve Said Özdemir yayınlamışlardır.
 
Eser dikkati bilhassa komünizm tehlikesine çekmekte ve bu âfeti önlemenin çarelerini göstermekte, bu yangını ancak Nur-u Kur'an’ı aksettiren Risale-i Nur'un söndürebileceğini, imanları ancak küllî olarak onun kurtarabileceğini eserin 391 inci sayfasında Bediüzzaman şöyle beyan etmektedir:
 
«Hıristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevi istilasına mukabil Risale-i Nur, Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir... Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasileri sür'atle Risale-i Nuru tabettirerek resmi neşretmeleri lâzımdır ki, bu belaya karşı siper olsunlar.»
 
MÂNEVİ FELAH VE SAADETE NAİL OLACAKSINIZ
 
Eserin 395 inci sayfasında bu hakikatin Mustafa Osman adlı Kur'an Şakirdi tarafından şu şekilde ifade edildiğine şahit-olmaktayız:
“Kızıl Rusya'dan çıkarak kızıl ateşler, kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran; bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine, «Kardeşini öldür!» diye bağıran ve en nihayette âlem-i Hıristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra Âlem-i İslâm mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm gibi azim bir yangına karşı itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur, Müslümanların ve beşerin en büyük ve yegâne tahassungâhı ve en büyük melce'idir.
“Ey Fahr-i Âlemin gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın fâni meta'larına gururlanıp taşanlar!    Ey «dünyamıza zararı olur» korkusuyla Nur-u Kur'an’dan kaçanlar; küfr-ü mutlak ateşinin bizleri sardığı bir zamanda ancak ve ancak en müstahkem ve en kavi ve yıkılmaz ve sarsılmaz bir tahkimat olan Risale-i Nur'un Nuranî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kutsiyesine girmekle kurtulacaksınız. Ve idam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü, bir hayat-ı bakiyeye tebdil edeceksiniz.... Ve Nurlara çalışmakla her birerleriniz, maddî ve manevî felah ve saadete nail olacaksınız! Böyle olan milyonlarla Nur talebeleri bu hakikate şahittirler.»
 
Rahmet-i Rahmana kavuşan Hasan Feyzi Merhumun eserin 429 uncu sayfasında yayınlanan şu kıt'aları ise bu hakikatin bir başka şekilde ilânını ihtiva etmektedir:
 
Kızıl ejder yuvamıza girmesin,
Zehirli eli yakamıza ermesin;
Karşı durup Nurun fırsat vermesin,
Ey seyf-i Rahmet-i Âlem Risale-i Nur!
 
Kara duman üstümüzden sağılsın.
Kızıl, alev sönüp âlem ayılsın,
Bu zaferin haşre kadar anılsın,
Ey Zülfikâr-ı Rahmet-i âlem Risale-i Nur!
 
SAYIN BAŞKAN VE SAYIN HÂKİMLER!
 
Müvekkillerimizin tek maksadının İslâmî imanı kuvvetlendirmek suretiyle komünizm yangınını söndürmek Risale-i Nuru, Bediüzzaman’ı izah ve müdafaa etmek olduğunun artık anlaşılmış olacağını sanmaktayım...
 
Komünistler halk tarafından sembolleştirildiği kabul edilen şahıs veya fikirleri her zaman istismar edegelmişlerdir. Bu husus bir müddet evvel Moskova'da toplanan Komünist muharrirler kongresinde kabul edilen 18 maddelik talimatın 8. maddesinde de şu şekilde ifade edilmiştir:
«Halkın çok sevdiği ve artık terk edemeyeceği millî simaları ve kahramanları kendinize bayrak yapacak, onların fikir ve düşüncelerini kendi açınızdan yorumlayacaksınız.»
 
Pariste yayınlanan Est et Ouest dergisinin 1-15 Ocak 1960 tarih ve 228 sayılı nüshasında S.S.C. Birliğinde Dine Karşı Yeni Taarruz başlıklı makaleden öğrendiğimize göre 1957 yılında toplanan Pan Sovyetik Din Aleyhtarları Konferansında varılan kararlardan bir kısmı da şunlardan ibarettir:
Fazla tefsirlerde bulunmadan, sadece müsbet ilimlerin kıymet taşıdığına dair propagandaya kuvvet vermek, komünizme medeniyetçi ve ilerici bir kıymet atfetmek....”
Komünistlerin Türkiye ile ilgili düşünce ve niyetlerinin bilinmesi hem maznunların kastlarının daha sarih olarak anlaşılmasına ve hassasiyetlerinin Heyetinizce takdir edilmesine sebep olacaktır kanaatindeyim. Şöyle ki:
 
TÜRKİYE'YE HÂKİM OLMAK İSTİYORLAR
 
Türkiye, Rus Çarları için olduğu gibi komünist şefler için de daima en mühim hedeflerden birisi olmuştur. Anadolu’da İstiklâl savaşı devam etmekte iken komünistleri Ankara'da temsil eden Medivani Tiflis’te, Refkom’da gizli bir toplantıda 6 Temmuz günü bu niyetlerini şu şekilde açıklamıştır:
«Komünist Partisinin Türkiye'de faaliyeti için para ve zahmetten çekinmemelidir. Çünkü bu mesaî müfit semereler verecektir. Türkiye'de gerek dâhili inkılaptan sonra veyahut zorla komünizmi tesis edebilirsek, hem kendimizi kurtarmış, hem de kapitalist Avrupa'ya karşı büyük bir darbe vurmuş oluruz. Sovyet Türkiye elimizde oldukça biz küre-i arzda yalnız değiliz. Bugünden itibaren büyük bir ciddiyet ile bolşevizm propagandasını tezyide çalışmalıyız. Ve Moskova’daki bütün yoldaşlara Türkiye'de bulunan yoldaşlara muavenetlerini rica etmeliyiz.
“Türkiye vasıtasıyla kendi arzularımızı şark İslâm âlemine dikte ettirmek, Hindistan'da isyan çıkarmak ve bütün şarkı inkılâbın kırmızı bayrağı altında toplamak: İşte Sovyet Türkiye'nin, Sovyet Rusya için en kıymetli mânası
 
Komünistlerin Rusya'da dinlere ve bilhassa İslâmiyet’e karşı taarruza giriştikleri esnada Türkiye'de ne şekilde hareket edilmesini istediklerini gösteren talimatlarının üç maddesi şundan ibarettir:
Üç Madde
«1— Türkiye'de başlamış olan laiklik cereyanı dejenere edilerek dinsizlik halini alması için mümkün olan her şeyi yapmak,
2— Türkiye'de din duygularını körletmek,
3— Türkçeyi dejenere etmek» (Millet Mecmuası 12 ve 22. sayılar)
 
KOMÜNİZME ZEMİN
 
Türkiye'de komünizme zemin hazırlamak için girişilen faaliyetlerin netice vermesi için komünistlerin vardıkları kararlardan birisi de şudur:
Türkiye'de gelişmekte olan demokratik inkılapları dejenere etmek lâzımdır. Türkiye'nin demokratik gelişmesi Türk halkının büyük anlayışla birbirine sarılmasını intaç eder. Halbuki böylece MANEVİYATI KUVVETLENECEK BİR TÜRKİYE YERİNE bir kördöğüşü manzarası veren ve içtimaî nizamını kaybetmiş bir Türkiye ihdası lâzımdır.” (Millet Mecmuası, T. 21 Ağustos 1947, S. 81)
 
Komünistlerin nasıl suret-i haktan görünerek her fırsatta, yayılmalarını önleyen dini, dinî müesseseleri ve dine bağlı devletleri bertaraf etmek için çalıştıkları malumdur. İngiliz Müstemlekât nazırlarından birisi Kur'an-ı Kerim’i göstererek mecliste yaptığı bir konuşmada:
«Bu Kur'an, İslamların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'anı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'an'dan soğutmalıyız.» derken komünizmi modernize eden Karl Marks’ın ise, aynı hedefe varmak için «Şark Mes'elesi» adlı kitabında:
«Türklerin İstanbul'a hâkim olmaları garp medeniyetinin şarka doğru yayılmasına bir engel teşkil eder. Çünkü Türk idaresi din esasına dayanır. İstanbul'a hâkim olan idare ise tamamıyla laik... bir idare olmalı.» dediği görülmektedir ki, Karl Marks'ı örnek alan komünistler açıkça harekete geçemedikleri ve davalarının propagandasını açıkça yayamadıkları zaman hedeflerine varmak için bir merhale olarak kabul ettikleri lâikliği de istismar etmişler ve hatta bu prensibi anayasaların ilk maddeleri arasına da koymuşlardır. Türkiye'deki uşakları ise dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi laikliği dine karşı bir tecavüz silâhı olarak kullanmışlardır. Bunlardan resmî makamlara sızanlar ise aşağıdaki yazılardan anlaşılacağı üzere dini neşriyatı dahi önlemek yoluna gitmişler ve makamlarının verdiği nüfuzdan istifade etmişlerdir.
 
RESMÎ MAKAMLARA SIZANLAR
 
Türkiye'de kurulan gizli komünist partilerinden birisine girdiği ve komünist propagandası yaptığı için mahkemeye sevkedilen ve bir müddet hapiste yattıktan sonra affedilen ve Kadro Mecmuasında da çalışan Vedat Nedim Tör Matbuat Umum Müdürlüğünde vazifeye geçtikten sonra Dahiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü başlıklı, 653 sayılı, 17 Mayıs 1943 tarihli ve Hazret-i Muhammed'e Dair notunu ihtiva eden şu tezkereyi yazmıştır:
Biz her ne şekil ve suretle olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz....” İmza Matbuat Umum Müdürü V. Nedim Tör.
 
Matbuat Umum Müdürlüğü İstanbul Bürosunun 651 sayılı ve 27.4.1942 tarihli ve mahrem işaretli olarak gazetelere gönderdiği şu tamim de aynı zihniyetin bir başka delilini teşkil etmektedir:
«Gazetelerin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahis bazı yazı, mütalaa, ima ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra bu mevzu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale, bant, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlanmış bu kabil tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi rica olunur.»
 
Sayın Başkan!
 
Maznunları harekete getiren ve şiddetli tenkitlerde bulunmağa sevk eden hareketlerle ilgili bu yazılar üzerinde tefsirde bulunmağa lüzum hissetmiyorum. Yalnız bu bahse son vermeden önce komünistlerin cemiyet içinde devlet dairelerinde yayılmış olmakla kalmayıp şaire «Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın» dedirtecek tarzda Birinci Büyük Millet Meclisi kürsüsünde komünistleri, müdafaaya cür'et ettiklerine delil olarak da Türkiye'deki komünist faaliyetleri ve komünizm, Komünist - Rusya aleyhinde konuşan Erzurum Meb'usu Hüseyin Avni Beyi protesto için kürsüye çıkan Bursa meb'usu Muhiddin Baha’nın konuşmasına ait meclis zabtını okuyacağım:
“Muhiddin Baha Bey (Bursa) — Efendiler pek çok söyleyecek değilim. Yalnız Hüseyin Avni Beyin bir millete bihakkın vaki olan buğz ve kin tesiriyle meslek-i içtimaiyeye vaki taarruzu protesto etmek için çıktım. Burada bir komünist partisi vardır ve onun azası bir komünist partisi teşkil etmekle en büyük bir vazife-i içtimaiye, bir vazife-i vataniye ifa ettiklerinden emindir. ....Bolşevikler de milletin arzularına müracaat ederek hükümetlerinin teşekkülünü kabul etmişlerdir. (Gürültüler.)
“Nafiz Bey (Canik) — Orası komünist propaganda kürsüsü değildir. (Gürültüler.)”
 
Sayın Başkan!
 
Bütün bu izahattan anlaşılacağı üzre komünistler meclis kürsüsünden Matbuat Umum Müdürlüğüne kadar ellerine geçirdikleri makam ve kürsüleri komünizme zemin hazırlayacak şekilde istismar etmişler ve Moskova tarafından desteklenmişler ve dini bertaraf etmek ve dinsizliği hâkim kılmak için çalışmışlardır.
 
Köy Enstitüleri
 
Köy Enstitülerinin de aynı şekilde komünistler tarafından nasıl komünist yatakları haline getirilmek istendiği, kısmen de bunda muvaffak olunduğu ve zamanın Maarif Vekili M. Reşat Şemsettin Sirer'in millete tercüman olarak giriştiği teşebbüs neticesinde zararsız hale getirildiği, Enstitülerde oynanan kızıl oyunun aktörlerinden olduğu kabul edilen Hasan Ali Yücel'in nasıl Mareşal Fevzi Çakmak tarafından itham edildiği ve Hasan Âli'nin; “Komünistleri himaye ettiğini söylediğiniz o vekil ben miyim?” dediği, Profesör Kenan Öner'in nasıl «Evet o vekil sizsiniz!» dediği, işin nasıl mahkemeye intikal ettiği ve Ankara Asliye Ceza Mahkemesi de görülen dâvada büyük hukukçu Saffet Ünen tarafından yüzlerce şahidin dinlenmesinden sonra Hasan Ali'nin Komünistleri himaye ettiğini hükme bağladığı ve Halil Özyörük'ün başkanlığındaki temyiz heyeti tarafından hükmün usul noktasından bozulduğu ve bu dâva esnasında Türkiye'deki komünist faaliyetleriyle ilgili kirli çamaşırların ortaya döküldüğü ve bilhassa köy enstitülerinin iç yüzünün açıklandığı malumdur. İşte bu köy enstitülerinden birinde okuyan ve komünistlerin dine, aileye, Allah'a, Peygamber'e nasıl taarruz ettiklerine, milleti gerilikten kurtarıp ilerleteceklerini ve ancak bu suretle muasır medeniyet seviyesine çıkaracaklarını söyleyerek genç nesilleri nasıl komünizm batağına sürüklemek istediklerine vakıf olan müvekkilim Mustafa Sungur'un derlediği dâva mevzuu kitapta komünizme ne şekilde ve hangi sloganlarla zemin hazırlandığından bahsedilmesinin sebebinin artık anlaşılmış olacağı şüphesizdir.
 
Av. Bekir Berk