Ne(sir), Ne de Şiir; Hepsinde Aynı Sihir

Ne(sir), Ne de Şiir; Hepsinde Aynı Sihir

Mustafa ORAL'ın yazısı...

Ne(sir), Ne de Şiir; Hepsinde Aynı Sihir
 

Hüseyin Akın kırk yaşında. Şair, yazar, gazeteci, editör... Bu güne kadar ürünlerini aralarında Kardelen, Düşçınarı, Ünlem, Kırklar, Endülüs, Yansıma, Yedi İklim, Derkenar ve Dergah gibi dergilerin  de bulunduğu bir çok dergide yayınlamış. Özülke Dergisinin (1992) yayın yönetmenliğini yapmış. Kırklar Dergisinin yayın danışmanlığında bulunmuş. Milli Gazete’de ve dergibi’deki yazılarına devam ediyor. Yayınlanmış dört şiir kitabı var: “Sevmek, Karanfil ve Kiraz” “Ay Tanığım Olsun”, “Çöl Vaazları”, “Kumaştan Çalan Terzi”. Nesir (!) türünde üç kitabı var: “Deneme Yanılma”, “Semtlere Göre Dualar”, “ Ateistler İçin Din Dersleri”. 

Hüseyin Akın, son iki-üç yılda yayımladığı yazı ve şiirlerle kendi yazın izleğinde köklü bir devinim ve değişim geçirdiği gibi, özellikle edebiyat dergilerinde yayımladığı yazı ve şiirleriyle şüphesiz edebiyat camiasının son yılların en fazla ürün veren kişisi oldu. Bu camiada çalışkanlığın ligi olsaydı herhalde liderlik onun olurdu. Kırk kere maşallah.

Hüseyin Akın hem şiirde ve hem de nesirde başarılı bir yazar. İçinde şiir geçen bir cümlede, içinden şiir geçen bir şairin eserinde edebi ürünün türü ne olursa olsun, her halükarda belirleyici olan şiirdir. Nesir ve şiir alanında beraberce ürün veren hiçbir yazar yoktur ki şiiri nesrinin önünde olmasın. Zira şiir yazan şairin elinde nesir şiirini şerh eden bir belge olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Her ne kadar bir şair şiirini yazarken poetikasını zaten ortaya koyuyorsa da, bazen şiirini ifade için nesre de ihtiyaç duyar. Bu yemekten sonra suya ihtiyaç duymak gibi bir şeydir. Zarifoğlu misalinde olduğu gibi ilk elden kolay hazmedilir şiirler yazmazsanız, bunları bir gün şerh etme ihtiyacı duyarsınız. Hüseyin Akın son iki şiir kitabıyla özgün bir tat yakaladı. İlk iki kitabı nispeten sade ve anlaşırdı. Belki bunlara çok fazla şerh gerekmiyordu. Ama son iki kitabı şerhi gerektirecek kadar sırlı ve şifreli. Ben Akın’ın

“Deneme Yanılma” isimli kitabını, genelde tüm şiir izleğini, özelde de son iki kitabını şerh eden bir eser olarak gördüm. Ben bu kitaba ilk etapta “Bir şair neden şiir yazar?” şeklinde bir sorunun karşılığını bulmak için okumadım. Bir şair şiirini oluştururken nelerden yararlanmıştır. Şiirini oluştururken ne tür kaygıları yedeğinde taşımıştır. Hayatın neresinde durmaktadır ki o bakış ve öngörü şiire dönüşmüştür. Şiirinin oluşmasına zemin hazırlayan nazar nasıl bir nazardır. Şair şiiriyle nasıl soru sormaktadır. Sorulara verdiği cevapları karşılayan mısralar ne kadar güçlüdür. Şair sadece soru soran bir adam değilse, o sorulara nasıl ve ne kadar cevap verebilmiştir. Ben kitabı bu soruları yedeğime alarak okudum.

“Deneme Yanılma” hakkında değerlendirmeye girmeden önce Akın’ın  “Deneme Yanılma” kitabı ile ilgili olarak dergibi’ye verdiği röportaja değinelim. Burada Akın bu kitabı ile şiirde neyin peşinde olduğunu ve ne yapmak istediğini anlatmaya çalıştığını ifade ediyor. Hiçbir şeyin yerinde durmadığı bir dünyada genelgeçer sözler söyleyen bir yazar imaj ve intibaı oluşturmak istemediğinden dem vurarak, kendisine en müsait alan olarak "deneme"yi seçtiğini belirtiyor. Okuyucunun ciddiyetini kaybettiği bir ortamda "sorumlu" bir yazar olarak değil, sadece bir yazar olarak kalmayı önemsiyor. Yanılgılarının da bir değeri olduğuna inanan Akın bunun için kitabına “Deneme Yanılma” ismini verdiğini söylüyor. Ve ekliyor: “Her deneme, içerisinde bir yanılma payı taşıdığı gibi, her yanılma da bir yaşamsal deneyiştir.

“Deneme Yanılma” Birun yayınlarından çıkmış. 155 sayfa ve üç bölümden oluşuyor: Eskizler, Eski İzler ve Küsurat. Yazar 20-25 yıllık yazın hayatının değişik dönemlerini imlediğini hissettiren üslup ve temalar zinciri ile kitabını örüyor. Bütün özgün sanatçıların önce dillerini, sonra da dünya görüşlerini değiştirdikleri görülür. Yani dünyalarını dilleri üzerine bina ederler. Zira yazar yazarak, sanatçı eserini ortaya koyarak düşünür. Akın’da benzer bir sürece işaret eden bir dil kurgusu var. Burada yazarın zamanla dilini dönüştürdüğünü, bu dönüşümün dünya görüşünde de ciddi değişiklikler yaptığını görüyoruz.

Kitabın ilk bölümü “Eskizler” adını taşıyor. Şiir merkezli yazıların bulunduğu bu bölümde “Yazar Hüseyin Akın”, “Şair Hüseyin Akın’ın poetikasının ip uçlarını veriyor. Genelde yazmanın, özelde de şiirin niçin var olduğu, niye konuşmanın susmaya, yazmanın da konuşmaya tercih edildiği üzerinde duruyor. Bunları ezberimizi bozan ifadelerle yapıyor. Mesela bunlardan birisi: “Cennette şiir yoktur”. Bu tespitini “İdealin yaşandığı bir ortamda şiirin söyleyebileceği bir şey kalmamıştır.” cümlesi ile açıyor. Daha sonra, yazmanın sonu gelmez bir eylem olduğuna işaret eden “Hiçbir şiir yeterince bitmez” tespitini yapıyor. Şüphesiz bitmiş bir yazı olmadığı gibi, bitmiş bir şiir de yoktur. Değil mi ki şiir şaşkınlıktan doğar. Ve insan kainat karşısında hayretini / şaşkınlığını sürdürebildiği müddetçe şiir yazabilir veya onun yerine ikame ettiği şeyleri devam ettirebilir. Ama buradaki şaşkınlığın, şiirin yazılmasına kaynaklık eden sırrın ifşa olması ve böylece şairin o şiirde anlatacaklarına artık aşina olduğunu unutmamalı. Şiir ülfeti kıran ve ortaya koyduğu şeyle insanı aşina kılan bir şeydir.  Akın da şiirin hayat karşısında duyulan şaşkınlıktan doğduğunu ifade ediyor.
Buradaki ülfet ve aşina kavramları bir sonraki yazıyla daha da anlamlanıyor: “Şairin gördüğü şey, baktığı şey değildir.” Evet şair şiirini yazarken, şiirin içindekiler şaire ayan olur, ve o beyan eder. Ama şairin gördüğü şey baktığı şey olmadığı gibi, o şiirde bizim gördüğümüzü sandığımız şey de çoğu kere şairin gösterdiği şey değildir. Burada dikkat çeken değinilerden biri de şiirin ve şairin yaşı ile ilgili tespitlerin olduğu yazı: “Genç Şair Değil, Genç Şiir”. Kendi adıma, oldum olası böyle bir tartışmanın ve sorgulamanın içinde olmadım. Şeytan taşlamaktan ibadete vakit bulamamak, usulle uğraşmaktan esas üzerinde düşünmeye ve konuşmaya bir türlü fırsat  bulamamak gibi bir yanılgıyı hatırlatır bu durum bana. Şiir olarak varamadığı bir sonuca, şair olarak varma hırsı gibi bir durum bu. Herkes bilir ki iyi şiir veya kötü şiir vardır. Genç yada ihtiyar şair yoktur. Ama bu tür hırsları olan birine birilerinin cevap vermesi gerekir ki, artık mesele bir an önce kapansın. “Ancak ahlaklı insanlar şiir yazar”, diye bir cümleye rastlamıştım bir ara. İnsan olmak, ahlaklı olmaktır. İnsan olmak/kalmak ayrımını iyi yapabilen ve insan olarak kalabilen herkes ya şiir yazar yada içinde bir şiir taşır veya içinde şiire dönüştürebileceği bir değer taşır.

İkinci bölüm: “Eski İzler”. Akın burada edebiyatın temel temaları olarak kabul edilen ölüm, intihar, dostluk gibi kavramlar hakkında düşüncelerini ifade ediyor. Bir yazıda, özellikle de bir deneme yazısında yazarın ne demek istediğini açık, sade, akıcı bir dille ifade edebilmesi en önemli özelliktir. Denemede yazarın kafasında bir sorunu çözmüş olmanın rahatlığı ve dinginliği ile eserini ortaya koyması ve bunu hemen çoğu kişinin anlayabileceği bir şekilde ifade edebilmesi çok önemlidir. Zaten şiirle denemeyi birbirinden ayıran en önemli fark da budur. Bu anlamda bu bölümdeki “Düşünüyoruz, Lakin Taşınamıyoruz” yazısı ilginç. Burada bir ezberi bozuyor Akın. Evet düşünmek ardından taşınmayı gerektirecek bir eylemi içinde barındırmalı. Fikir ve aksiyon gibi, Mekke’nin bir düşünme, Medine’nin bir taşınma olması gibi. Bölümün bir diğer yazısı da “Dostunuza Sahip mi, Yoksa Ait misiniz?” başlığını taşıyor. Bizde genelde ilişkiler habibden (sevgili) halile (dost) doğru işler. Yani önce (kendimiz için) severiz. Sonra dost oluruz. Benciliz ya, illa da bir menfaat ararız. Evet habibsiz halil olunmaz. Ama olaya biraz da halil tarafından bakmak gerekmez mi? Bir habib için en büyük zenginlik bir halili olmasıdır. İşte bunun için insan Allah’ın halili, Allah insanın habibi olmalı. Konuyu Ezra Pound’la bağlayalım: Bizden iyi olanlara acıyalım gel / gel dostum hatırla ki / zenginlerin uşakları var, dostları yok / bizim ise dostumuz var, uşağımız yok.” Akın bir sonraki yazıda intihar olgusuna değiniyor. İntihar kamil iman derecesine sahip birinden beklenemez şüphesiz. Meselelere iman penceresinden bakmayan hakikat arayıcılarının eninde-sonunda gelip dayanacağı yer ya delilik yada intihar. Batı tarihi Nietzsche, Rousseau gibi delilerle, S. Zweing, W. Wolf gibi intihar edenlerle doludur. Gerçeği söylemek gerekirse, imandan nasibi olmayan bir entelektüel /sanatkar için intihar ve delilik bir ödül iken, imandan nasibini alan için ise bir ceza ve zaaf alametidir. “Herkesin intihar etmek için bir nedeni (C. Pavese)” olduğu gibi, iman etmek için de bir nedeni vardır. Tercih sizin. “Söz Sahibi Erkekler, Söz Konusu Kadınlar” adlı yazıda kadının menfi taraflarına atıflarda bulunan Molla Cami’den alıntı yapmış Akın. Molla Cami’den bunu hiç beklemezdim. Şaşırdım. Hak da verdim. Cami’ye göre erkek kadına yeryüzünden verilebilecek hemen her şeyi verir. Ama öyle bir an gelir ki kadın patlayıverir: “A canımı mahveden, ömrümü kısaltan herif, hiçbir zaman senden bir şey görmedim.” Müspet veya menfi, şu kainatta cereyan eden hemen her tarihi olayın altında kadının imzası vardır. Mesela güzellik abidesi (!) Kileopetra’nın burnu biraz uzun olsaymış, bir çok savaş çıkmayacakmış. Peki o Muhammed  Mustafa’nın (sav) eşi Hz. Hatice olmasaydı kaç yürek huzura ve sulha ulaşabilirdi ki. Kadınlar erkeklerin dünleri, düğünleri, yarıları ve yarınlarıdır. Bazı kadınlar dün gibidir. Misal Kileopetra. Bazı kadınlar yarın gibidir. Misal Hz.Hatice (ra). Bu kadın ve erkek meselesine hak ve yetkiler olarak değil de, görev ve sorumluluk bilinciyle bakmakta yarar var. Bilirsiniz hak ve yetkilerin konuşulmaya başlandığı yerde, görev ve sorumluluklar hakkıyla ifa edilemez hale gelir. Bölümün son yazılarında birisi de “Mey Ve Meyve” adını taşıyor. Malum kadınlar erkeklerin, şiirler şairlerin en saf meyleri, erkekler kadınların ve şiirler şairlerin en güzel meyveleri. Akın burada şiire kaynaklık eden mey ve meyveler üzerinde duruyor. Ömer Hayyam’dan Nabi’ye bir dizi şairin dizeleri ile konuya açıklık getirmeye çalışıyor. Ve Sezai Karakoç’la noktayı koyuyor: “Gel dinle bağdaki eski asmaları / Kır akşamda batan üzüm bardağını.”

Üçüncü bölüm:  “Küsürat” adını taşıyor. Bu bölümdeki yazılar Akın’ının Nazım Hikmet, Ziya Osman Saba, Arif Ay, İbrahim Tenekeci gibi bazı şairlerden ilhamla yazdığı yazılar. “Nazım’da Hikmet Arayışları” adlı yazı bana bir insanın zamanla nasıl değişebildiğini ve değişebileceğini hatırlattı. Malum Nazım Hikmet başlangıçta muhafazakar bir dil kullanırken, zamanla bir kırılma yaşayarak daha sol (!) şiirler yazdı.  Necip Fazıl da benzer bir süreci ters yönlü yaşadı. Buradan şunu anlıyoruz ki; hayatta hiçbir şey her şeyiyle ne reddedilmelidir, ne de kabul edilmelidir. Herkesi kendi değer yargısı içinde değerlendirip, istifade etmeye çalışılmalıdır. Akın da bu yazısında bunu yapmış. Şüphesiz nazımda hikmet vardır. Hatta nazım hikmetin ta kendisidir. Akın Nazım’ın 1921’e kadarki şiirlerinin duru düşünceli, ve geleneğe dayalı olduğunu ifade ediyor. Bunun için Nazım’ın “Biz ve Deniz”, “ Mevlana”, “Yolcu” şiirlerini örnek veriyor.  “Aşkın Ve Aydınlığın Yolcusu Bir Şair: Arif Ay” isimli yazıda Akın, Arif Ay şiirini değerlendiriyor. Akın’ın Arif Ay’a kitabında yer vermesine çok sevindim. Zira Arif Ay son yıllarda çok yalnız bırakıldı. Muhafazakar kesim Arif Ay’daki dinamizme paralel bir şekilde ona sahip çıkmadı. Bu yaştaki ve bu birikimdeki bir şairin şimdiye kadar toplu şiirleri yayımlanmış olmalıydı. Nasıl yayınlanmaz şu mısralar: “biz marifetnameyle bir / akşamı yaprak yaprak çevirip / geceye ferman açtık /  okuduk dudakla el arası / tartıp her sözü bir bir / sonra darasını düştük / ve biz ölümden çok / zulmü gördük...” Akın “Adı: Güzellik uykusu / Soyadı: Kırık Duruş” adlı yazıda İbrahim Tenekeci şiirine eğiliyor. Akın şiirin hayatla didişmesini en yoğun bir şekilde Tenekeci’nin şiirinde gördüğünü ifade ediyor. Şiir insani bir durumun en kestirme ifadesi. Şaşkınlıklarımızın ve taşkınlıklarımızın bir düzene girdiği zemin. Kainat karşısında kendimizi ve insanlığı bir ayara çekmenin adı. Korktuğumuz şeylere aşinalık peyda ettiren, aşinalık peyda ettiklerimizden korkutan bir simya. Güldüklerimize ağlatan, ağladıklarımıza güldüren bir siğa. Tenekeci şiirinde insan bunu çok fazla hissediyor. Mesela “ölümden korkuyor musun diyor okurun biri / neden korkayım, ona ne yaptım ki / bir kez olsun binmedim saltanat kayığına / ve ömrüm boyunca heyelan bölgesinde yaşadım sanki.” Tenekeci hakkında bir şey söyleme hakkına en çok Hüseyin Akın’ın sahip olduğunu hatırlatıyor, mütebakisini Akın’ın kitabına havale ederek burada mücmelen geçiyorum.  

Zeyl: Süt kırılınca, tereyağ, tereyağdan arta kalanla da lor yapılır. Şiir süt gibidir. Şiir olmayacak mısralar şarkı, şarkı olmayacaklar da deneme yapılır. (Şarkıları şiir, anıları öykü diye yutturmaya çalışanlara duyurulur.) Bir şey konu itibarıyla şiir olamayacaksa maharetli bir şair onu şarkı da, deneme de yapabilir. İşte Hüseyin Akın ‘Deneme Yanılma” isimli kitabında bunu yapıyor.  Şiirden bozma (sağaltma) bir dil ile sesleniyor bize. Bize düşen de bu sese kulak vermek.