Nefis terbiyesinde tasavvuf ve tarikatin fonksiyonu

Soru: Nefis terbiyesinde neden hep tasavvuf ve tarikat ehli olan şahısların sözleri aktarılıyor?

Cevap: Bir konu hakkında söz sahipleri, o konuda ihtisas yapmış kişilerdir. Nefis konusunun uzmanları, tasavvuf ve tarikat erbabı olan şeyhler ve mürşid-i kâmillerdir. Onların ehliyeti ve mütehassıs olmaları iki yönden geliyor:

1-Onlar bu işin ehli olan kişilerden, bu ilim ve terbiyeyi aldılar. Yani rüşde erdiler, râşid oldular.

Hz. Peygamber (ASM) zamanında Suffe Ashabı, Onun has müridleri idi. Sahabeler de derecelerine göre sonraki kuşan olan Tabiine hem üstadlık hem mürşidlik yaptılar. Mesela Hz. Ali (KV), Hasan-ı Basrî’yi ilim ve hikmette yetiştirdiği gibi, rüşd ve hak aşkından dolayı Hz. Peygamber’ce (ASM) Ehl-i Beyt’ten sayılan Selman-ı Fârisi (RA) ise, Kasım bin Muhammed bin Ebu Bekir’i talim ve irşad etti. Nakşibendî tarikati gibi enfüsî tarikler Kasım bin Muhammed yolu ile Selman-ı Farisi ve Hz. Ebu Bekr-i Sıddık’a; Kadiri gibi âfâkî tarikler ise, Hasan-ı Basrî yolu ile Hz. Ali’ye (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) ve onlardan da Hz. Mürşid-i Ekber’e (ASM) bağlanırlar.

b)  Onlar aldıkları bu terbiyeye göre ömür boyu yaşayıp diğer ihtiyaç sahibi kişileri irşad ettiler. Yani sırf teoride kalmadılar. Allah’ın sevdiği söz–fiil bütünlüğünü yaşadılar. Bu cihetten onların rüşdü, verdikleri kaliteli halifeleriyle tescillidir. Bu manada rüşdü en tescilli şahıslardan biri Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Fâruk-u Serhendî’dir. Çünkü Onun oğlu Muhammed Masum Fârûkî’nin 6.000.000 müridi vardı. Bunların 900.000’i evliya idi. Onların da 6.000 tanesi büyük evliya idi, diye tasavvuf tarihi kaynakları bize bilgi vermektedir.[1] Böyle külli bir irşadı ve tesirli hizmeti yapacak bir evlad yetiştirmekte o mücahid imamın muvaffakıyeti, ihlas ve rüşdünün çapının göstergesidir.

Medrese Ehli ve Üniversite Camiasının Tasavvufa ve İrşada Bakışı

Eski zamanın medrese hocaları gibi şu an da bazı İlahiyat hocaları tasavvuf camiasındaki bazı dengesiz görünen veya olan durumlara dayanarak tarikat ve şeyhlerin aleyhinde bulunuyorlar. Haklı oldukları tarafları olsa da tamamen haklı değiller.

Fakat aklı başında olan İlahiyat yetkilileri, tasavvufu İlâhiyat sahasına dair ilimler tasnifi içine mecburen aldılar. Diyorlar ki İlâhiyâtta 3 ana alan vardır:

1)  Kelam ilmi… İtikadî konuları ve dinin “iman esasları”nı inceler… Bu kısım, insan ruh ve benliğinin akıl ve düşünce cephesini düzenler.

2)  Tasavvuf ilmi… Ahlâkî konuları ve dinin “ihsan esasları”nı inceler… Bu kısım, insan benliğinin gönül (kalp) ve duygu kısmını dengeler.

3)  Fıkıh ilmi… Amelî konuları ve dinin “islamî esasları”nı inceler… Bu kısım, insan benliğinin beden (nefis) ve fizik kısmını dengeler ve düzenler.

Tasavvufun yaptığı hizmet, nefsin irade üzerindeki kontrolünü kırmak… İbadetler konusundaki keyfîliğini engelleyip ona ibadet zevk ve lezzetini tattırmak… İbadetleri münafıkça üşenerek, zorlanarak ve usançla yerine getirmekten kurtarıp aşkla, şevkle ve zevkle yapar hale getirmektir.

Kelam âlimleri, Cehennem korkusu ile ibadetlerinde hassas olmaya çalışırlar. Fıkıh erbâbı, Cennet sevdası ile… Tasavvuf ehli ise, “Gözümde ne cennet sevdası ne cehennem korkusu…” şeklinde sadece Allah rızasını içeren, Allah’ı görüyormuşçasına bir ufukla ibadetlerini ifa ederler. Onlar sonuç itibariyle yaratılmış 2 âlem olan… Allah’ın gazap ve rızasının, azap ve rahmetinin 2 tecellisinden ibaret bulunan… Nihayetinde 2 kul olan Cennet ve Cehennem aynalarına takılmayarak o aynalarla celal ve cemalini, kahır ve lütfunu yansıtan Allah’ın rızasını ve muhabbetini kazanmak için yani Allah’ı kazanmak için ibadet ederler. Bu manada Tevbe Suresi 72. âyet bir fıkıh âlimine ikazdır ki, artık tasavvufî cihete ilerlesin, yaratılmışı bırakıp Yaratan’a teveccüh etsin. Değişmez bir kanundur ki teveccüh, teveccühü; rıza, rızayı; takdir, takdiri; muhabbet de muhabbeti doğurur.

Nefis Terbiyesi Kimlere Verilebilir?

Tasavvuf uleması ehlince sabittir ki imanı zayıf, itikadı bozuk veya eksik kişilere tasavvuf terbiyesi verilmez. Vermeye çalışmak bir dikkatsizlik ve ekilmemiş tarladan mahsul biçmeye çalışmak gibidir. İslamî konularda özellikle takva yönünde çok eksik kişilerde de sağlıklı bir nefis terbiyesi oluşamayacağı açıktır. Çapa yapılmamış bir bahçe ve tarladan, güzel ekilmiş dahi olsa, iyi mahsul alınamaz. Çünkü çıkacak yabancı otlar ve zararlı bitkiler, o tarlanın gücünü ve zenginliğini emerler.

Bu cihetten nefis terbiyesi, tahkiki imanı ve islamı olan, Allah’ı hakkıyla tanıyan, O’nun emir ve yasaklarını şuurluca yerine getiren kişilerin din binasının süslenmesi, kandil takılarak aydınlatılması, içine soba koyularak yaşanılır hale getirilmesidir.

İman nuru, ruhu kandil gibi aydınlatmadan; iman kuvveti olan muhabbetullah, kalbi soba gibi ısıtmadan o müminin dindarlık elbisesi üzerine bol gelir. Nefis tezkiyesine mazhar bir kişide ise din elbisesi bedene tam oturur, zamanla ona bir “cild” halini alır.

İnsanın Manevi Gelişim Safhaları

İnsan, 7 yaşına kadar doğru ve yanlışı ayırt edemez. Bu yaştan itibaren ayırt etmeye başladığı, akıl melekesi sağlıklı ölçüp tatmaya başladığı için bu yaşa hukuk biliminde ve İslam hukukunda “temyiz yaşı” denilir.

Erkeklerde rüyalanma ve kadınlarda adet kanaması şeklinde cinsel faaliyetlerin başlaması ile insan yeni bir döneme girer. Çocukluk biter, gençlik devresi başlar. Duygular, akıl ve nefis kollektif olarak kendilerini hissettirirler. Bu dönemde, doğrular ve gerçekler kendini duygulara da işlettirebilecek bir boyut kazanırlar. Din, bu safhaya manevi mükellefiyetin başlangıcı manasında “büluğ yaşı” der.

Kişinin iradesiyle duygularını yönlendirebileceği, hakikatin ışığı ve gücü ile kafa-kalb bütünlüğünü sağlayabildiği döneme ise “rüşd” çağı der. Beşeri hukuk, kişiyi gerçek manada bu çağda ceza ehliyetine erişmiş sayar.

Her insanda akıl-kalb ve nefis olduğu için insanlık, mürşidsiz düşünülemez. Midenin gıda ihtiyacının netliği ve karşılanma hakkı kadar, aklın ilme ve kalbin rüşde ihtiyacı vardır. Cenab-ı Hakk, bu irşad ihtiyacını ailede anne ile karşılar. Baba ailede, üstad ve hikmetli bir müdebbir; anne ise, şefkatli ve terbiye edici müşiddir.[2]

Ailesinde bu ihtiyacı karşılayamayanlar akrabaları, komşuları, muhitinde yaşayan şefkatli ve aklı başında kişiler, bölgelerindeki Câmi imamlarından veya dine hizmet etmek isteyen şefkatli cemaat liderlerinden belirli derecelerde karşılayabilirler.

Devlet sistemi dahi irşadın şiddetli bir ihtiyaç olduğunu bildiği ve gördüğü için Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “İrşad Hizmetleri daire Başkanlığı” açmıştır. Bu irşad karşılanmadığı durumlarda kişi ruhen hastalanır.

Bilim dünyası da bu ihtiyacı, hastalanan her ruh ile görmekte bu ihtiyacı maddi ilaçlarla, psikologların danışmanların telkin ve tavsiyeleri ile gidermeye çalışmaktadır.

Fakat birçok meselede olan “mektepli-alaylı” ayrımı irşad müessesesinde de geçerlidir. Tarikat şeyhleri bu işin mekteplisi, “çekirdekten yetişme ehilleri” konumundadırlar. Diğer kişi ve gruplar, isterse Diyanetin akademik irşad personeli olsun alaylı konumundadırlar. Bu yüzden onlar ancak belirli bir dereceye kadar, bazen de usul bilmediklerinden zarar vererek insanlara irşad faaliyetinde bulunabiliyorlar.

Fakat Kur’an ve Sünnete dayanan bütün hak tarikatler, Nakşi-Kadiri-Rufai-Şazeli-Mevlevi-Desuki-Kübrevi-Ekberi-Bedevî-Üveysi v.s. hangisi olursa olsun müesseseleşmiş, yolu-usulü-âdâbı-zikri-virdi her şeyi belirgin… Asırların verdiği tecrübeyle genişleyen ve sabitleşen bir yol halinde rüşde ermek isteyenleri, teslimiyet derecelerine göre kısa veya uzun vadede irşad ediyorlar, kemale erdiriyorlar.

Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’de Nefis Terbiyesi ve Tasavvuf

İslam Tarihine ve Sünnet-i Süneyyeye baktığımızda görüyoruz ki: Hz. Peygamber (ASM) 11 yıl Mekke’de (Miraç’a kadar) “tahkiki iman ve tevhid” derslerini işledi. Miraç ile, İslam ve teslimiyete dair hükümler gelmeye başladı. Önce 5 vakit namaz isimli askerî nizam geldi. Sonra oruç, sonra zekât, sonra hacc… Vefatına 3-5 yıl kala iman ve islamda tahkik yapanları Mescid-i Nebevi de, “Suffa Ashabı” olarak tasavvuf terbiyesine aldı. Bazı ehl-i tahkike göre “tasavvuf”, Suffe Ashabı gibi bir terbiyeye tabi olmanın adıdır.

Tasavvuf, lügatte suf giyme diye de tarif edilir. Suf ise, deve yününden yapılan elbise demektir. Bu manada tasavvuf yoluna giren her kişi Kur’anî tabirle bir “Müzzemmil” dir. Çünkü müzzemmil, deve yününden yapılan elbise ve suf giyen kişiye verilen isimdir. Müzzemmil suresinin başından sonuna kadar Hz. Peygamber’in (ASM) ve sahabelerinin gece ibadeti ve teheccüdünden bahsedilmesi; ayrıca surede tertil (Kur’anı tefekkür ederek ağır ağır okuma) ve tebettül (dünyevi lezzetlerden el etek çekme) gibi tabirlerin kullanılması… Sûrede işlenen kıssanın, Firavun-Musa kıssası olması[3] surenin tamamen bir iç terbiyeyle ve nefsin kişisel hayattaki otoritesine karşı bir kıyamla ilgili olduğunu gösteriyor. Yani “Yâ eyyühe’l-müzzemmil” ifadesi “Ey sâlik, ey hakikat yolcusu, ey sûfî” demektir. Müddessir suresi ise, imanın tebliği ile dış dünyada bir kıyamı ve hakkın izharını ifade eder.

Müzzemmil suresi, tasavvuf tabiriyle “halvet” i; Müddessir suresi ise “celvet” i ifade eder. Halvet, terim olarak, iç dünyasını fâni sevgiler ve manevi karanlıklardan boşaltmaktır. Celvet ise, Allah’ın tecellilerini, aşk ve şevk ile iç dünyasına almak ve günlük hayatta hali, tavrı ve sözleriyle insanlara yansıtmaktır.

Bu iki surenin aynı zaman ve süreçte nâzil olması gösterir ki, bir insan için kemal seviye ve irşad konusunda Sünnet-i Seniyye, halvet ve celveti bir kuşun iki kanadı gibi beraber götürmektir. Gecenin derinliklerinde, Kur’an’ın medrese ve tekkesinde bizzat Rabbü’l-Âlemîn’den tefekkür ve teheccüdün halvetiyle ilim, feyiz ve nuru almak; gündüzün ortasında ise iman ve tebliğin celvetiyle şefkat ve hikmetle bu manevi güzellikleri kâinata ve insanlara yaymaktır. Mevlânâ Hz.leri’nin (KS) sema zikrindeki iki eli gibi…

Tasavvuf Terbiyesi, Kalb ve Nefis

Tasavvuf terbiyesi 2 aşamalı ve 2 dallıdır:

a) Tezkiye-i nefis… Nefsin dikenlerini budama ve o çamurlu tarlayı ıslah edip çapalama…

Tezkiye, “zekat” kelimesi ile aynı kökten gelir. Hadise göre, zekat, malı temizler.[4] Bu manada maddenin ve maddi nesnelerin aklanmasını ifade eden fiil ve köktür. İnsanın irşad yolculuğunun kodlarını zengin şekilde ifade eden Kehf suresi, irşad yolculuğunda temel bir unsur olan helal rızık meselesine “ezkâ taam” (en temiz yiyecek) ifadesiyle işaret eder.[5]

b)  Taharet-i kalb… Kalbin hastalıklarını temizleme… Hırs, hased, cimrilik, riya, sum’a gibi fıtratın dejenerasyonu ile ortaya çıkan hasta halleri tedavi edip dengeleme ve onları hayırlı hale dönüştürme…

Kur’anın tamamına baktığımızda görüyoruz ki taharet tabiri, hem beden temizliği hem kalb temizliği manasında sıklıkla kullanılır. Beden temizliği manasında Bakara suresi, 222’de kadınların âdet sonrası temizlenmesi bahsinde zikredilir. Kalb temizliği manasında Ahzab suresi 53’te harama bakış meselesinde oluşan duygusal kirlenme ve kalbî bulanıklığı ifade sadedinde kullanır. Tevbe suresi 103. âyette ise, sadaka vermenin nefsi tezkiye edici, kalbi taharete erdirici olduğunu şöyle ifade eder:

Huz min emvalihim sadakaten tütahhiruhum ve tüzekkihim biha” (Onların mallarından bir sadaka al ki onunla kendilerini hem tathir, hem tezkiye edesin…)

Kur’an’da Allah, kendi iradesiyle nefsini tezkiye ve kalbini taharet ile meşgul olanları “gerçek adam” deyip onları medheder.[6] Sahabelerden bu grubun bulunduğu mescidi “Takva Mescidi” diye övdüğü gibi, o tarz mescidlerde namaz kılınmasına da teşvik yapar. Manevi gelişmede iyi insanlarla, kendinden daha üstün olanlarla vakit geçirmenin ve onlarla aynı ortamda bulunmanın önemini ifade eder. Buna mukabil kalbi yaralı kişileri “münafık” ve “fâsık” (ahlaksız ve kuralsız) olarak isimlendirir.[7] Duyguları hasta bu kişilerin “Mescid-i Dırar” adında küfür ve nifak üzere bir mescid kurup müminlere zarar vermeye çalıştıklarını haber verip ikaz eder. Onların mescidinde ebediyen namaz kılınmasını yasaklar. Tevbe suresinde gördüğümüz üzere…

[1] Onun müridlerinden bir tanesi, bilittifak İstanbul’da kabri bulunan evliyaların en büyüğü olan, Şeyh Murad-ı Münzevi olarak da bilinen Seyyid Muhammed Murad Buhari (KS) Hz.leridir. Onun sohbetlerinden derlenen “Sohbetnâme” isimli eseri tasavvufu bilen-bilmeyen, seven-sevmeyen herkesin rahatlıkla okuyup istifade edeceği derecede ilim, takva, ciddiyet, şer’-i şerife harfiyen sadakat, nur ve feyiz dolu müstesna bir eserdir.

[2] Su Üstüne Yazı Yazmak eseriyle meşhur, Rufai tarikatine mensub Amerikalı yazar Muhyiddin Şekur bir konferansında “Annesinin kendisini çok iyi irşad ettiğini” ifade etmişti.

[3] İrfanda zirve olan Muhyiddin-i Arabi (RA) ve ilimdeki derinlik ve keskinliğinden dolayı kendisine devrinin uleması “Tâmme-i Kübrâ” (Büyük Felaket) deyip kendisiyle münazaradan kaçındıkları Necmeddin-i Kübra Hz.leri (KS) der ki: “Kur’an, Firavun-Musa kıssası ile nefis-kalb savaşını da anlatıyor.

[4] Ebû Dâvûd, Zekât, 32.

[5] Kehf suresi, 19.

[6] Tevbe Suresi, 108.

[7] Tevbe suresi, 67.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum