Ne ifrat ne tefrit, orta yolu tutmak

Ne ifrat ne tefrit, orta yolu tutmak

“Gerçekten din kolaylıktır. Dinde kim kendini zora sokar ise, altında kalır (ezilir ve büsbütün ibâdetten kesilir)

Prof. Dr. Zekeriya GÜLER’in HADİS GÜNLÜĞÜNDEN
ORTA YOLU TUTMAK

“Gerçekten din kolaylıktır. Dinde kim kendini zora sokar ise, altında kalır (ezilir ve büsbütün ibâdetten kesilir). O halde orta yolu izleyin ve ümitvar olun. Günün sabahı, akşamı, biraz da gecesi (ibâdet) ile yardım isteyin!”

Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

“Gerçekten din kolaylıktır. Dinde kim kendini zora sokar ise, altında kalır (ezilir ve büsbütün ibâdetten kesilir). O halde orta yolu izleyin ve ümitvar olun. Günün sabahı, akşamı, biraz da gecesi (ibâdet) ile yardım isteyin!”[1].

AÇIKLAMA

İmam Buhârî, bu hadisin bab başlığında “Din kolaylıktır/çok kolaydır” cümlesiyle birlikte Rasûl-i Ekrem’in, “Dinin Allah’a en sevimli ve makbul geleni, kolay/kolaylaştırılmış hanîflik” hadisini zikreder.

Hadisin, “Ben kolay/kolaylaştırılmış hanîflik ile gönderildim”[2] şeklinde vârid olduğu da görülür. Hanîflik (hanîfiyye) tabiri, Hz. İbrâhim’in dini için kullanılır.

Hadis metninde geçen altında kalmak (dinin galip gelmesi) tabiri, “amel ve ibâdetim mükemmel ve kusursuz olsun” düşüncesiyle olağanüstü bir gayretle işe başladıktan kısa bir süre sonra, insanın “ibâdet yoğunluğu” altında ezilip büsbütün amel ve ibâdetten kesilmesi mânasındadır. Feseddidû şeklinde geçen emir fiilinin mastarı tesdîd, doğru olana muvaffak olmak, söz ve amelde orta yolu tutmak demektir. Kâribû şeklindeki emir fiilinin mastarı olan mukârabede ise, nihâyete ulaşmayıp ona yakınlaşmak mânası vardır. “Yakınlaşan adam” (racül mukârib) tabiri, ifrat ve tefrit gibi iki uç arasında vasat yolu takip eden kimse için kullanılır[3].

İslâm’ın, orta yolcu bir düzenleme ve uygulama getirdiği gayet açıktır. Geçmiş bazı semâvî dinlerin aksine İslâm, güç ve tâkati aşan hükümlere kesinlikle yer vermez. Sıkıntı ve meşakkatlerin normal sınırının dışına çıktığı durumlarda ise azimetlere alternatif ruhsatlar koyduğu ve yerine göre ruhsatlarla amel edilmesini teşvik ettiği görülür.

Bu sebeple, her hâlükârda mutedil ve vasat yolu takip etmek esastır. İfrat haddi aşmak, tefrit ise geri ve yetersiz kalmaktır. Bu demektir ki, ifrat veya tefrit, işi mecrasından saptırmak ve sünnetullâh’a aykırı hareket etmektir. Şüphesiz bu hareket, ifrattan tefrite yani bir aşırılıktan (haddi aşmaktan) karşı uçtaki aşırılığa (gerilik ve yetersizliğe) geçişin başlangıcı demek olacaktır.

Rasûl-i Ekrem, geceleri kâim (devamlı namaz kılan) ve gündüzleri sâim (devamlı nafile oruç tutan) bir kadının varlığından haberdar olduğunda şu uyarıda bulunmuştur:

“Ama ben hem uyurum hem namaz kılarım. Bazen (nafile) oruç tutarım bazen tutmam. Kim bana uyarsa bendendir. Kim de benim hayat tarzımdan (sünnet) yüz çevirirse benden değildir. Her şeyin (iş ve amelin) bir coşkusu ve heyecanı, sonra da gevşeme ve duraklama hali söz konusudur. Kimin gevşeme yönü bid’ata doğru olursa, o gerçekten sapmış ve perişan olmuştur. Kimin de gevşeme yönü sünnete doğru olursa, o da gerçekten hidayeti bulmuş ve kurtulmuştur”[4].

Huzuruna gelen üç sahâbîden birincisinin, “Ben bütün gece namaz kılıyorum”, ikincisinin “Ben yıl boyu oruç tutuyorum" üçüncüsünün “Ben de kadınlardan/evlilik hayatından uzak yaşıyorum ve asla evlenmeyeceğim” demeleri üzerine, Rasûl-i Ekrem’in yine benzer uyarıda bulunduğu[5] bilinmektedir.

Abdullah b. Amr’ın (r.a), ibâdeti hafif tutma ve ağır yükten (teşdîd) uzak durma hususunda Rasûl-i Ekrem’in kendisine hatırlattığı ruhsat ve kolaylığı kabul etmediğinden, ömrünün sonunda pişmanlık duyması da[6], konu hakkında bir ibret dersi olmalıdır.

Bu durumda, dini hayata geçirme nâmına her gün nafile oruç tutmak, gece boyunca namaz kılmak veya evlilik yuvasından uzak kalmak gibi insan fıtratını zorlayan ve tâkat sınırını aşan her teşebbüs, sonu tehlikeli bir başlangıçtır. Mâhiyeti ne olursa olsun, hayatın dengesini altüst eden hızlı ve heyecanlı bir başlangıç, kısa bir zaman içinde yerini usanmak gibi negatif bir eyleme bırakacaktır. Bu da sünnetin öldürülmesi ve bid’atın üretilmesi demektir.

Bu itibarla müslüman, Allah’a din öğretmeye kalkışmayı[7] akla getirebilecek, itidal ve istikrarı yok edebilecek, ruh-beden dengesini bozabilecek her türlü eylem, hareket ve davranıştan kaçınmak zorundadır.

[1] Buhârî, İman, 29. Ayrıca bkz. Müslim, Münâfıkîn, 78; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 69.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 116, 223, V, 266; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, VIII, 216; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, V, 279.

[3] Aynî, Umdetü’l-kârî, I, 275.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 409. Benzer rivâyet için ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 210; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 97.

[5] Buhârî, Nikah, 1; Müslim, Nikah, 5; Ebû Dâvud, Tatavvu’, 27; Nesâî, Sıyâm, 76, Dârimî, Nikah, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 158.

[6] Nevevî, a.g.e., VI, 101, 102.

[7] Hucurât 49/16

Haber7