Mustafa Öztürk’ü okurken…

Tefsir profesörü Mustafa Öztürk ile uzun bir fasıladan sonra yollarımız yine kesişti. Geçenlerde defalarca okuduğum ve bazı pasajlarını ezberlediğim bir kitabını tekrar elime alıp okumaya başladım. Elimden geldiğince iyi niyetli, iyimser ve nesnel olmaya çalıştım ama hazretin öyle feci ifadeleri, bir Müslüman için kabul edilmesi imkansız düşünceleri var ki bunları kabul etmek, söylemek, yazmak ve bir de ısrarla arkasında durmak… 

Müslüman bir akademisyen bunları nasıl söyleyebilir, hangi zihin yapısıyla veya hangi saiklerle? Bunları oldum olası merak etmişim ama tatmin edici bir cevabını bulabilmiş değilim henüz. Bilindiği üzere Öztürk kendisini iflah olmaz bir “tarihselci” olduğunu her fırsatta ve platformda dile getiriyor. Bazen de sanki üstün bir meziyetmiş gibi göğsünü gere gere yapıyor bunu. Daha önce bazı vesilelerle onun tarihselciliğini, Kur’an Kıssalarına ve Peygamber mucizelerine bakışını, Allah tasavvurunu yazmış, üzerinde uzun uzadıya durmuş ve zat-ı alilerinden gelen itirazlara naçizane cevaplar vermeye çalışmıştık.

Kendi adıma son tartışmadan sonra bu sayfayı bir daha açmamak üzere kapatmayı düşünmüştüm ama bu son defaki kitabını tekrar okuyuşum içimde yeni bir yazı kaleme alma iştiyakını tetikledi. Üstelik hocanın en hafif eleştirilere bile ne kadar tahammülsüz ve müsamahasız olduğunu bile bile. Bu defaki husus tıpkı öncekiler gibi vahim. Vahim ne kelime, vasat bir Müslüman zihninin ve gönlünün kabul etmesi şöyle dursun telaffuz bile edemeyeceği tehlikeli şeyler.

Okuduklarımız tezatlar içerisinde avarece bocalayan bir zihnin içine yuvarlandığı feci bir savruluştan başka bir şey değil. Ama bütün bütün hakkını yemeyelim hocamızın, çünkü bilhassa son zamanlarda sari bir hastalık gibi akademik camiadan tutun ta sıradan bir meal okuyucusuna kadar geniş bir alana yayılan “Kur’ancılık”, “mealcilik”, “Kuraniyyun”, “bize Kur’an yeter” söylemine karşı kaleme almış olduğu ikna edici yazılar (Meraklısı için bkz: Çağdaş İslam düşüncesi ve Kurancılık, Ankara Okulu, 2013) her şeyin ötesinde bizim de yürekten katıldığımız takdire şayan hizmetler. Ama hocamız bu alkışlanması gereken tavrına rağmen beli tarafta öyle feci şeyler söylüyor ki karşı çıktığı hususlar savunduğu hususlara rahmet okutacak nitelikte. İnsan bu trajik tabloya şahit olunca hayretler içinde “böyle bir şey nasıl olabilir?” demeden alamıyor kendini. 

Asıl mevzuya gelecek olursak.
Mustafa Öztürk “Kur’an ve Tefsir Kültürümüz” adlı kitabında geçen “Kur’an’ın Tarihsel bir Hitap Oluş Keyfiyeti” başlıklı makalesinde Kur’an’ın bazı temel mesajları hariç tümünün tarihsel olduğunu, bütün peygamberlerin ortak mesajını teşkil eden tevhid inancına ilişkin bazı ifadelerinin tarihsel unsurlar içerdiğini, ahiret konusuna ilişkin tasvirlerin de yerel ve tarihsel olduğunu, Hz. Peygamberin genelde Arap toplumunu özelde Kureyş kabilesini, yani Mekke ve çevresinde yaşayan müşrik Arapları uyarması için gönderildiğini… söyledikten sonra sözü nihayet şuraya getirir:

“…En’am 92, Yasin 6, Şura 7. ayetlerde Kur’an’ın Hz. Peygambere Kureyş’i, Mekke ve çevresinde yaşayan müşrik Arapları uyarmak için gönderildiği bildirilmektedir. Özellikle En’am 92 ve Şura 4. ayetlerde Hz. Peygambere yüklenen tebliğ misyonu “ümmü’l-kura” (şehirlerin anası ya da anakent) halkını ve çevresindekileri uyarmak” şeklinde tayin edilmiştir. Ümmü’l-kura tabirinin Mekkeye işaret ettiğinde en ufak bir şüphe yoktur. Nitekim bu tabir hemen bütün meallerde “Mekkeliler” ve “Mekke halkı” şeklinde tercüme edilmiştir. Mekke’nin çevresine gelince, “çevre” kelimesinin medlulünü bütün dünya sathı şeklinde tayin etmenin çok romantik bir yorum olduğunu izah etmeye gerek yoktur… Bu noktada Sebe 28. ayette geçen Kaffeten li’n nas ibaresine istinaden Hz. Peygamberin tüm insanlara gönderildiği söylenebilir. Fakat bu bir yorumdur… bizce daha makul olan bir yoruma göre kaffe kelimesi ilgili ayette “engel olmak, alıkoymak” anlamında kullanılmıştır. Buna göre ibarenin aslı kaffen li’n nas’tır. Kelimenin sonundaki ta harfi mübalağa içindir. Hülasa, ayetteki Ve-ma erselnake illa kaffeten li’n nas ibaresi Hz. Peygamberin Mekke ve çevresindeki müşrik halkı şirk inancından vazgeçirmek maksadıyla gönderildiğini ifade eder…” (M.Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, Ankara Okulu, s. 13-14)

Bu düşüncelerin ilmi ve derinlikli tahlilini başka bir yazıya havale ederek şimdilik zihnimize takılan bazı istifhamları beyan etmeye çalışalım. Öztürk’ün bu ifadelerinden çıkan sonucu yalın, sade ve kabaca şöyle özetlemek mümkün: Kur’an’ın, İslam’ın ve Hz. Peygamberin mesajı daha doğrusu tebliğ misyonu bütün Müslümanlarca bilinen ve inanılanın aksine zamanlar üstü, mekanlar üstü, coğrafyalar üstü, cihanşümul ve kıyamete kadar gelecek bütün insanları bağlayıcı olmayıp belli bir zaman, belli bir tarih, belli bir topluluk, belli bir coğrafya ile sınırlı. Dolayısıyla Kuran ve Hz. Peygamber belli bir kavmi, belli bir halkı (Mekke ve civarı) uyarmak için gönderilmiştir. Bütün Müslümanların üzerinde tereddütsüzce ittifak ettiği umumi bir ilke olan birincisi yani evrensellik inancı hocamıza göre “çoğu zaman hesabı verilmemiş, slogan düzeyinde bir söylemden ibaret olup sahici bir değer içermemekte, Kur’an’ın sarih beyanlarına aykırı.” Kısacası böyle bir inancın Kur’andan çıkması veya onay alması imkansız, hocamıza göre. Ne garip değil mi? Mustafa Öztürk’e göre tarih boyunca peygamberimiz de dahil bütün Müslümanların gönülden inandığı bir ilke sadece “slogan düzeyinde bir söylemden ibaret.”

Mustafa Öztürk’ün yukarıda bahsi geçen ayetlerden anladığı mantık üzerinden gidecek olursak başta vahyin emin elçisi Hz. Peygamber (asm) olmak üzere bütün sahabelerin “Kur’an’ın sarih beyanlarına” aykırı hareket ettiği ya da bu beyanları doğru anlamadığı şeklinde garip bir tablo çıkıyor karşımıza. Çünkü Hz. Peygamber söz konusu ayetlerde görev alanı “sarih bir şekilde” Mekke ve civar çevresiyle sınırlı olarak belirlenmişken O, Bizans, İran, Mısır gibi “çevre”den oldukça uzak olan diyarlara İslam’a davet mektupları göndererek bu sınırı açıkça ihlal etmiş. Diğer bir deyişle Kur’an’ın ondan istemediği ve ona yüklemediği bir görevi yapmaya çalışmış. Keza sahabe ve sonrası Müslüman mücahitler “ilay-ı kelimetullah” uğruna dünyanın dört bir tarafına İslam’ı yaymak ve tebliğ etmek için giderken ilgili ayetlerin mana ve mantukundan bihaberdi. Evet eğer bu ayetlerden Öztürk’ün çıkardığı sonuçlar doğruysa Hz. Peygamber, ashab-ı kiram ve bütün ümmetin yaptıklarının ve inandıklarının tümünün yanlış olduğunu söylemek mantıken kaçınılmaz oluyor. Hocamız bu zorunlu sonucu görmüyor mu, yoksa bizim anlamadığımız bazı ince ve derin hususlar mı var? Doğrusu çok merak ediyorum.

Klasik tefsirlerde anlatıldığı üzere “Yahudilerden bir grup "Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" âyet-i kerimesinden Hz. Muhammed (s.a.v)'in yalnız Araplara gönderilmiş bir peygamber olduğunu delil getirmeye kalkışmışlar, yani onun peygamberliğini itiraf etmekle beraber her millete değil, Araplara mahsus bir peygamber olduğu iddiasında bulunmuşlardır.” (Elmalılı) 

Buradan hareketle aynı şekilde Öztürk’ün anladığı mantık üzerinden yürüyecek olursak Yahudilerin itirazları ve ayetleri yorumlayışları doğru ve isabetli görünüyor çünkü Öztürk’ün ilgili ayetlerden çıkardığı sonuç ile Yahudilerin çıkardığı sonuç şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle paralel. O zaman hocamız tutarlı olmak istiyorsa şayet Yahudilerin itirazlarının makul, yerinde ve doğru olduğunu söylemek zorunda. Aksi halde kendisinin de çok eleştirdiği “anakronik” bir pozisyona düşme tehlikesiyle karşı karşıya. Ne feci bir savruluş değil mi! Bahse konu ayetlerin mana ve muradını peygamber ve ashabı doğru anlamamış ya da “romantik” anlamış buna mukabil Yahudiler ve Öztürk doğru ve “realist” anlamış.

Hem “(Ey Muhammed) biz seni bütün insanlar için ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik…” (Sebe-28) gibi hiçbir te’vile, tabire, tefsire mahal vermeyen ve bütün meallerde aynı mana ile vurgulanan muhkem ve sarih bir beyan ortada dururken incir çekirdeğini doldurmayan zorlama yorumlarla aksini iddia etmeye çalışmak, başka bir ifadeyle ayete takla attırmak, ayeti maksadı dışında konuşturmak ve ayetin başka tarzda anlaşılması olanaksız apaçık, görünür, bilinir, okunur birincil manasına (kaffeten li’n nas- bütün insanlar için) “sadece bir yorumdur” diyerek zımnen kendi yorumunu mutlaklaştırarak oldukça basite ve ucuza indirgemek eğer işin içinde kasıt ve yanlış anlama yoksa en hafif tabirle bir “cehalet” eseri değil de nedir?

Hayretler içinde defalarca sormuşum kendi kendime, onlarca kitap ve seçkin bir meal yazarı olan Müslüman bir akademisyen bütün bunları nasıl söyleyebilir, yazabilir, savunabilir? Anlamıyorum. İslam düşmanı bazı müsteşrikler ve ateistlerin (tanrıtanımaz) aziz İslam’ı karalamak için en fazla kullandıkları argümanlardan biri mezkur ayetler. Ne gariptir ki Turan Dursun ve İlhan Arsel gibi bazı ateistlerin dedikleri ile Öztürk’ün dedikleri tamamen örtüşüyor. (Yanlış anlaşılmasın, dedikleri yani yazdıkları örtüşüyor kasıt ve niyetleri değil) Kısacası Yahudi ve ateistlerin mantığı ile Öztürk’ün mantığı aynı. Her şeye rağmen “beşer şaşar” fehvasınca yanılmış veya yanlış anlamış olabileceğimizi hesaba katarak lütfen bahsi geçen kitabın ilgili makalesine dikkatle bakmanızı özellikle ama özellikle istirham ediyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum