Musa Kazım YILMAZ

Musa Kazım YILMAZ

28 Şubat Rektörünün Öğretim Üyelerini Tehdit Etmesi

Bugün sizlere üniversitede yaşadığım bir anımı anlatacağım. Geçmişte, özellikle 28 Şubat’ın başladığı 1997’den 2007 yılına dek o kadar acılar yaşadık ki, bazen insanın muhayyilesi, acıların oluşturduğu kümelerle karşılaşmamak için bozulan bir saat gibi maziyi hatırlamak istemiyor. Fakat nahoş da olsa, sıkıcı da olsa ve bazılarını öfkelendirecek de olsa yaşanan zulümleri kayıtlara geçirmek gerekiyor. İşte bu amaçla, 28 Şubat döneminde yaşadığımız bazı olayları, içimde taşan ve kabaran bir duygu ile yazacağım.

Zaten 28 Şubat post modern darbesi başlamadan bürokraside hazırlıkları tamamlanmıştı. Bu bağlamda, henüz darbe yok iken Harran Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Servet Armağan Hoca ve onun gibi vatanına ve mukaddesatına bağlı birkaç rektör, irtica bahanesiyle görevden alınmıştı. Servet Hoca’nın görevden alınmasından hemen sonra, rektörlük seçimlerinde 7 oy alan bir piyon şahsiyet, hülle yoluyla rektörlüğe getirildi. Fakat o da yolsuzluk soruşturmaları sebebiyle görevden alındı.

Onun yerine YÖK tarafından önce vekâleten, sonra seçim yoluyla bir profesör 1999’un haziran ayında rektörlüğe getirildi. Edinilen bilgilere göre bir gün YÖK başkanı Kemal Gürüz bazı hocaları toplantıya çağırmış ve, “Beyler! Harran Üniversitesi tarikatçıların eline geçmiş durumda. İçinizde bu üniversiteyi tarikatçılardan kurtarmak için oraya rektör olarak gidecek birisi yok mu” diye ricada bulunmuş. Henüz yeni profesör olmuş birisi ayağa kalkıp, “Efendim, ben Harran Üniversitesine rektör olmak istiyorum ve dediklerinizi ben gerçekleştireceğim” demiş. İşte bunu diyen kişi, 1999-2007 yılları arasında Harran Üniversitesinde 8 yıl rektörlük yaptı.

Bu kişi göreve başlar başlamaz medyaya verdiği demeçlerde tek amacının Harran Üniversitesi’ni bilimsel açıdan üst düzeylere taşımak ve öğretim üyeleri bakımından zenginleştirmek olduğunu her fırsatta ifade etti. Fakat üç dört ay sonra hedef değiştirerek amacının, üniversiteyi muhafazakârlıktan ve modern yaşam tarzına aykırılıktan kurtarmak olduğunu, Harran Üniversitesi’nin böyle bir yaşam tarzını hak etmediğini söylemeye başladı. Kendine göre üniversite yaşamında bir dönüşüm yapmak istiyordu. Çünkü yaşam tarzı itibariyle rektör, muhafazakâr ve dindar insanlara karşı bir kişiliğe sahipti. Bunun için önce idarî personel ve daire başkanlarıyla daha sonra dekanlar ve akademik personel ile toplantılar yaptı.

İdarî personel ile yaptığı toplantılarda, özellikle eşleri başörtülü olanlara aba altından sopa göstererek herkesin kendisi gibi modern bir hayat tarzı seçmelerini, aksi takdirde ilçelere gönderilmek üzere yerlerinin değiştirilebileceğini ima etti. Dindar olup onun gibi yaşamaya başlayanlar oldu; hatta eşlerinin başını açanlar da oldu kuşkusuz ama ekseriyet itibariyle muhafazakâr olan yöneticiler tehditlere aldırmayarak tavizsiz bir şeklide yaşam tarzlarını değiştirmeyeceklerini ve rektörün istediği yaşam tarzını benimsemeyeceklerini lisan-ı halleriyle açıkça ifade ettiler. Bunun üzerine rektör geri adım attı ve üniversiteyi iyi bilen muhafazakâr idarî personel ile çalışmaya devam etti.

Bu kez rektör, öğretim üyelerini daha modern ve sosyal bir hayat tarzına çekmek istiyordu. Bu amaçla her Cuma akşamı Farmakoloji binasının beşinci katında içkili yemek düzenlemeye başladı. Önce fakülte dekanlıkları aracılığıyla öğretim üyelerine ve idarî personele haber verilerek katılacakların listesi hazırlanır, belirlenen sayıya göre yemek çıkarılırdı. Yemek paraları da davetli olan öğretim üyeleri tarafından ödenirdi. Toplantıda önce yemek yenilir, çay içilir, sonra canlı müzik faslı başlar, ardından da içki içilirdi.

Ben o sıralarda dekanlık görevimden istifa etmiş, başka bir profesör olmadığı için bölüm başkanlığı görevini yürüten bir öğretim üyesiydim. Rektör beni her gördüğünde, “Hocam, siz neden yemeğimize gelmiyorsunuz? Amacımız öğretim elemanlarını kaynaştırmak ve dostluğumuzu pekiştirmektir. Eğer içki için gelmiyorsanız, e canım siz de sadece yemek yersiniz. Biz içiyoruz diye size günah yazılır mı” derdi. Ben de arkadaşlarla istişare ettikten sonra, “Rektörün yemeğine, en azından kadrosu ilan edilmesi gereken arkadaşlarımıza zorluk çıkarmasınlar diye biz de bir kere gidelim” dedim. Bu teklifim olumlu karşılandı. Zaten hepimizi bir masaya verirler, biz de yemeğimizi yiyip kalkarız, düşüncesiyle İlahiyat Fakültesinden beş-altı arkadaş adımızı yazdırarak yemeğe katılacağımızı söyledik.

Rektörlükte çalışanlar şeytanî bir desise ile her birimizi içki içenlerin olduğu ayrı bir masaya vermişlerdi. Yani o masada oturanların tümü içki içecekler, siz de onları seyredeceksiniz, şeklinde ayarlamışlardı. Masalarda kimlerin yanına isimlerimizin yazıldığını görünce manzarayı fark ettik; şoke olup geldiğimize pişman olduk ama çıkıp gitmek daha da aleyhimize olacaktı. Bu yüzden sabırla bekledik. Yemek yenildi, çay faslı da bitti; ardından canlı müzikle birlikte şişeler de açılınca telefonlarımıza sarılıp, birisi bizi arıyormuş gibi yaparak birer birer dışarı çıktık.

Bu tavrımız dikkat çekiciydi kuşkusuz ve aleyhimize not edildi. Ama maalesef, yemekten sonra, başta İlahiyat Fakültesi dekanı ve eşi olmak üzere çok sayıda içki içmeyen musalli insanlar içki masalarında beklemeye başladılar. Onlar her hafta olduğu gibi yemek yedikten ve çay içtikten sonra yine, başlarına bir iş gelmesin korkusuyla içki içenleri seyretmeye devam ettiler.

Bu içkili toplantılar, üniversitenin muhafazakâr kesimini hizaya getirmeye yeterli bir çaba olmamıştı. Hala namaz kılanlar ve eşinin başı örtülü olanlar çoğunluktaydı. Bu kez rektör fakülteleri tek tek dolaşarak öğretim üyeleriyle toplantılar yapıp aba altından sopa göstermeye başladı. Rektör bu toplantılarda önce bilimsel çalışmaların öneminden söz ediyor, ardından elinde, ideolojik saplantılara kapılıp üniversiteden atılması gereken 250 kişilik bir liste bulunduğunu ve öğretim üyelerinin dikkatli olmaları gerektiğini söylüyordu. Bir gün rektör fakültemize [İlahiyat] gelecek diye dekan bey bizi kütüphanede topladı. Öğretim üyeleri olarak, “Acaba rektör bize ne anlatacak?” diye kendi aramızda konuşurken rektör çıkageldi. Önce ciddi çalışmalarla fakültemizi bilimsellikte ileri bir safhaya çıkarmamızı ve üniversiteyi, öğretim elemanı sayısı bakımından üst düzeye taşımamızı tavsiye etti.

Bir arkadaşımız parmak kaldırarak şöyle dedi: “Hocam, hem öğretim elemanları bakımından üniversitemizi ileri düzeye taşımamız gerekir diyorsunuz, hem de iki üç kez ilana çıktığınız halde benim gibi doktorasını bitirmiş onlarca elemanın kadrolarını ilan etmemekte ısrar ediyorsunuz. Bu nasıl bir akademik ve idarî anlayıştır? Bu şekilde mi üniversite akademik elaman sayısını arttıracaksınız?” Rektör hiçbir fakültede böyle bir itirazla karşılaşmamıştı. Şaşkınlık içinde kalarak bu arkadaşa tamamen tezatlarla dolu bir cevap verdi, dedi ki: “Hocam, Harran Üniversitesi öğretim elemanı bakımından iyi kötü bir yere gelmiş durumda. Neden başka üniversitelere gitmiyorsunuz? Siz de başka üniversitelere gidin. Oralar da sizin deneyimlerinizden istifade etseler iyi olmaz mı?” Demek istiyordu ki, sizin gibi eşi başörtülü olanlara kadro ilan etmeyeceğim. Öyle de yaptı; 8 yıllık rektörlüğü döneminde, Ziraat Fakültesinde doçent olan bazı arkadaşlara yardımcı doçentlik kadrosunu bile ilan etmedi. O arkadaşlar bir sonraki döneme kadar doçent araştırma görevlisi olarak kaldılar.

Rektör öfkelenmişti. Kendini toparlayıp ideolojik saplantılardan söz etti. İdeolojik saplantılardan kastı da “dinci ve irticacı akımlar” diye tanımlanan ve dindarların ilgi duyduğu cemaat ve tarikatlardı. Şöyle dedi: “Biliyor musunuz arkadaşlar, şu anda elimde, bu üniversitede öğretim üyesi olup da üniversiteden atılması gerekenlerin listesi vardır. Sayılarını da söyleyeyim size; tam 250 kişilik bir listedir. En ufak bir hareketleri onların üniversiteden atılmalarına yol açar. Bu yüzden dikkatli olmanız gerekir.” Bunu duyan öğretim elemanları sararıp soldular. Herkes, “Acaba beni mi kast ediyor” diye kendisinden korkmaya başladı.

Bu sözleri duyunca gazapla ayağa kalktım ve konuşmak istediğimi söyledim. Rektör izin verdi. Dedim ki: “Hocam, hem üniversitemizi bilimsellikte üst düzeylere çıkarmaktan ve ciddi bilimsel çalışmadan söz ediyorsunuz hem de öğretim üyelerini tehdit ediyorsunuz. Sizin bu tehditlerinizden sonra biz nasıl bilimsel çalışma yapabileceğiz? Mesela sizin elinizdeki o listede benim ismim var mı diye merak ediyorum. Eğer ismim yoksa söyleyin de rahat edip çalışmalarıma devam edeyim.

Rektör hiçbir fakültede böyle bir soruyla karşılaşmamıştı. Ne yapacağını bilemedi. Kem küm edip, “Hayır hayır, siz beni yanlış anladınız; sizi tehdit etmek amacıyla bunları söylemedim” dediyse de başka bir arkadaş ayağa kalkıp, “Peki hocam, ben de merak ediyorum. Ya benim ismim var mı o listede, söyler misiniz?” dedi. Bir diğeri, “Hocam ya benim ismim var mı?” dedi. Ve peş peşe birçok arkadaş aynı soruyu sordu. Rektör, o güne kadar gittiği fakültelerde herkes uslu uslu ve teslimiyet içinde onu dinlemişti. Rektör bu soru karşısında apışıp kaldı; konuşmasını yarıda keserek kürsüden indi ve hiç oturmadan dışarı çıkıp gitti. İlahiyat fakültesine gelmekten pişmanlık duymuş olmalı ki, fakülte toplantılarına son verdi.

Bu kez İlahiyat Fakültesindeki arkadaşlara bir bahane bulup haklarında soruşturma açmak için sinsi bir plan düşlündü. Bizim fakültenin önünde başörtülerini çıkarmak istemeyen kızlar her sabah bazen sesli bazen de sessiz bir protesto yapıp evlerine dönüyorlardı. Rektör her binanın kapısına büyük harflerle, “BU BİNAYA BAŞÖRTÜSÜYLE GİRİLMEZ” levhasını astırdı. Ardından, başörtülü kızları koruyorlar diye üç bölüm başkanına birer yazı yazdı. Yazı şöyleydi: “Sayın bölüm başkanı, kıyafet yönetmeliğine aykırı bir şekilde giyinen bazı öğrencilerin sınıflara girip derse katıldıklarını ve ders hocasının buna ses çıkarmadığını haber almış bulunuyoruz. Bundan böyle yasa dışı kıyafetlerle derse giren öğrencilerin ders hocası tarafından tespit edilip bölüm başkanlarına bildirilmesi ve bölüm başkanlarının da, öğrenci hakkında ve bildirimde bulunmayan ders hocası hakkında yasal işlem başlatması hususunda bilgilerinizi rica ederim. Rektör.”

Rektörlükten gelen yazının asıl amacı öğrenciler değil, ders hocaları ve bölüm başkanıydı. Ders hocaları başörtülü kızları bir dilekçeyle bölüm başkanına bildirecek, bölüm başkanı da kız öğrenci hakkında idari soruşturma başlatacaktı. Ayrıca bildirimde bulunmayan ders hocası hakkında da bölüm başkanı soruşturma başlatacaktı. Eğer başörtülü olarak derse giren olur da ders hocası bildirimde bulunmazsa bu kez bölüm başkanı sorumlu olacaktı. Peki, bütün bunları ihbar edecek bay muhbirler var mıydı? Kuşkusuz dönemin dekan yardımcıları başta olmak üzere rektörün muhbiri olan öğretim üyeleri de vardı.

Bu yazı üzerine bazı ders hocaları tarafından bölüm başkanlıklarına, “Hocam bugün… Nolu kız öğrenci başörtülü olarak derse girdi ve tüm uyarılarıma rağmen başını açmadı” mealinde onlarca dilekçe geldi. İlahiyat eğitimini alan bir öğretim üyesinin en ufak bir tehdit karşısında nasıl kutsal değerlerinden vazgeçip din düşmanlarıyla aynı safta yer aldığını unutmamak için o dilekçeleri hala muhafaza ediyorum. Biz de bölüm başkanları olarak bir araya gelip istişare ettik ve bu dilekçelerle ilgili hiçbir yasal işlem yapmamaya karar verdik. Zaman zaman dekan bey, “Ne oldu hocam, dilekçeler size gelmedi mi?” diye soruyordu. Biz, “Hayır hocam, dilekçe falan yok” deyip geçiştiriyorduk. Muhbir birkaç hoca da ısrarcı olmaktan çekinip daha fazla şikâyetçi olmak istemediler.

Rektör işin içinde bir iş olduğunu fark edip hemen Sosyal Bilimler Enstitüsü müdiresine emir vererek danışmanlıklarımızın iptal edilmesini ve bir daha herhangi bir jüride bize görev verilmemesini istedi. Müdire hanım da yüksek lisans ve doktora öğrencilerimizi bizden alarak onları İstanbul, Bursa, Konya ve Kayseri gibi üniversitelerdeki hocalara bağladı ve danışmanlıklarımızı iptal etti.

Bir gün kampüs içinde Rektörle karşılaştım, “Hocam size bir şey söyleyebilir miyim?” dedim. Rektör, “Rektörlüğe gel, konuşalım” dedi. Yanına gittim ve: “Hocam, siz bizi jürilere almıyorsunuz, bizim yerimize uzak illerden jüri üyesi çağırıyorsunuz. Oysa o jüri üyeleriyle arkadaşız. Onlar buraya geldiğinde nasıl davranmaları gerektiği hususunda bizimle istişarede bulunuyorlar. Siz boş yere yol parası ödeyip hocaları buraya getirmiş olmuyor musunuz?” dedim. Rektör, “Ya öyle mi? Doğru ya meslektaşsınız. Neyse bundan sonra düzeltiriz” dedi.

28 Şubat rektörü ikinci döneminde Şanlıurfa’nın şartlarının Ankara şartlarıyla aynı olmadığını fark etti ve biraz olsun eski alışkanlıklarından vazgeçti. Onun rektörlük dönemi sona erince ona sadık yardımcısı da tam 8 yıl görev yaptı. Ama “BU BİNAYA BAŞÖRTÜSÜYLE GİRİLMEZ” yazısı, yardımcısının görev süresinin sonuna kadar, yani 2014 yılına kadar kapılarda kalmaya devam etti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
25 Yorum