Mezarlara açılmak

Denir ki; çok öfkelenir, kızarsanız bir çocuğa, öfkenizin geçmesi için ellerine bakın, küçücük ellerine.
Peki ya büyüklerin?
Damarları pörtlemiş ellerine, kırış kırış alnına, ağarmış saçlarına mı bakmalı?

Soru zor.
Zor olduğu kadar da alengirli; cumburlop dalınacak gibi değil.
Suhuletle cevap vermek için bırakalım biraz demlensin.
Biz dönelim çocuklara.
Öyle yaramaz çocuklar vardır ki; Eyüp sabrı gerek insanda.
Arlanmaz, uslanmaz, laftan anlamaz sinir çocuklar…
Laftan anlamaz, dedim de, aklıma geldi; Aziz Nesin'nin bir çocuk hikayesi.

Çocukların her sorusuna sabırla cevap verilmesi gerektiği üzerine diller döken bir “mürebbinin” zavallı burnunu sıkan haylaz bir çocuk biteviye sorar:

“Mu ne?...”
“Burun…”
“Murun…Mu ne?...”
“Burun, evladım, burun…”
“Mu ne?..”
“Burun…”
Aklımda kaldığı kadarıyla, zavallı adamcağız kafayı sıyırır en sonunda.
Demem o ki, sabır da kâr etmez kimi zaman.

E'ee?
E'si, ellerine bakacaksınız çocukların, sadece ellerine.
Çünkü çocukların ellerinden girilir merhamet kapısına.
Merhamet kapısından girer girmez de, çocuğun masumiyeti karşılar bizi.
Çocuk masumiyeti…
Her öfke, her kızgınlık geberir karşısında.
Peki, ya yetişkinler?..
Döndük, dolaştık, yine geldik, aynı soruya.
Kaçarı yok; ne kadar demlendiğine bakmaksızın cevap vereceğiz artık.
Yetişkinlere sinirlenince, öfkenizin dinmesi için gözlerine bakamazsınız.

Belki kem gözlerindendir çektiğiniz.
Ağzına da bakamazsınız.
Belki dilleridir sizi yaralayan.
Ellerine bakamazsınız.
Zaten onun elindendir öfkeniz.
Ağzı, dili, saçı, eli, velhasıl, bütün uzuvlarıyla toprağa karıştığı yere bakarsınız:

Mezarına.
Makamdan, mevkiden, zenginlikten, fakirlikten, üçkağıtçılıktan, eksik tartıdan, yalandan, dedikodudan, cefadan, sihirden, nazardan, hasetten, debdebeden, gururdan, kibirden eser kalmaz mezarlarda.

İyi de…
Ancak ölülerin mezarı vardır; nasıl bakacağız yaşayanların mezarına?
Derseniz…
“Her nefs doğduğu andan itibaren müstakbel bir mezara da doğmaz mı?..” derim ben de.
Görmek için bakış zaviyesini diri tutmak lazım sadece.
Bu zaviyeyi diri tutan da mezarlıklardır.
Başkalarının mezarları hem kendi mezarımızı, hem de öfkelendiklerimizin mezarlarını hatırlatır bize.
Onun için ecdadımız şehrin atardamarlarına camileri, türbeleri, mezarları kondurmuştur.
Onun için o şiirdeki gibi, ölüm hayattan canlı, rahmet günahtan baskındır.
Onun için “her nakışta o mana” mevcuttur:
“Öleceğiz ne çare?..”

Şehirlerin rehabilitasyon merkezleridir mezarlıklar…
Hayata yüzünü buruşturmayan o eski mezarlarda salıncaklar kurulur; çocuklar oynar; mezarla hayat kol kola yaşardı.
Modern şehirler mezarlıkları saklamaya çalışarak ölümlerden uzaklaştığını sanıyor.
Bir takım lakırdılar da ezberlettiler insanlara. Ölülerinin ardından “Seni unutmayacağız…” diyorlar.

Sizi kim unutmayacak peki? Kazık mı çakacaksınız dünyaya?
Mezarlıklardan uzak tutularak azaltılamaz ölüm.
İnsanı yalnızlaştırır bu sadece.
Mezarları uzaklaştırmak insanın içindeki “ölümü” azdırmaktan başka şeye yaramaz.
“Azgın ölüm” de çölleştirir insanı.
Boşuna dememiş Nietzsche: “Çöl büyür / Vay içinde çöl taşıyanın…”
Çare tek:
Ölmeden önce ölmek…
Mezarlardan uzaklaşmak değil, mezarlara açılmak; “Cenazem götürüldüğü zaman/ Ayrılık ayrılık deme / Benim buluşmam, kavuşmam / İşte o zamandır” diyen Mevlana'ları fehmetmek gerek.
Ne güzel söylemiş Erdem abi:
“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık ne yapsın bize ölüm…”
Ha, ne diyorduk?
Çocuklara kızınca ellerine, büyüklere kızınca “müstakbel mezarlarına” bakmalı.

Yeni Şafak

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.