Merhum Vahdet Yılmaz Ağabeyin Hüsn-İ Hat Eserlerine İlgisi Ve Çok Sevdiği Bazı Klasik Manzumeler Üzerine

Enfal Seriklioğlu’nun yazısı

-Merhum Vahdet Yılmaz ağabeyimizin vefatının ikinci sene-i devriyyesi münasebetiyle…-

1994 senesinde Vahdet ağabeyle tanışma şerefine nail oldum. O zamanlar Beyazıt’ta Marmara Apartmanı’nda kalıyordum. Pazartesi ve Cuma akşamları Haseki’de, Perşembe akşamları Cihangir’de, Cumartesi akşamları Üsküdar Karakullukçu’da, Pazar günleri Arnavutköy’de Adem ve İdris ağabeylerin evinde Vahdet ağabeyle görüşüp sohbet etme imkânı buluyorduk. Bazen ilave olarak da Çarşamba akşamları, dayıoğlumu görmek vesilesiyle Soyak’a, yine nefsime galip gelebilirsem Salı akşamları Avcılar’a da gidiyordum. İlerleyen tarihlerde bu mekânlarda bazı değişiklikler olmuştu. Mesela birkaç sene sonra Cihangir’e ve Arnavutköy’e gidilmez oldu, Üsküdar’da Karakullukçu yerine Bedî’ye gidilmeye başlandı. Esenler ve Başakşehir’de de Vahdet ağabeyle buluşulup görüşülebiliyordu.

Bu buluşma ve görüşmelere bazen Vahdet ağabeyle gidip dönüyor, bazen de kendi imkânımızla gidip onun unutulmaz 34 NAT 57 plakalı Mitsubishi minibüsü (daha sonradan WW Transporter’ı) ile dönüyorduk. Hakikaten bu kısa seyahatler, araçtaki yolcular için çok heyecanlı oluyordu. Ha, teslimiyet makamına erdiyseniz (!) bir o kadar da keyif veriyordu. Mitsubishi minibüsle gittiğim Isparta seyahatinin, yanlış hatırlamıyorsam Transporter’la yaptığımız Ordu, Kastamonu, Rize ve Eflani ziyaretlerinin tadı hâlâ damağımdadır.

1997 veya 1998’de Vahdet ağabeyle bir doğu seferimiz vuku bulmuştu. Bir ara Hacı ağabey Honda Civic marka bir araba kullanıyordu. Bu seferimizde araçta benden başka Kırıkhanlı Hüseyin ağabey de bulunuyordu. Bolu, Ankara, Kayseri, Malatya, Elaziz, Urfa, Diyarbekir ve Adana’yı kapsayan bu seyahatimiz bizim için ne güzel ve ne kutlu bir yolculuk olmuştu.

Her neyse çok uzatmayıp asıl mevzuya geçeyim. Herhangi uzun veya kısa bir seyahatte Vahdet ağabeyle bir camiyi veya külliyeyi ziyaret etme imkânı bulmuşsanız gözünüze şunlar çarpardı: Ağabeyimiz turistlerin yaptığı gibi, iki dakikada camiyi turlayıp iki üç özçekim yaparak çıkıp gitmezdi. Önce tahiyyetü’l-mescid namazını eda eder, daha sonra yanındaki talebeleriyle beraber camideki hat levhalarını, duvarlarda çinilerdeki veya kubbe kısmındaki ayet-i kerimeleri, hadis-i şerifleri okur, talebelerini de imtihana tâbi tutarak bu ibareleri okumalarını ister ve daha sonra onlara oradaki ibareyi ve anlamlarını okur öğretirdi. Bu fasıl bittikten sonra da eğer vakit varsa hemen oturup Kur’an-ı Kerim okurdu. [Daha üniversite 1. sınıfta iken bir gün Mitsubishi minibüs ile Laleli’deki Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin önünden geçerken benden giriş kapısında bulunan ve hayli de büyük olan kitabedeki ibareyi okumamı istedi. Osmanlıca öğrenmeye başlamıştık ama kitabe okumak ayrı bir marifetti, maalesef ibareyi okuyamadım. Allah ondan razı olsun, hemen okudu. O ibare “Fîhâ kütübün kayyimeh (Beyyine suresi: 3)” ayetiymiş ve “O sahifelerde dosdoğru hükümler varmış.” manasına geliyormuş. İleriki yıllarda da bu şekilde imtihanlara tâbi tutulmuş, levhaların bir kısmını okumuş, bir kısmını ise okuyamamıştım. Okuyamasak ne olacak, rahmetli ağabey bizi hiç mahcup etmezdi ki… Hemen müdahale eder, şefkatli bir tavırla cevabını verirdi.]

Selâtîn camilerdeki levhalar, hatlar, tablolar vb. hakkında da çok bilgili ve ilgiliydi. Mesela bir bakarsınız, derste Fatih Camii’nde asılı olan ve üzerinde Topkapı Sarayı - Mekke - Medine - Tren yolu ve Dünya haritası silueti bulunan tablodan bahseder; bir bakarsınız, Sultanahmet Camii’nin doğu cephesindeki duvarında asılı olan büyük levhayı (“N’ola tâcım gibi başımda getürsem dâim / Kademi nakşını ol Hazret-i Şah-ı Rusülün / Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir / Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün”) ve onun hikâyesini anlatır; bir bakarsınız, bilmem hangi selâtîn caminin avlu girişinde büyük ibarelerle hakkolunmuş “Selâmün aleyküm tıbtüm fedhulûhâ hâlidîn (Zümer suresi: 73: Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi ebedi kalmak üzere buraya girin.)” ayetini size ders verir; bir bakarsınız, o her hafta sabah namazına gittiği Eyüp Sultan Camii’nin kıble tarafındaki “Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i Bârî / Habîb-i Ekrem'in yârî Ebâ Eyyûbi'l-Ensârî” levhasından bahseder; bir bakarsınız, büyük bir aşk, şevk ve hasret içinde Kâbe-i muazzamanın Babü’s-selam kapısında ve diğer kapılarında hüsn-i hatla yazılmış ayetleri ve manalarını açıklardı.

Evet, Vahdet ağabeyin çok önemli bir hususiyetiydi bu. Öğrendiği bir bilgiyi, yaşadığı mühim bir hadiseyi, edindiği bir tecrübeyi hemen talebeleriyle paylaşırdı. Haftanın her akşamı sevk ve idare ettiği Risale-i Nûr derslerinde bu ve benzeri malumatları, hatıraları uzun çay arasında talebeleriyle paylaşırdı. Âh mine’l-firâk! Merhum ağabeyimizin bir seyahatten döndükten sonra anlattığı gezi hatıralarını ve intibalarını dinlemek ne güzel ve ne tatlı oluyordu. Balkanlara ilk yaptığı seyahatlerden birinden döndüğünde, oradaki bir camide bulunan hat levhasındaki ibareleri hatırlamayanımız var mıdır! Çünkü birçok derste merhum Hacı ağabey bunu heyet-i hâzırûn ile paylaşmıştı:

el-Bahîlu adüvvu’llah velev kâne zâhidun
el-Kerîmu habîbu’llah velev kâne fâsıkun

Yani; cimri kişi, ibadet ve takva ehli bile olsa, Allah’ın düşmanıdır; cömert kişi ise fâsık bile olsa, Allah’ın sevdiğidir…

Vahdet ağabeyin en çok hangi Osmanlı padişahını sevdiği bilgisine sahip değilim ama Fatih Sultan Mehmed Han ile Yavuz Sultan Selim Han’ı konuşmalarında çok zikrederdi. Özellikle Yavuz Sultan Selim’e atfedilen aşağıdaki şiiri ondan defaatle dinlemiştim:

Sanma şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur
Sâdıkâne belki ol bu âlemde dildâr olur
Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur

Bilindiği üzere bu şiirin özelliği; soldan sağa ve yukarıdan aşağı okunduğunda mısraların aynı olmasıdır. Yani mısraların ilk kelimeleri birinci mısrayı, ikinci kelimeleri ikinci mısrayı verir vs.

Sanma şâhım / herkesi sen / sâdıkâne / yâr olur
Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyâr olur
Sâdıkâne / belki ol / bu âlemde / dildâr olur
Yâr olur / ağyâr olur / dildâr olur / serdâr olur

Vahdet ağabeyden çok duyduğumuz bir manzume de, Şeyhülislam Kemalpaşazade’nin (İbn Kemal), tahtta kaldığı sekiz yıl kadar kısa bir sürede Osmanlı topraklarını iki katından fazla artıran Yavuz Sultan Selim Han’ın vefatından sonra kaleme aldığı mersiyesinin aşağıdaki kısmıydı:

Şems-i asr idi asrda şemsin
Zılli memdûd olur zamânı kasîr
Tâc u taht ile fahr eder beğler
Fahr ederdi anınla tâc u serîr

(Kemalpaşazâde)

Yani; [Ey sultan!] Senin güneşin bu yüzyılda ikindi güneşi idi. İkindi güneşinin zamanı kısa, gölgesi uzun olur. Beğler tâc ve taht ile övünürler. Tâc ve serîr ise onunla övünürlerdi.

Vahdet ağabeyin derslerde sıkça bahsettiği, -tabir caizse- favori manzumelerinden biri de hikemî şiirin klasik Türk edebiyatındaki en önemli temsilcisi olan, 17. yüzyıl şairlerinden Nâbî’nin “Sakın terk-i edebden” diye başlayan meşhur şiiriydi. Bu şiirin yazılış hikâyesini de derslerde anlatmıştı.

Şair Nâbî hac yolculuğuna çıkmıştır. Hac kafilesinde Osmanlı devlet adamları bulunmaktadır. Nâbî, Medine-i Münevvere’ye yaklaştıkları bir gece, kafiledeki bir devletlinin ayaklarını Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatarak yattığını görüp çok içerler ve o kişiyi ikaz etmek amacıyla o anda kalbine gelen bu naatı söyler. Devletli, bu okunan naatı duyunca hemen hatasından döner. Kafile yola koyulur ve sabaha karşı Mescid-i Nebevi’ye ulaşır. Buradaki müezzinler kafileyi görünce minarelerden Nâbî’nin ilk defa birkaç saat önce söylediği ve başkasının bilmediği naatı okurlar. Tabii, heyettekiler bu duruma hayret ederler. Sabah namazını kıldıktan sonra o müezzinlerden birini bulup bu naatı kimden ve nasıl öğrendiğini sorarlar. Müezzin şöyle cevap verir: “Resulullah (sav) bu gece Mescid-i Nebevi’nin bütün müezzinlerinin rüyasına şeref verdi ve onlara şöyle buyurdu: ‘Ümmetimden, bana olan sevgisi ve aşkı her şeyin üstünde olan Nâbî isimli bir kimse beni ziyarete geliyor. Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu natı okuyun ve onun Medine’ye gelişini tebrik edin.’ Biz Peygamber Efendimizin (sav) bu emrini yerine getirdik.”

Bu cevap üzerine Nâbî, Resulullah’ın (sav) kendisini ümmetinden sayma şerefine nail olduğu için mesut bir şekilde mest olur.

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-i ilâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu

Felekde mâh-ı nev Bâbü's-selâmın sîne-çâkidir
Bunun kandîli Cevzâ matla’-ı nûr-ı ziyâdır bu

Habîb-i Kibriyânın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı Kibriyâdır bu

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açdı mevcûdât dü çeşmin tûtiyâdır bu

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha

Metâf-ı kudsiyâdır bûsegâh-ı enbiyâdır bu
(Nâbî)

Edebi terk etmekten sakın. Burası Hudâ’nın habîbi olan Peygamber’imizin (sav) bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak Teala’nın nazar ettiği mekândır, Efendimiz Mustafa’nın (sav) makamıdır.

Gökyüzündeki yeni ay, onun (sav) kapısının, yüreği yaralı aşığıdır. Gökyüzündeki İkizler burcu bile onun (sav) nurundan doğmaktadır.

Burası Cenab-ı Allah’ın habîbinin (sav) uyuduğu yerdir. Burası fazilet bakımından Hak teâlânın arş’ından üstün görülmüştür.

Bu toprağının parlaklığından, yokluk karanlıkları son buldu. Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı, çünkü burası iki göze sürülen sürmedir.

Ey Nabi! Bu dergâha, edebe uymak şartıyla gir, çünkü burası, etrafında kudsîlerin tavaf ettikleri ve peygamberlerin hürmetle öptükleri bir yerdir.

Vahdet ağabeyle ilgili hatıralarda onun mehter marşlarına olan sevgi ve tutkusu da zikredilmektedir. Söz gelimi Himmet Uç Hocanın risalehaber.com’da yayımlanan “İstanbul’un Sahipleri” başlıklı yazısında şu ifade geçmektedir: “Vahdet Abi Osmanlı hayranı, Mehter başı gibi mehter söyler, yeri göğü inletir. Erzurum’da iken Naim Baba’nın evinle giderdik haftada bir gün yolda marş söylerdik gece vakti.”

Yine Vahdet ağabeyin bizzat anlattığı, Hacı Muhammed kardeşimizin kâğıda geçirdiği ve Himmet Uç Hoca tarafından risalehaber.com’da yayımlanan hatıralarda da merhum Bekir Berk ve Vahdet ağabeylerin mehter marşlarını çok sevdiği, çoğu kez birlikte “Artar cihatla şavkımız, Fahr-i Rusül sultanımız” ve “Yürekler kabarık gözlerde damla, mehteri saygıyla dur da selamla” yani Fetih Marşı’nı aşk ve şevk içinde söyledikleri nakledilmektedir. Onun mehter marşına karşı olan sevgisine, birlikte seyahat ettikleri birçok kardeş ve yurt dışında birlikte yolculuk yaptıkları Sabri Okur ve M. Rıza Derindağ gibi yol arkadaşları da şahitlik etmektedir.

Birkaç satırla merhum Vahdet Yılmaz ağabeyimizin ecdat yadigârı camilerdeki hüsn-i hat eserlerine meftuniyetinden ve çok sevdiği bazı klasik şiir örneklerinden ve onun mehter tutkusundan söz etmeye gayret ettik. Mevla (cc) merhum ağabeyimizin kabrini pürnûr, ruhunu şâd, mekânını cennet, makamını âli eylesin. Ahirette, başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere Üstadımız hazretlerine, Sungur ağabey’e, Kırkıncı Hocamıza ve diğer ağabeylere komşu kılsın inşallah. Amin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum