Memleket Meselesi’ne dair

Memleket Meselesi’ne dair

Kadir Erdal'ın yazısı...

“Yoksulluk sürüyor kardeşim. Dağ gibi büyürken karşımda bu, ben sana çiçekten, böcekten nasıl söz edeyim?”

Hikâyeci Recep Şükrü Güngör, yedinci hikâye kitabında böyle diyor. Yazdıklarıyla mutlaka bir yere varan, okuyucusunu da kendisiyle birlikte o yere götüren yazarın bu tavrı yazdıklarını anlamlı kılıyor belki de. Edebiyat dünyasındaki vakarlı yürüyüşünü “İnsanca yaşamanın yollarını aramalı her can.” temel düşüncesiyle sürdüren Güngör’ün her yeni kitabı hayatın sıcaklığını aktarmak açısından hep bir üst basamağı işaret ediyor.

Güzel insan Nuri Pakdil’in ifadesiyle “Uzun, çok uzun bir yürüyüşe çıkmadır yazarlık.” Evet, bu, çok az bir yazarın sürdürebildiği zor bir yürüyüştür, çetin bir yürüyüştür. Çünkü sanatın ve edebiyatın temel taşı insandır, toplumdur. Yazmak, bir bakıma insanı tanımak, çağı tanımak olduğuna göre, yazar önce kendi iç muhasebesinden başlamalıdır işe. İç muhasebesini iyi yapamayan yazar, bu çetin yürüyüşte yarı yolda düşer kalır şüphesiz. Recep Şükrü Güngör, bu ‘uzun yürüyüş’ü -iç muhasebesini yapmak suretiyle- sağlam adımlarla sürdürüyor.

“Her insan, herkes karşısında her şeyden sorumludur.”

Recep Şükrü Güngör’ün geçtiğimiz günlerde Zambak Yayınları’ndan çıkan Memleket Meselesi’ni okurken sorumluluk şuurumun bilendiğini, ufkumun genişlediğini fark ettim. Dostoyevski belki de bu yüzden“Her insan, herkes karşısında her şeyden sorumludur.” diyordu. Aynı zamanda bir eğitimci olan ve idealleri dolayısıyla kendisini insanlara karşı sorumlu sayan Güngör de, hem insanın iç dünyasına doğru bir yürüyüşe çıkıyor hem de okuyucuyu bu kabil yürüyüşe teşvik ediyor. Aslında “zorluyor” desem daha doğru olur. Neden mi? Çünkü hikâyelerin her biri bireysel hayat hikâyesi gibi görünse de yazar aslında bireysellikten çıkıp büyük bir soruşturmanın ve kadim meseleleri resmetmenin peşine düşüyor. Bu bağlamda, hikâyelerin her biri bir memleket bildirgesi çerçevesinde duruyor. Köydeki veya kentteki, yakındaki veya uzaktaki yoksulluğun ve yoksunluğun içimizdeki resmi bunlar. Resmin baş köşesinde, vazgeçilmez yerinde, insan... Kederli, sevinçli, umutsuz, umutlu, parasız, evsiz, iş sahibi, işsiz memleket insanı. Takkeli, takkesiz, bıyıklı, sakallı, bıyıksız, sakalsız… velhasıl memleket insanı. Bu insan, herhangi bir yörenin ya da herhangi bir ulusun insanı diyebileceğimiz sınırlandırmalara tabi tutulmamış. Kürt ya da Çingene, Laz ya da Manav, insanca yaşamanın yollarını aramalı her can. İşte bu ‘uzun yürüyüş’te yazar, tam da bunu anlatmaya çalışıyor. Ve biz de bunu anlayabilirsek, bu ülkede beraberce yaşayabiliriz. Kimse Kürtlüğünden yahut Çingeneliğinden ötürü ötekileştirilmez, kimse dininden ötürü aşağılanmaz, kimse kültüründen ötürü hor görülmezse insanca yaşamanın yolları açılır. Kısaca, “İnsan olmak” bütün meselenin başı. Onun için de şimdiye kadar alışılagelmiş hikâyelerde gördüğümüz kahraman ya da tip diye tanımladığımız sınırlı kişilere rastlayamayız Güngör’ün hikâyelerinde. O zaten, insanı dış görünüşüyle, fiziksel yapı ya da köken özellikleriyle değil, iç dünyasıyla, düşünce dünyasıyla, his dünyasıyla ve tabii ki yaşadıklarıyla veriyor hikâyelerinde. Gözü görmek için nasıl ki bir ayna gerekiyor, insanın bu tarafına da hikâyelerini tutuyor Güngör.

“Yazar olmasaydım eylemci olurdum.”

Yazmak Marazı isimli denemesinde “Yazar olmasaydım eylemci olurdum.” diyen Recep Şükrü Güngör,  hikâyelerinde de sürekli gerilimde tutuyor okuyucusunu. Ona sürekli sorular sordurur, cevaplar bekler ondan. Okuyucu, hikâyenin dışında bir ikinci ya da üçüncü kişi değil, hikâyenin içinde, asıl anlatılanın kendisi olduğunu hatırlar hikâyenin sonunda. Çünkü o, derdi olanı konuşturmuş hikâyelerinde. Olanı yazmış yani.

Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’nden aşina olduğumuz yazar, sağlam bir kurgu zemini yakalamış. Kurgu dedimse uydurmaca değil elbet. Ayakları yere basıyor Güngör’ün. Komşuları, iş arkadaşları, çarşıda pazarda selamlaştıkları, alış veriş yaptıkları, ayakkabı tamircisi, köfteci, berber, terzi, işçi, çırak, patron, öğretmen, velhasıl ilginçliğini araştırıp bulduğu vatandaş Memleket Meselesi’nin kahramanı… Yani yazar, insan içinde. Her gün onlarca insan görüyor (bakıyor değil!), konuşuyor onlarla, en önemlisi onları dinliyor. Vakit kaybetmeden onları kalemiyle evirip çevirip sabırla kalbinde ısıtıyor ve bütün bu insanların yüreklerine umut döküyor.

Eserlerinde genellikle kahramanını konuşturarak hikâye çıkaran yazar, kahramanını kastederek, önemli olan onun derdini dinlemektir, diyor. Nefer hikâyesinde baştan sona kahraman konuşuyor, yazar dinliyor. Hatta Dargın hikâyesinde olduğu gibi, yazar bazen söze karışarak ona muhatap olmaya çalışıyor, konuşturduğu kahramanlarla sıkı fıkı oluyor:

“Beyim, şu hikâyeyi baştan anlat da ağız tadıyla dinleyelim.”
“En zorunu istedin benden hikâyeci kardeşim. Sen beni ağlatmaya niyetlenmişsin. Dilim dönmez ama döndüğünce anlatayım.”
“Ne demek beyim, sizin gibi derya dil birisi de dilim dönmez derse dünya sussun, lâl olsun.”

Yazar, hikâye kahramanıyla kurduğu diyalogu has okuyucusuyla da sağlıyor. Tebessüm hikâyesinde olduğu gibi, “Şimdi inanmayacaksın ama…”yla başlayan, zaman zaman okuyucusunun hislerini, belki de olay akışıyla ilgili görüşlerini tahmin ederek ona karşı hazırcevaplar üreten, hikâyenin sonuna gelince de “Okuyunca yine de şikâyet edecek misin beni? Bu metni okuma, bu çatık kaşlının anlattıkları okunmaz diyecek misin?” şeklinde muhatap olma cesareti gösteren bir yazarın kurmaca sofrasına konuk oluyoruz Memleket Meselesi’nde.

“Güneşi teyelleyip hayatına, biniyor hayal atına…”

Recep Şükrü Güngör, neredeyse bütün hikâyelerinde anlatımı kısa cümlelerle sürdürüyor. Bu da hikâyelere bir gerilim, anlatıma inanılmaz bir akıcılık kazandırıyor. Eylemler, cümlelerin bel kemiği çünkü. Kısa cümlelerle hop oturup hop kalkıyor okuyucu. Güneş Özlemi hikâyesinde bunu son satıra kadar yaşıyorsunuz. Yazar, kahramanları olan yeryüzü gezginlerinin yaşam pınarlarını bu kısa cümlelerle yudumluyor, pınara arada taş atıp dalgalandırıyor, biraz sonra durulanan suyun yüzüne bir resim çiziyor: Neredeyse romana dönüşecek bir isim kadrosu ve bir sinopsis planı.

Güngör’ün hikâyeleri daha çok gözleme dayalı hikâyelerdir. Ancak bu gözlemler, kesinlikle değer yüksüz gözlemler değildir. Çünkü daha önce de ifade ettiğim gibi, yazarın insan merkezli bir değer ve ideal dünyası vardır. Güngör de bu değerler toplamından bağımsız bir gözlem yapmamaktadır. Olayları, hikâye kahramanının davranışlarından, yaşadıklarından aktarır. Kör Yolculuk, Dargın, Nefer hikâyeleri işte bu düzlemde hayatın acı, ızdırap, yoksulluk, azim ve başarı ortak paydalarıyla kurgulanıyor. Yazarın, kahramanlarına sürekli anılarını çağrıştırması da yaşanılır bir canlılık kazandırıyor hikâyelere.

Kör Yolculuk’ta yazar, çocukluğunun hatıra defterini şöyle bir aralıyor ve o günlerde Anadolu’ya özgü köy odalarında halk hikâyeleri anlatılırken pencereden kaçak kaçak dinleme maceralarını aktarıyor. Tezgah hikâyesinde ise yazar, çocukluğunun hatıra sofrasında kekremsi lezzetler yudumluyor ve ailenin geçim kaynağı olan dokuma tezgahının yakacak oduna dönüşümünü babasının sabırlı ve haysiyetli duruşuyla birlikte resmederek anlatıyor. Aslında yazar, bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir kültürü hatırlatıyor: Kötü şartlarda, çilede, acıda, yoklukta neredeyse bir ruhsal arınma tadı bulmak ve bu yolla manen dirilmek, bir bakıma yok’un varlığıyla var’a varmak.

Hikâye içinde hikâye

Memleket Meselesi iki bölümden oluşmuş. Güneş Özlemi’nde özlenen dünya, Melâl’de ise hüzünlü olaylar resmedilmiş. Hâl böyleyken ve farklı zamanlarda kaleme alınmasına rağmen ilk hikâyeden son hikâyeye kadar hikâyeler sağlam bir bütünlük taşıyor. İşte bu, yazarın hikâyelerinde özle biçim arasındaki uyumun bir göstergesi. Marguerite Duras da “Üslubu olmayan yazar, yazar değildir. O halde biçim özden ayrı düşünülemez.” derken bu hususa işaret ediyor. Yani bir yazar, kendine ait bir üslup yetkinliğine erişmişse, dili kullanmada mahirleşmişse, o yazarın anlattıkları edebiyat dünyasında makes bulur. Lostra hikâyesinde Recep Şükrü Güngör’ün nev-i şahsına münhasır bir tarz görüyoruz mesela: Hikâye içinde hikâye. Hikâyeye başlıyorsunuz, ama aslında iki hikâye birden okuyorsunuz. İç içe iki hikâye. Asıl hikâyede lostracıyla hayat ve meslek üzerine konuşmalar, ikinci hikâyede diğer esnaf Necati abiyle geçmiş zaman konuşmaları… sonunda da iki hikaye bir hikayeye dönüşüyor.

Recep Şükrü Güngör’ün yaşadığı mekanla da irtibatı çok güçlü. Sakarya ve Maraş, yazarın mekan kaynağı. Bu kaynak, tarihi ile, halkı ile bir bütünün en mühim parçaları olarak yansıyor hikâyelere. Aynalı Kavak, Sakarya’da bir kültürün ebenced toz tutmuş örtüsünü kaldırıyor ve -hikâyede şimdiye dek görmediğimiz bir tarzda- geometrik şekillerle ecdadın çarşı-hayat-itimat resmine ayna tutuyor. Tarihin, uygarlığın bir izdüşümüdür aynalı kavak. Yazar, geçmişin fotoğrafını çeker, yaşanılan an’da çerçeveler, onu hayatın anlamına katmaya çalışır. Geçmiş ve an’ın her iki ucu onun duygusu, düşüncesi, düşü, tutkusu olur. Hayatı olur yani.

Bu arada, yazarın kitapta okuruna vermek istediği ana mesaj hangi hikâyede dersiniz? Söyleyeyim: Kaymakam. Neden mi? Günümüzde en çok insana uzak yaşıyoruz da ondan. Birimiz Güney Kutbundayız, birimiz Kuzey Kutbunda sanki. Güngör’ün defterinde farklı; olması gerektiği gibi yani. Hikâyede bilge bir ses, kontrol eden bir mekanizma yazarla konuşuyor. Çekip çeviriyor onu içten içe. Söyleşi-anlatı da diyebileceğimiz hikâyede yazar, okuruyla söyleşir ve ardından devlet ricalinden insanlık makamına çıkmış olan kahramanıyla tanıştırır okuyucusunu. Hikâyenin sonunda roller değişir; yazar, -kurmacanın azizliğine uğrayarak- hayal, kahraman ise gerçek olur.

Güngör, bu son hikâye kitabıyla çağına tanıklığını belgelemiş oluyor. Ele aldığı meseleleri realist bakış, hakikatleri ise hissî duyuş hassasiyetiyle aktaran yazar, memleket dokusunu ve olgusunu sıcak, dostane cümlelerle işliyor. Kırmıyor, ötekileştirmiyor, dağıtmıyor, derliyor, topluyor, umuda bağlıyor.

Velhasılıkelam, Memleket Meselesi’ni sonuna kadar okumak lazım. Bir bakmışsınız, belki de sizin hayat hikâyeniz çıkıvermiş karşınıza. Çünkü yazar, hayatın içini okuyor, nerede hikâye damarı var, onu buluyor, yazıyor.

Ancak, hikâyelerden önce Bakış başlığı altında kitaptaki bütün hikâyeleri özetleyen cümleler dikkatinizi çekecek. Bir film şeridi… Yirmi hikâyeden yazarı tarafından seçilmiş hayat suyu cümleler… Hikâyeler bitince geriye dönüp Bakış’ı okuyun derim bir de.