Medeniyetimizin fabrika ayarlarına dair bir kaç suale cevap

Medeni olmak insanın tabiatında vardır. Medeni şehirli demektir. Medeniyet, insana şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda mümkün kıldığı birikim, düzey ve fırsatlara denir. Medeniyetten insanların çoğunluğunun mutluluğu, huzuru ve refahı beklenir. Medeniyette değerler sistemi vardır, bunların en başında adalet, fazilet ve estetik gelir. Hepsinin toplamı da güzel ahlak demektir. Medeniyetlerin zaman zaman birbirlerinden etkilendikleri olmuştur. Ama medeniyetler, asıl kaynağını dinden almışlardır.

İslamiyet medeniyeti neden müsbettir?

Müsbet, tesbit edilmiş, yazılıp kaydedilmiş, isbât olunan, delilli, açık ve sabit olan, pozitif ve olumlu demektir.

İslam medeniyeti, Kur’an medeniyetidir, her şeyi ile tebit edilmiş, yazılmış, delillerle açık ve sabit olan, insanları eğrilikten, yanlıştan doğruluğa, kötülükten iyiliğe yönlendiren ve tavsiye eden, hatta kesin olarak emreden, her şeyin pozitif ve olumlu taraflarına bakan bir medeniyettir.

Kur’an’ın bir adı da Furkan-ı Hakîmdir. Furkan iyi ile kötüyü, hayır ile şerri ayıran demektir. İslam, insanı büluğ çağına eriştikten sonra sorumlu tutuyor. Şeriat, Kur’an’ın semasından insanlar için, adeta yağmur gibi inen bir rahmettir. Bu rahmet sayesinde Allahın acıması ve yardımı erişmiş, insanlar cahiliye devrinden Asr-ı Saadete yücelmiştir. Çarkları da hak, adalet, fazilet, yardımlaşma, Allah’ın hidayeti ve kardeşliktir.

Burada şeriat kavramı üzerinde durmak gerekir. Şeriat ikidir. Birincisi: Küçük âlem olan insanın, davranış ve hallerini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. Yani peygamberler vasıtası ile semadan indirilen kutsal kitaplardaki emir ve yasaklardır.

İkincisi ise; büyük insan da diyebileceğimiz âlemdeki varlıkların hareketlerini tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen büyük fıtri şeriattır. Bazan yanlış olarak buna yaratıcı anlamında "tabiat" ismi verilmiştir.[1] Bunu, “âdetullah” “sünnetullah” ve “tabiat” kanunları olarak ifade etmek gerekir.

İslamiyet medeniyeti insanlığın tabiatını nasıl temsil ediyor?

İnsan her şeyin en güzeline layık bir şekilde ve ahsen-i takvim suretinde yaratılmıştır. İslamiyet medeniyeti de insanı, toplumun yararına olacak en güzel şeyleri yapmaya teşvik etmektedir. Bunu yaparken de hak-hukuk, adalet, fazilet, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi çok ciddi esaslar getirmektedir.

Bundan dolayı müminlerin medeniyetinin içi nurlu, muhabbetli, şefkatli ve cazibedar bir melek gibidir; dışı ise rahmet, kardeşlik ve yardımlaşma göstergeleri ile doludur. Mümin imanı gereği kâinata kardeş nazarıyla baktığı gibi, bütün mahlûkata, insanlara ve bilhassa da İslâmlara kardeşlik bağı ile bağlıdır. Çünkü imân, bütün müminleri bir babanın şefkatli kanatları altında yaşayan kardeşler gibi saymaktadır.

İslam medeniyetini istemek, insaniyeti istemektir. Çünkü hakikî medeniyet, insan nevinin terakki ve tekemmülüne ve mahiyetinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet etmektedir. [2]

Kâfirlerle müminlerin medeniyeti arasında çok mühim farklar vardır. Kâfirler, medeniyet elbisesi altında korkunç bir vahşet yapmaktadırlar. Dışları parlak, süslü ve sevimlidir; içleri de yakıcı, pis ve sevimsizdir. Küfrün yüzü, çok soğuktur, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarmakta, bütün eşyada bir nevi yabancılık tohumu ekmekte ve her şeyi, her şeye düşman yapmaktadır. Baskı ve sefahatle mezc olan küfür, insanları fakir, sefih ve ahlâksız etmektedir. [3] Dolayısı ile insanın güzelliklerini ve tabiatını bozmaktadır.

Haklı mı olmak önemli, kuvvetli olmak mı?

İslam medeniyetinin dayandığı nokta haktır. Hakkın daima gereği ise, adalet ve eşitliktir. Bunun sonucunda da şikâyetler de ortadan kalkacak, insanlar selâmette olacaklardır.

Hak haktır. Hakkın büyüğü küçüğü, azı çoğu olmaz. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilemez. Bu adalet-i mahzanın yani Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hakiki adaleti gereğidir. Hamiyet namına, kişinin kendi rızasıyla fedakarlık yapması ise başka meseledir.[4]

Adalet-i izafiye görüşü, toplumun selâmeti için, ferdi ya da az olan şeyi feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. “Ehvenüşşer” diyerek bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzânın tatbiki mümkün ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulüm olur.[5] "Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." [6] ayeti bu zulmün büyüklüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

İnsan tabiatı gereği medenidir. Cinsinin hukukunu muhafaza ve hakkını onlar içinde aramakla mükelleftir. İnsanın karşısına, şahsını düşünme ve şahsi fikrine güvenme düşüncesi çıktığında;  “İnsanların en hayırlısı, onlara faydalı olandır."[7] hadisine göre cinsini düşünerek yüksek himmeti ile bu bencilliğine karşı cihad etmek durumundadır. [8]

Eşitlik, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, zengin veya fakir, şah veya gedâ arasında bir fark yoktur. Karıncaya bilerek ayak basılmasına bile müsaade etmeyen şeriat, elbette insanlığın hukukunu ihmâl etmez.[9]

Fazilet nedir? Fazilette neden bir muhabbet ve cazibe vardır?

İslam medeniyetinin hedefinde; menfaat yerine fazilet vardır. Faziletin gereği de muhabbet ve tecazübdür.

Fazîlet; kişiyi iffetli, ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten mânevî bir kuvvettir. Güzel ahlâkın esasları da ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî ve sevab-ı uhrevîdir. Bunlar yoksa yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır.[10] Kendini seven ve beğenen menfaatperestlerin gayesi, nefis ve menfaatlerini tatmin olduğundan, nefislerinden başka hakikî hiçbir şeye muhabbet etmezler. Her şeyi kendi nefislerine feda ederler.

İnsan nevinin en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, insanlığın mahiyetini değiştirmek, ancak aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.[11]

Fazilet ve hidayetin kaynağı Kur’an’dır. Bu da Kur'ân'ın beşere karşı çok merhametli ve lütufkâr olduğunu göstermektedir. Bir fazilet sahibi, bin faziletsize tercih edilir. Bu itibarla faziletli insanlar, az da olsalar çok görünürler.[12] En kat'î fazilet, düşmanların dahi tasdik ettiği fazilettir.[13]

Kur'ân'ın talebeleri yalnız Allah’ın rızası ve fazilet için nefsinin menfaatinden uzaklaşırlar, ebedi Cenneti dahi hakikî maksat ve ibadetlerinin gayesi yapmazlar. Zail olmaya mahkûm bu dünyanın fâni menfaatleri onları, hakikî maksat ve gayelerinden çeviremez.[14]

Muhabbet; sevgi demektir. İnsan kendisini, evladını, ailesini, akrabalarını, insanları, diğer canlıları, dünyayı sever. En güzel muhabbet de sahib olduğu şeyleri kendisine ihsan eden Rabbini, peygamberleri, evliyaullahı sevmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanın kalbine nihayetsiz bir muhabbet kabiliyeti ihsan etmiştir. Bu sonsuz muhabbet, ancak zât ve sıfatlarıyla nihayetsiz kemâlde bulunan Allah’ı sevmesi için lütfedilmiştir.

İnsan, bütün mevcudata karşı da bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi sever. Ebedî Cennete bahçesi gibi muhabbet eder. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Ayrılıklarından dolayı daima hadsiz bir mânevî azab çektiriyorlar. Bunda kabahat ve kusur, insanın kendisine aittir. Çünkü hadsiz muhabbet istidadı, hadsiz bir Cemâl-i Bâkiye mâlik bir Zâta tevcih etmek için verilmiştir. İnsan kalbindeki o muhabbeti sûiistimal ederek fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını da ayrılığın azabıyla çekiyor.[15]  

Tecazüb; çekmek, meyletmek ve cezb etmek demektir. Birbirine uygun ve orantılı işlerde, birbirlerine karşı bir meyil ve çekicilik vardır. Birbirlerine zıt olan eşyalarda da tam tersi, nefret ve iticilik vardır. Bu meşhur kaide maddiyatta nasıl cereyan ediyorsa maneviyat ve ahlakta dahi aynı şekilde devam etmektedir.[16]

Toplumsal mutluluğun kaynağı nedir?

Toplumsal mutluluğun kaynağı tabiki İslamiyettir. Cenab-ı Hak insanı en güzel bir surette yaratmıştır. En güzel ahlak kurallarını koymuş, insana hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi doğuştan birtakım haklar vermiş, insana kâmil olma yollarını göstermiştir. Bunu da diğer insanlara ve Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirip getirmediğine göre imtihan sırrıyla gösteriyor. Allah insanı köleleştirmemiş, yüksek bir değer vermiş, kömür ruhlu insanlarla elmas ruhlu insanları birbirinden ayırmak murad etmiştir.

İslam medeniyetinin dışındaki medeniyetler, insanın canına, malına, hürriyetine kastetmiş ve büyük kıyımlara sebep olmuşlardır. Bunu yapan zalim ve münkirler de en güzel suretten çıkmışlar, en çirkin surete bürünerek esfel-i safiline düşmüşlerdir.

İnsanı ebedi saadet mutlu eder. Kâinatta büyük bir nizam ve intizam vardır. Bu nizamı, nizam yapan da ebedi saadettir. Ebedi saadet olmazsa şu esaslı nizam anlamsızlaşır, yalancı ve esassız bir hale gelir. Bu nizam ve intizamın ruhu olan maneviyatı, bağları ve nisbetleri heba olur gider.[17]

Ayrılıklar insanı da toplumu da mutsuz eder. İnsanlar mütemadiyen sevdikleri kişilerden ve eşyalardan ayrılmak zorunda kalmaktadırlar. Bu ayrılıkların çığlıkları kâinatı doldurmaktadır. Nimeti nimet yapan, nimetlerin reisi ebedi saadettir. Ebedi saadet olmazsa nimetler zehire döner. Bu durumda da mecburen kâinatın şehadetiyle sabit olan Allah’ın rahmetini inkâr etmek lâzım gelir. Bu ise mümkün değildir.[18]

Yardımlaşma neden dayanışmayı doğurur?

İslam medeniyeti zayıfın ve güçsüzün elindekini vurup almak veya öldürmek yerine yardımlaşmayı emrediyor. Bu da birlik ve dayanışmayı doğurur, böylece toplum hayatı canlanır, çok parlak bir dönem yaşar.

Kuvvet ve mücadeleye dayalı medeniyet anlayışı; ayrıştırıcı, ötekileştirici ve bölücüdür. Irkçılık hastalığını doğurur, o da başkasını ezmekle ve yutmakla beslenir. Kontrolsüz güç, tecavüze meyillidir, saldırgandır, boğuşmalara ve çarpışmalara yol açar. Nefsanî hevesatı heyecana getirme ve tatmin için çalışır, insanların ihtiyaçlarını artırmakla meşgul olur. Bu da insanlığın saadetini yok eder.

Bunun önüne geçmek için Kur’an, hakkı, fazileti ve Allah’ın rızasını gaye olarak kabul eder; yardımlaşmayı, din, vatan ve sınıf bağlarını esas tutar, hevesat ve tecavüzlere set çeker, ulvi hissiyatı tatmin ederek insanı olgunlaştırır. Hakkın gereği ittifaktır, faziletin gereği dayanışmadır, yardımlaşmanın gereği birbirinin imdadına yetişmektir, dinin gereği kardeşlik ve yakınlaşmadır, nefsi gemlemenin ve ruhu kemalata kamçılamanın gereği de iki dünya saadetidir.[19]

Yardımlaşma düsturu kâinatta işlemekte ve açık bir şekilde görülmektedir. Güneş ve ay bizim imdadımıza yetişiyor, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların, besinler beden hücrelerinin imdadına hep bu düstur ile koşturuluyorlar. Bütün bunlar birbirleriyle kıyasıya mücadeleye tutuşursa düzen, nizam ve intizam anında bozulur. Bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların fıtratlarını suistimal etmelerinden kaynaklanan mücadele düsturu, çok ahmakça bir düsturdur.[20] Bu düstur, bâtıldır, gaddaranedir, gayrımeşrudur, çürüktür, esassızdır, bir süistimaldir, manevi bir cehennemdir. Yardımlaşma düsturu da hayat kaynağıdır. Kerim Rabbimizin emridir. Topluma huzur ve saadet getirir.

Kâinatta cari olan yardımlaşma düsturu, insan zihni için de geçerlidir. Zihnin ve aklın nazarlarına gelen görüntüler, maksada uygun bir şekilde birbirleriyle yardımlaşması, birbirlerine cevap ve medet vermesi gerekir. Akıl ve zihnin süzgecinden geçmeyen fikirlerin ve görüşlerin, sağlıklı, akla ve mantığa uygun olması mümkün değildir.[21]  

Yardımlaşma düsturu ihmal edilirse, cemaat ruhu doğmaz, eneler kavileşir. Yardımlaşma ile “ben” “biz” olur, iş bölümü ve iş birliği gelişir.[22]

Zekât ve sadaka fakirle zengin arasında bir yardımlaşma köprüsüdür, sosyal hayatta nizamın temini için mustakim bir yoldur, hayatın akışında bir bağ, insanlığın gelişimindeki zehirlere panzehir olur.[23]  

Toplum içinde yardımlaşma düsturuna ve dayanışmaya, düşmanlara karşı muhtaç olunduğu gibi,[24] mesailerin tanziminde ve aralarındaki emniyetin tesisinde de ihtiyaç vardır. [25]

Neticede, her hüsün ve kemal sahibinin emsaliyle toplanmaya, birlikte olmaya fıtri bir meyli vardır. Bu da hüsün ve kemali bir iken iki yapar. Hattâ bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut/düşme tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar yardımlaşmanın sırrını idrak edememektedirler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders almaları gerekir.[26]

İslamiyet medeniyeti neden heva ve hevesi reddeder?

İslamiyet medeniyeti, insanı hak ve doğru yola iletmek, insana layık tarzda terakki ve refahı ister. Çünkü, insan ruhuna lazım olan şey aydınlanma ve tekâmüldür.

Şimdiki medeniyet ise, cezb edici bir şekilde heva ve hevesleri uyandırmak ve kamçılamak, arzuları tatmin etmek ve istekleri kolaylaştırmak hizmetiyle meşguldür. Bu ise, insanı melekiyet derecesinden kelb derekesine indirmek ve manevi yönünü silip atmak anlamına gelmektedir. Bu tip kendini medeni olarak tanımlayanların içleri dışlarına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır ve maymun postu görüntüleri hayale gelecektir.

Heva ve heves serbest bırakılırsa, insanı tahakkümü altına alır. O da zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruri hükmüne geçirir. Eskiden insanlar zaruri olarak dört şeye muhtaç iken, şimdi medeniyet yüzden fazla şeye muhtaç edilmiş ve fakirleştirilmiştir. İnsanın çalışarak elde ettiği kazancı, artık bu şeyleri karşılayamaz hale gelmiştir. Bu da insanları hile ve harama sevk ederek ahlakın esaslarını bozmuştur. Topluma kazandırdığı haşmet ve servete bedel, şahısları fakir ve ahlâksız etmiştir.[27]

Öte yandan gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, yıllarca hapis elemlerini çeker.[28]

İnsanların çoğu, heva ve hevesata muhaliftir.[29] Her Müslüman, vehim ve hevanın tahakkümünden, nefis ve hevesin esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan kurtulmak için çabalamak durumundadır. [30]

İnsan durağan bir varlık değildir. Dünyaya gönderilişinde büyük bir maksat vardır. Bu yüzden İslam medeniyeti insana büyük değer veriyor, insanca yaşaması için, doğru yolu gösteriyor. İnsanın, kamil insan olmak için uzun bir yolu ve sürekli yükselmek, refah içinde yaşamak ve insan ruhunu, kalbini, duygularını doyuracak maddi ve manevi gıdalara ihtiyacı vardır. Bu da İslam medeniyetindedir.

İslamiyet medeniyeti ırkçılığı neden reddeder?

İslamiyet, unsuriyet/ırkçılık ve menfi milliyeti ayrıştırıcı ve yıkıcı olduğu için reddeder. Irkçılık bir frenk illetidir. Avrupa, ırkçılık ve unsuriyet fikri ile İslam âlemini parçalamak için bu illeti içimize aşılamıştır.  Bu hastalık ve fikir, ruha gayet zevkli ve cazibedar bir halet verdiğinden, pek çok zarar ve tehlikelerine rağmen, bu zevkin hatırı için, her millet az çok bu fikre iştiyak göstermektedirler.  

Irkçılık, herkesin şevkini kırar, neşesini kaçırır, garaz ve taraftarlık hislerini uyandırır ve tefrika sebebidir. Bütün bunlar, birlik ve beraberliğin düşmanlarıdır. Sonuçta, adı meşrutiyet, manası istibdat olan sakat yönetim biçimlerine yol açmıştır.[31]

Irkçılar, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle mâsum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. İslâmiyetin "Bir mâsumun hakkı, yüz câniye feda edilmez" şeklindeki kanun-u esasîsi bunu kesinlikle yasaklamıştır.[32]

İslam milletlerinin, ırkçılığın ifsadından kurtulması için, İslam üniversiteleri açılması lazımıdır. Bu üniversitelerde ırkçılık ve kavmiyetçilik yerine müsbet, kudsi ve umumun hakiki milliyeti olan İslamiyet milliyeti tesis edilmelidir.[33]

İslâmiyet milliyetiyle bir buçuk milyon hakikî kardeşin, her gün umumi dualarıyla mânevî yardımlarını görmek yerine, ırkçılık damarıyla o mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve laubalilere, yalnız dünyevi ve pek cüz'î bir menfaat için terk etmek doğru değildir. Bu, hem vatana ve hükûmete, hem de dindar millete büyük bir tehlikedir.[34]

İslamiyet medeniyetinde, insanları ve toplumları birbirlerine bağlayan bağlar nelerdir?

İman ve din birliği, vatan birliği, sınıf birliği ve iman kardeşliği toplumu birbirine bağlayan hakiki bağlardır.

İman birliği, kalplerin birliğini ister. İtikat birliği dahi sosyal birliği gerektirir. İmanın nuru ve şuuruyla bizlere gösterilen ve bildirilen esmâ-i İlâhiye adedince, vahdet/birlik alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri vardır. Meselâ, Hâlıkımız bir, Mâlikimiz bir, Mâbudumuz bir, Râzıkımız bir, bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyümüz bir, devletimiz bir, memleketimiz bir, bir bir, ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ermektedir. Kâinatı ve küreleri birbirine bağlayan mânevî zincirlerin yerine, ayrılık ve nifâka, kin ve düşmanlığa sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip, mümine karşı hakikî düşmanlık etmek ve kin bağlamak, o birlik bağlarına büyük bir hürmetsizliktir. O muhabbet sebeplerini hafife almaktır. O kardeşlik münasebetlerine karşı bir zulüm ve haksızlıktır.[35] Din bağı yerine milli bağ ikame edilemez. Edilse, adalet edilemez, hakkaniyet gider.[36]

Zekât ve sadaka, toplumsal barışı, kardeşliği ve yardımlaşmayı sağlayan önemli bir bağdır.  İnsanlığın sosyal hayatının nizamı zekâttan geçmektedir.[37]

Sosyal hayatın, özellikle İslam milletlerinin önemli bir esası,  akrabalar içinde samimâne muhabbet, kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mümin kardeşlerine karşı, mânevî, fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'ân hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, sosyal hayatı esasıyla temin eden bu rabıtalar inkâr edilemez. Edilse, toplumda anarşi çıkar. Nesiller, akrabalık bağları ve hakiki milliyet bozulur. Sosyal hayat altüst olur.[38]


[1] Hutbe-i Şamiye, Hakikat Çekirdekleri, s. 597

[2] Tarihçe-i Hayat, s.102

[3] Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s.118

[4] Kastamonu Lahikası, 111. Mektub, s.188

[5] 15. Mektub s. 86

[6] Mâide Sûresi, 5:32.

[7] el-Aclûnî

[8] Münazarat, s.515

[9] Münazarat, s.469

[10] İman ve Küfür Muvazeneleri, s. 224

[11] Tarihçe-i Hayat, s. 230

[12] İşârâtü’l-İ’câz. s.308

[13] Tarihçe-i Hayat, s. 119

[14] Nurun İlk Kapısı, s. 81

[15] Lem’lar, 3. Lem’a, s. 40-41

[16] Muhakemat, Unsuru’l-akide, s. 159

[17] Sözler, 29. Söz, s.701

[18] Muhakemat, 3. Makale, Unsuru’l-akide, s.183

[19] Sözler,12. Söz, 3 Esas, s.195

[20] Sözler,30. Söz, s.734

[21] Muhakemat, s.106

[22] Tuluat, s.362

[23] İşarat, s.287

[24] Tarihçe-i Hayat, s.182

[25] Lem’alar, 17. Lem’a, s.215

[26] İşârâtü’l-İ’câz, s.66

[27] Tarihçe-i Hayat, s.164-165

[28] Sözler, 13. Söz, 2. Makam, s.64

[29] Mesnevi-i Nuriye, s.307

[30] Sözler, 10. Söz, s.94

[31] Tarihçe-i Hayat, s.95

[32] Emirdağ Lahikası II, s.548

[33] Tarihçe-i Hayat, s.882

[34] Emirdağ Lahikası II, s.559

[35] Mektûbat, 22. Mektub, s. 443

[36] Mektûbat, 15. Mektub, s.88

[37] İşarat, s.287

[38] Tarihçe-i Hayat, s.705

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum