Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Lezzeti yok, elemi var

Epeyce yıl oluyor, Trabzon'a Erzurum'da bir öğretim üyesi olan Necati Bey gelmişti. Profesör olan bu abimiz yaptığı derste, komşusu olan ve çocuğunu trafik kazasında kaybeden ve ardından ağlayan inançsız bir hocadan söz etmişti. Oğluna ağıtlar düzen ve dualar okuyan bu babaya, "Yahu sen hiçbir şeye inanmıyordun, şimdi bu dua ve tekrar buluşma temennilerini nasıl izah edeceksin?" diye sorunca, o da "Ya Necati ben kendimi inançsız zannediyormuşum, öyle değilmişim arkadaş, şimdi anladım." cevabını verdiğini anlatmıştı. Bu, basit bir itiraf değildir. Üzerinde ciddiyetle durulması ve inkâr düşüncesinin hayata, ölüme bakıştaki bu yansımalarının incelenmesi gerekir.Hani anlatırlar ya ateistler derneğini arayıp "Sizin bir başkanınız var mı?" sorusuna "Başkansız dernek mi olur?" cevabı karşısında: "Basit bir dernek başkansız, yöneticisiz olmuyor da kâinat yöneticisiz nasıl olur? tepkisine, telefonu kapatarak cevap verilmesinin araştırılması lazım geldiği gibi. 

Yaşını başını almış bir hanımefendiye "Hayatın bir gayesi olmalı. Gayesiz bir şey olmaz." hatırlatmamıza o hanımefendinin "O zaman sen de ilaç kullanma, doktora gitme. Ben o tip sorularla ilgilenmiyorum, hayatımı yaşıyorum. Böyle garip soruları da nerden çıkarıyorsunuz?" cevabını da araştırmak lazım. Kendilerini nasıl kandırıyorlar. Musibetlerin uzak ve yakın darbelerine karşı, akıl ve ruhlarını nasıl teselli edip firak elemini ne şekilde söndürüyorlar, diye ciddi bir sorgulamaya konu etmek elzem.

Bu dar ve fani dünyanın ebede uzanan emellere ve arzulara kâfi gelmediği, basit bir hayal deneyi ile anlaşılıyor. İnsaniyetin mahiyetini anlamamak ve dine iltica etmemek için, yine bir tanıdığımın ifadesi ile "Köpek gibi yaşayıp ölmeyi" tercih etmek, acz ve fakrına medet olacak bir Sâni-i Kadire iltica etmeyi ancak bir sevdiğinin ölümüyle hatıra getirmek, nasıl bir ruh hâlidir. Bu vurdumduymazlık ve ruh hâlini üstad, Hutbe-i Şamiye'de "Bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden, beşerin nazarını afâka dağıtan ve boğan cereyanların, iptal-i his nevinden bir sersemlik vermesine" bağlıyor. Bu öyle bir sersemlik ki ehl-i dalâlete mânevî azabını hissettirmediği  gibi; ehl-i hidayete de gaflet basıyor ve imanının ona verdiği hakiki lezzeti takdir ettirmiyor. Bu da ayrı bir acı ve hazin bir durum.

Bir basit yüzüğümüzü kaybettiğimizdeki  telaş ve heyecanımızı, pırlanta gibi bir "cevher-i imaniyi" kaybetme tehlikesinde yaşayamıyoruz. Kalbi "ıssız haşarat-ı muzırra yuvasına" çeviren küfrün ne gibi bir lezzeti var acaba, doğrusu merak ediyorum. Tam imansızlığın da verdiği bir cesaretin olduğu doğru. Yoksa Firavun'un onca mucizelere direnme ve Nemrut, bir peygamberi ateşe atma cesaretini nereden bulacaklardı? Fakat "ecdadı ile ve mülk-i Mısırla iftihar eden" Firavun'un kavmi ve sarayı, bir karınca nev'ine mukabele edemedi. Ve Firavun'un iftiharı, denizde biten kabrine kadar sürebildi. Nemrud'un iftiharı ise, bir sineğin karşısında hicaba döndü ve bitti. 

Demem o ki karıncaya, sineğe hatta şimdilerde görünmeyen bir virüse mağlup olan insanın "inkârdan neş'et eden dalâletlerden hâsıl olan ızdırabatın bütün akılları, ruhları Cenab-ı Allah'a firar ve ilticaya mecbur etmesi" gerekmez mi? Bu küfrün "lezzeti yok, nimeti yok; aksine elemi ve nıkmeti (cezası) var. Yani bütün elemleri içine almış. Ne aklı ikna eden bir izahı ve ne kalbe verdiği bir kemâli ne de vicdanın sesine vereceği bir cevabı var. Dünyada da uhrada da zarar ve kayıp. Maddiyata dalan ve darlaşan, süfliyatın içinde felç olan, malayaniyat ile de kendini dağıtan akıl, "ince fikir titizliği" isteyen iman işçiliğinde maalesef yine yaya kalıyor. Muhatap olsa bile, bu muhatabiyet enaniyet, kibir, gurur, gaflet, kısa ve sathî nazar (yüzeysel ve uzaktan bakmak) paslı ve kirli gönül ile olunca, maksat hasıl olmuyor. Bir dokunuşla yıkılıp onu İman nuruna kavuşturacak perde;  safsata, inat, iğfal (aldatmak), görenek gibi şeytanî desiselerle kalınlaşıyor ve ona bu nuru uzaktan seyrettiriyor. Uzaktan da en büyük bir şey, en küçük gibi görünüyor. Şahane bir benzetme ile bir yıldız, muma dönüveriyor.

Küfürde kalan bir kalbi ise, akrep ve yılanların serbestçe yuvalandığı, dolaşabildiği, korunmak için artık tam mühürlenmekten başka çarenin kalmadığı bir keyfiyete inkılâb ediyor. Hani belediye türlü  gürültü ve kokuların geldiği bir mekânı, bütün ikazlara rağmen temizlenmediği takdirde kapattığı gibi; Rabbimiz de başkasının zarar görmemesi adına, bu "haşerat yuvasını" mühürlediğini bildiriyor. Yani mecazen bize, o kalplerden uzak durun, diyor.

Uzak durmak yetiyor mu? Neticede "durmak" bir irtifa kaybı değil midir? Arifler "Durmak, düşmek demektir."diye boşuna dememişler. Nasıl bir uçak, irtifa kaybedince, düşmeye başlar. Bir mü'min de "durunca" yani iman ve marifet semasında ilerlemeyince, yeterli ve onu ilerletecek yakıt ve enerjiyi  düzenli almayınca, yavaş yavaş düşer. Kendini "maddiyat, süfliyat ,malayaniyat" fırtınalarına hedef eder. Sonra tembellik ve tenper verlik duraklarına takılır ve bir cellad-ı sehhar (büyüleyici cellat) olan rahatlık meylinde un ufak olarak, tanınmaz hale gelir. Bu gidiş ise, tehlikeli bir gidiştir. En kötüsü de bundan rahatsızlık duymamaktır. 

Küfür(inkâr) kapatmak, gerçeği reddetmek anlamında en büyük bir yalan ve cehalet olarak niteleniyor. Bütün günahlarda zinadan tut, hırsızlığa kadar bir menhus(pis) lezzet vardır. Fakat yalanda menhus da olsa bir lezzet yoktur. İşte temelinde büyük ve âşikâr bir yalan olan küfürde hiçbir lezzet ve hafiflik yoktur. Yani "Lezzeti yok,elemi var; nimeti yok, nıkmeti var."

Peki küfür (inkâr) bir cehildir yalandır da kâfirlerin Peygamberimizi en iyi tanımalarına ne diyeceğiz?  Bakın üstad buna ne  diyor: "Küfür iki kısımdır. Bir kısmı bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da birkaç şubedir. Birincisi, bilir lâkin kabul etmez; ikincisi, yakinî var lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü tasdikî var, lâkin vicdanî iz'anı yoktur.

Evet dostlar, iman, cüz'i iradenin sarfından sonra verilen bir nurdur.Fakat bu sarfın her an devam etmesi gerekir. Yani bir defa verildi iş bitti, değildir. O imanı devam ettirmek için, her an cüz'i irademizi sarf etmemiz gerekmektedir. Evet, ebedî saadet büyük nimet ama kolay kolay kazanılmıyor ve devam ettirilmiyor. 

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.