Kürdistan Medreseleri ve Bediüzzaman

Medrese, ders okutulan yer demektir. Arapça olan bu ders kelimesi, kök manası (etimolojisi) ile kişi, okuduğu şeyi o kadar güzel öğrenmeli ki; öğrendiği konuda onun için hiçbir pürüz kalmamalı, diye dersin gerçeğini hatırlatıyor. Bu kökün edilgen kalıbı olan münderis kelimesi de yerle bir olan şey demektir. Çünkü bir şey, yerle bir olunca artık ortada hiçbir pürüz kalmamış olur. Üstad Bediüzzaman’ın medaris-i münderise ihya olacak sözü, yerle bir olmuş medreseler diriltilecektir, manasına gelir.

Bu sözün söylendiği tarih 1908’dir. Eğer o tarihte bu medreseler yerle bir olmuş ise; bu geçen 105 senede biz ne yapabildik? Ve medreselerin bugünkü durumları nasıldır, diye kendimize sormamız lazımdır.

İşte gelin, beraber medreseler arasında bir seyahat yapalım. İslamiyet, ta Ashab-ı Suffa döneminden beri bütün yönleri ile eğitime önem vermesine rağmen Selçuklu Sultanı Nizamülmülk dönemine kadar İslam dünyasında kurumsal bir eğitim olmadı. Daha önce genellikle camilerde hususi değişik ilimler okutuluyordu. Yani gramercilerin, hadisçilerin, fıkıhçıların, tefsircilerin, kelamcıların ihtisas okulları vardı. Bu okullar, genelde cami ve mescidler idi. Buralarda ihtisas eğitimi alanlara ekol denilir. Mesela hadis ekolü, kelam ekolü gibi.. 12. Asra gelinceye kadar yani Hicri 4. Asrın sonuna kadar İslam dünyası o kadar çok âlim verdi ki; galiba o yoğunlukta eğitim alanlar, sadece Yahudi ve Hıristiyan ümmetlerinde var olmuştur. Bu ekollerin iki özelliği vardı: Belli bir konuda ihtisas yapmak ve dünyanın her tarafında o ekolün temsilcilerini bulundurmak.

Ekol kelimesi, Batıda başta bu manada kullanılıyordu. Fakat daha sonra guruplu ve topluca eğitim verilen yerlere de ekol ve okul denildi. 12. Asra gelindiğinde ihtisas bittiği gibi; ekol tarzında belli ilimleri dünyaya yayma faaliyetleri de nisbeten durdu. Selçuklu ile başlayan bu yeni dönemde âlimler artık belli ilimlerde ihtisas yerine her ilimde söz sahibi olmaya kalktılar. İmam Süyutî’nin her ilimde eşit şekilde kitap vermesi, bu yeni dönemin tipik bir örneğidir.

Önce Selçuklu ve Osmanlı, daha sonra Safeviler ile devam eden ve Arap olmayan bölgelerdeki medreselerin işi, İmam Süyutî modeli kadar kolay değil idi. Çünkü Arap olmayan bu çevrelerin, önce dil ve belagat öğrenmeleri lazımdı. Daha sonra asıl maksat olan ilimlere ancak geçilebiliniyordu..

Bu dönemde dil engelinin tam aşılamaması ve alet ilimlerinin çokça şerh ve haşiyeler ile zihinleri zapt etmesi medreseleri epeyce yordu. Çok nadir insanlar artık kelam, hadis ve tefsire vakit ayırabiliyordu. Hulasa: Alet ilimleri engelinden ve ihtisas yapmamaktan ve insanların zihinleri taklit ve ilmî istibdad ile kilitlendiğinden medreseler münderise oldu.

Bugün Kürdistandaki medreseler, bütün gayretlerine ve dine hizmet aşklarına rağmen bu üç engeli aşamıyor. Bu üç engel yanında bir de kapalı bir toplum içinde olduklarından dünyadaki

ilmî çalışmaları takip edemiyorlar. Onun için bugün medreselerde okuyan talebelerin en zirve hayalleri, Molla Halil-i Siirdî ve Şeyh Fethullah-ı Verkanisî gibi olmaktır. Hâlbuki bu iki zat, manen, ruhen ve kalben çok büyük ve değerli olmalarına rağmen fıkıh ve gramer dışında bir eser verememişler. Molla Halil’in yazdığı Basiratül-kulub tefsiri, Tefsir Ekolü yanında çok küçük bir yeri olan Nesefi Tefsirinden bile geridedir.

Medreselerin bu münderisliğinin şu beş sebebini burada kaydedebiliriz:

1) Bugünkü medreselerin resmi yani ekonomik bir yapısı ve payeleri yoktur.

2) Çok iyi derecede Sarf ve Nahiv öğrenmelerine rağmen, bu gramer bilgilerini yüksek ilimlerde icra edemiyorlar. Dolayısıyla yüksek ilimler üzerinden toplumda etkin bir yere sahip olamıyorlar.

3) Çok önemsiz ve gereksiz müfredat, ders programında okutuluyor.

4) Zihinlerin soyut manaları algılaması için önemli iki çare olan fenlerden ve medeni dünyanın zihni yapısından mahrumdurlar.

5) Medreselerde o kadar çok taklit ve baskı var ki; zeki insanlar ya mekteplere kaçıyorlar. Veya inkişaf etmeden çürüyüp gidiyorlar.

Bu beşinci noktayı biraz açarsak hastalığın fenni (psikolojik) sebebini bulabiliriz; şöyle ki:

İlk insanlar, nisbeten tufuliyet çağını yaşadığı için zihinleri soyut ve manevi şeyleri tam algılamıyordu. Fakat insan zihni, somut algı tarzında da olsa, çok çok büyük şeylerin büyüklüğünü –gerçekten veya nisbi olarak- algılar. Çünkü Allah, bütün insanları bir yaratana inanmak üzere yaratmıştır. İşte eğer insan zihni, açılmamışlıktan dolayı sonsuz yaratanı soyut (vacib’ül-vücud ve maddeden mücerred) olarak algılamazsa bu sefer somut (müşahhas) olarak onu tasavvur eder. Tasavvur edemediğinde ise, onu meçhule atar. Yine ruhunda bir büyük dayanak var kalır. Yani insanoğlu, büyüklüğü algılama veya güvenilir bir noktaya dayanma seyr u seferinde giderken, önüne aşılmaz ve onun gibi asla olunmaz insanlar çıkar. Bu insan başta iman ve akide tarzında olmazsa da, o zatı önce kendine nokta-i istinad yapar; sonra milletçe propaganda yapıla yapıla o büyük zat, bir nevi ilah yapılır. İnsanın bütün duyguları o müşahhas örnekte kilitlenir; daha yeni şeyleri öğrenemez.

Bu tehlike, bütün duygusal ve kapalı toplumlar için geçerlidir. Mevlana ve İbn Arabî bu tehlikeye karşı tasavvufun terbiyesini çare olarak görmüşlerdir. Bediüzzaman, dinî ilimler ile fen ilimlerinin beraber okutulmasını çare olarak görüyordu. Önemli ve ukde-i hayatiye olan bu noktayı tahakkuk ettirmek için Medresetüzzehra projesinin gerçekleşmesi için tam yetmiş yıl uğraştı. Fakat zaman ve zemin ona yol vermedi.

Ayrıca Kürtler neticede bir Asya milletidir. Bediüzzaman’ın ifadesine göre Asya insanı duygusal olur; akıldan ziyade kalbi ile düşünür. Evet, duygu ve kalb algısı güzeldir, ama aklın rehberliğinde olmak şartı ile.. Yine Bediüzzaman’ın ifadesi ile: Akıl tek başına yeterli değildir. Dolayısıyla insan nevinin duyguları olan fen ilimleri ile ve medeni imkânlar ile ortaya çıkan külli akıl ile düşünmek gerekir.

Kürtlerin ve dolayısıyla Kürt medreselerinin bir sıkıntısı da Kürtlerin Türkiye ile tam entegre olamamalarıdır.. Bu kopukluktan dolayı kollektif bir eğitimleri ve medeniyetleri oluşamamıştır. Hâlbuki Bediüzzaman Münazarat kitabında: Kürtler çeşme olmalı, Türkler havuz olmalı, dedi. Fakat iki taraf da şu açık gerçeği anlamıyor: Havuz güçlendikçe ve yükseldikçe çeşmenin lehinedir. Ve çeşme güçlendikçe ve özgürce aktıkça havuzun hesabına geçer.

Sakın birileri bu yazıdan bir hakaret veya siyasetle uğraşıyor manasını çıkarmasın. Eğer böyle yanlış bir anlaşılma olursa ben yine Üstadım Bediüzzaman’ın dili ile cevap verir; Medreselerdeki talebeler, melekler kadar masumdurlar, derim. Ayrıca Üstadın şu sözünü de hatırlatırım: Kürtlerin tabiatında ilme ve hakikati öğrenmeye o kadar yüksek bir istidad var ki; bu istidad, fıtrat diliyle parmağını kaldırıp, fenleri öğrenin, eğitimin zirvesine çıkın, fıtratınızdaki o istidadı meyveli kılın; yoksa çürüyecektir, diye emrediyor. (Münazarat ve İki Mekteb-i Musibet)

İki Hatıra ve Bir Hatırlatma

1) Yetmiş üçte, Siirt’te medresede Şerhul-Muğni okuyordum. Derste Hocam, kuyu sularının yazın neden serin ve kışın neden sıcak olduğunu bana sordu. Ben bir an durakladım. Fakat kafamda su ve havanın dereceleri kavramı vardı. O kavram ile tahmini olarak, kuyu suyu dört derecededir. Sıcaklık ve soğukluk yerin altına tesir etmediği için 4 derece, kışın eksi 20 dereceye göre sıcak hissedilir. Ve yazın 35-40 dereceye göre de soğuk ve serin hissedilir, dedim. Hocam:

“Hayır, Baycuri fıkıh kitabında deniliyor ki; yazın geceler kısa olduğu için güneş yerin altında az durduğundan kuyu suyu tam ısınmıyor; kışın ise geceler çok uzun olduğundan, güneş fazlaca yerin altında kalıyor; onun için kuyu suyu kışın sıcak oluyor.” dedi.

Bu hatıra, medreselerdeki Ortaçağ eğitimi ve medreselerin tıkanıklığı ile ilgili önemli bir fikir veriyor.

2) Yetmişli yıllarda; ben elhamdülillah küçüklüğümden beri caminin iyi bir müdavimi idim. Cemaat namazdan sonra caminin kenarındaki dut ağacı gölgesinde güzel şeyler konuşur ve sohbet ederdi. O gün sohbette çok değerli iki hocamız vardı. Biri sigarasını yaktı ve elindeki çakmaktan çıkan alevin yapısını izah etmeye başladı. Yanındaki hoca, itiraz etti, hayır öyle değil, sen mantık okumamışsın, bunun izahını bilemezsin, dedi.

Ben o iki hocanın alevle ilgili izahlarını hatırlamıyorum. Fakat yıllar sonra kimyanın genel mahiyetini görünce o hocalarımızın izahlarının yanlış olduğunu yüzde yüz biliyorum. Çünkü Allah rahmet etsin, biri vefat etti, diğeri sağdır; o iki hocanın ne atom kavramını ve ne de karbon ile oksijenin tutuşması kavramını bilmediklerini biliyorum. Ayrıca mantık ve kimya ilimlerinin birbiriyle ne ilişkisi var? Hala bilmiş değilim. Galiba medresedekiler, insan mantık bilince bütün bilimleri bilir, sanıyorlar.

Hatırlatma: Üstad Bediüzzaman bu gibi sıkıntıları ta 1900’lü yıllarda gördü. Kalktı bir usul kitabını kaleme aldı. İçinde 300 ilmî kural ve kaideyi tek tek ve uygulayarak yazdı. Bu kitabı, medreselerde okutulması için hem veciz ve metin üslubu ile hem Arapça olarak yazdı. İsmini Reçetetül-Ulema koydu. Ayrıca medresedekiler, hem Türkçeyi öğrensin, hem de o metni şerh etmeye kalksın, diye o kitabını Türkçe olarak da Muhakemat ismi ile yeniden yazdı. Fakat yüzyıldır o reçete henüz uygulanmadı.

Çok ilginç bir tevafuktur ki; Bediüzzaman bu kitabında geçen iki konuda tekfir edilmiş. Biri dünyanın yuvarlaklığı; diğeri de elementlerin sadece 4 adet olduğu meselesi. Demek eğer bu Muhakemat yüz yıl önce medreselere girmiş olsaydı, o iki acıklı hatıra başıma gelmezdi.

Eğer, İlahiyatlar, tamamen modern dünya standartlarına göre eğitim alıyorlar; yine de bir şey çıkmıyor, diye sorarsanız.

Cevabımız: İlahiyatların müfredatında ve ders programlarında asla bir eksiklik yok. Fakat iyi bir ilahiyatçının yetişmesi için, hem üç sahada tam yetkin olması lazım, hem de o üç sahayı bir ve beraber kullanabilmesi gerektir. 1) Arapçada kitap yazabilecek kadar dile hakim olmak.. 2) Tıp amfisinde fizik, kimya ve biyoloji derslerini takip edebilecek kadar fen ilimlerini –detay bazında olmazsa da- ana şema olarak- bilmesi.. (Çünkü kâinatın sistematiğini bilmeyen bir insan, dinî literatürü sağlıklı anlama şansına sahip olamaz.)

3) Özgürce düşünmek.. Bu özgürce düşünmek geçmiş büyüklere karşı saygısızlık olmadığı gibi; onların bizlerden beklediği bir sonuçtur. Evet, maalesef, ilahiyatçılar bu üçüncü dalda çok ileri olmalarına rağmen; diğer iki sahada yetersiz olduklarından iyi ürünler çıkmıyor. Medreselerde ise, her üç sahada da mahrumiyet ve kıtlık vardır. Tarihteki büyük âlimlerin hayatını inceleyin; göreceksiniz ki onları ilimde zirve yapan şey, bu üç sahada yetkin olmaları ve bu üç aleti bir ve beraber kullanmalarıdır.

Bu çağımızda dil, fen ve özgür düşünce, bir araya gelmeyince; ilim adamları özellikle ilahiyatçılar, aldıkları bilginin doğru olup olmadığını test edemiyorlar. Üstad Bediüzzaman’ın Muhakemat ve Münazarattaki tabiri ile mümeyyiz olamıyorlar, meleke-i tufeylanede kalıyorlar. Bu acı durumu tam ifade edersek bugün din adamları, ilimde mümeyyiz olmayan çocuklar gibidirler. Yani hem yanlış bilgiye karşı savunmasızdırlar.. Hem de dini hakikatleri çizgi film tarzında algılıyorlar.

Batı dünyası bu çocukluğu gidermek için; önce fenleri tam okuttu; yetmedi epistemoloji diye bir disiplin kurdular. Fakat yine de çözüme ulaşmış değiller. Çünkü dinî literatürü, günlük ve sokak dili ile anlamaya çalışıyorlar. Hulasa: Batı dünyası, gaybî literatür konusunda ve Doğu dünyası fenlerde meleke-i tufeylane seviyesinde olduğu için, insanlık maddeten ve manen büyümeye çalışırken çok sancı çekiyor.

Ben bu notları yazıyorum; ama bir netice çıkmayabilir. Çünkü medresedekiler, kapalı bir toplum içinde; kafalar soyut kavramları hiç görmemiş; ayrıca taklit ile kilitli ve şahıs büyüklükleri ile meşguldürler. Yani medreselerde özgürce ilim öğrenme yerine ilmî ve psikolojik istibdad var. Galiba Muhakemattan önce Münazaratı okumaları gereklidir. Çünkü istibdadın olduğu yerde güller asla yetişmez. Evet, maalesef, devletin, partinin ve yerel partilerin siyasi istibdadı ile beraber her bir müderris de kendini yetkin olarak gördüğünden diğer insanlara ilmi ile istibdad yapıyor.

Her şeye rağmen bütün müderrislerin ve küçük büyük bütün talebelerin ellerinden öpüyorum. Kızmamalarını diliyorum. Çünkü biliyorum imanda ve gayrette üstün insanlardır. Ve yine biliyorum: Modern dünyanın ilimlerini almakta riske giremiyorlar. Hâlbuki eskiden bu medreselerden mezun olan dört zat riske girdi; dünya çapında ilimde isim yaptılar. Ve dine olan hizmetleri bütün dünyada etkin oldu.

a) Mevlana Halid-i Bağdadi.. Bu zata Zül-Cenahayn denilir. Çünkü tarikat ve medrese ilimlerini kendinde birleştirebildi. Riske girdi, Hindistan’a gitti; riske girdi Osmanlı eğitim ve tarikat sistemini değiştirdi. Riske girdi, 93 harbinde beş milyon müridi ile Ruslara karşı savaştı. Bu zatın (r.a.) ekolünden çok büyük âlimler çıkmakla beraber; onlarda tarikat daha çok ön planda olduğundan ilmî yönleri bilinmiyor. Mesela Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi..

b) Mevlana Halid’den önce yaşayan Ahmed-i Hani çok büyük bir âlim, edip ve feylesoftur. Galiba, onun türbesinin üst eşiğinde yazılı olan şu beyit onu özetler:

Saf hayır ve iyilik olan yaratmak, Ahmed’in elinden gelmiyordu.

Ahmed çok şey hedefledi. Fakat yüce padişah (Cenab-ı Hak)

Onu muvaffak etmedi.

Bu beytin ilk mısraı, onun felsefesini özetliyor. İkinci mısraı ise, çağındaki sosyo-politik yapıya işaret ediyor.

c) Ahmed-i Cezeri.. Bunun divanını anlayarak okuyanlar; onun aşkta ve irfanda İbn Arabî ve Mevlana ayarında biri olduğunu görür. Kürtçenin çok derin meseleleri anlatmak için yeterli olduğunu da gözlemler.

d) Bediüzzaman Said Nursi.. Doğuyu ve Batıyı eşit ağırlıklı olarak öğrendi. Varlığın mahiyetini anlamak ve Kur’anın anlaşılması için 6000 sayfa kitap yazdı. Bu kitapların içinde imanî terapi ve irşad dışında 7000 bilgi kuralını ve prensiplerini özet olarak araya serpiştirdi. Serpiştirdi; çünkü zaman ve zemin izaha müsait değil idi. Bediüzzaman çok geçmeden anlaşılmadığını anladı; beni ancak 300 yıl sonra gelecek olan nesil anlar, diye yazdı. (Münazarat) Vefatına yakın son cümlelerinden biri Beni anlamadılar, sözü olduğunu yakın talebeleri aktarıyor.

Kürt medreselerinin bir benzeri, daha etkin hem de resmi olarak; hem İran’da hem Afganistan ve Pakistan’da vardır. Afganistan ve Pakistan’dakiler, tamamen Sarf-Nahiv ve Ortaçağ Hanefi fıkhı fetvalarına kilitlenmişler. Ve bu kilitlenmelerini politik tavır ile de dünyaya dayatıyorlar. Bunlar birde Selefiler ile ittifak kurunca ucube bir yapı ortaya çıkıyor. İran’dakiler ise, sadece Ortaçağ Skolâstik Aristo felsefesi artı İbn Arabî ekolünün bir miktar irfanî bilgileri ile kalb ve kafalarını dolduruyorlar. Buna bir de politik tavır ilave olunca yine ikinci ucube bir yapı ortaya çıkıyor.

Bütün bu gibi sorunlara karşı eğer Türk ilahiyatları, yukarıda bahsettiğim gibi; dilde, fende ve düşüncede yetkin ve her üç alanı beraber kullanabilen âlimler yetiştirebilse, Türkiye değil sadece İslam dünyasına Batı dünyasına da öncülük eder. Çünkü maalesef, 400 yıl geçmesine rağmen Hıristiyanlık ve Yahudilik henüz Batı bilimleri ile hesaplaşabilmiş değildir. Her ne ise sorunları çözmek zor.. Çünkü varlık sonsuzdur. Beynimizin kapasitesi, her ne kadar sonsuz da olsa, biz hepsini çalıştıramıyoruz.

BS

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum