Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

Kur'an kursu ve iman dersi

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Yiğit arkadaşım Sungur sıkıntılı bir anımda telefon edip sokağa inmemi istedi.

Derhal giyinip sokağa indim selamlaşıp tokalaştık.

Şehrin ana caddesinden güneye (kıbleye) doğru yürümeye başladık.

Tarihi Budaközü Köprüsü'nü geçmiştik. Bir zaman suskun gittikten sonra muallim Sungur konuşmaya başladı.

-Sana bir hikaye anlatacağım, bir arkadaşın yaşadığı gerçek bir hikaye dedi.

-Buyur abi sizi dinliyorum dedim.

"2014 yılı Temmuz'u Ramazan ayıydı. Arkadaşımız ara sıra, şehrin kuzey tarafındaki Gürpınar Mahalle'sindeki camiye öğlen namazına gidiyordu. Bu mahallede çocukluğunda; anneannesi (ebe), dede ve dayıları yaşarken sıkça gidip gelirdi. Birçok hatırası vardı bu kıyı mahallede.

4-5 yaşında iken dayısının uzak bir köyden getirilecek gelin alayına çok istediği halde dahil edilmemişti. Çünkü İkizli Köyü hayli uzak ve düğün alayı yayan veya at ve eşek sırtında gidip geleceklerdi.

İşte bu düğün cematine arkadan yetişmek isterken köy yolunda kaybolmuştu. Sonra bir adama rastgelince kaybolduğu anlaşılmış, şehre getirip belediye hopörlöründen ilan edilmişti.

"4-5 yaşlarında bir erkek çocuğu bulunmuştur, kaybedenlerin belediyeye müracaatları..."

Bu ilandan önce düğün alayı şehre gelmiş ve ana-babası arayıp sormaya çoktan başlamışlardı bile.

Bu mahalle Sünni, Alevi, Abdal/Çalgıcı karşımı bir nüfusa sahip.

İşte bu mahalle camisine bu hatıralar eşliğinde ara sıra gidip öğlen ve ikindi namazları kılardı.

İşte 2014 Ramazan ayında bir öğle namazı kıldıktan sonra, camiye ufak tefek kız ve erkek çocuklar doluşuverir.

Zaman geçtiği halde; öğretici hoca gelmeyince onlarla konuşmaya başlar.

Bu arada telaş içinde genç bir kişi gelir ve selam verir, hocaymış.

Tanışıp konuşunca anlaşılır ki; bu hoca esas hocanın yerine vekil olarak, çocuklara kısa sure, namaz bilgisi ve Kur'an öğretiyormuş.

Esas görevli hoca, bu caminin lojmanında oturuyor ve ticaret yaptığı için görevi bu arkadaşına emanet etmiş, öğretici ücretini de almaya devam ediyormuş.

Muallim Sungur ile, şehrin güneyindeki Karşıyaka Kabristanı'ndaki Şehitlik Tepesi'ne yöneldi ve selamlayıp Fatiha okuduk.

sungur1.jpg

Sungurlu Şehidlik Tepesi

Nefeslendikten sonra yokuşa doğru yol alıp şehrin dış mahallesini çıktık ve arazi yoluna koyulduk.

Bu yol Küçük Polatlı Köyü eski yolu/yayan yoluydu. Şehrin kıble yönündeki ilk köydü. Bu yol birçok dik yokuş ve engebeli iniş çıkışlardan oluşuyordu.

Toprak yolun iki yanı biçilmiş ekin tarlasıydı. Mis gibi ekin sapı ve ot kokuları geliyordu. Poyraz efil efil sol yanımızdan esiyordu.

Sungur devam etti.

"Öğretmen arkadaş bakmış ki, vekil imam bu işi gönülsüzce yapıyor. Hareket ve konuşmalarından bunu çıkarmış. İmama demiş ki, 'İstersen senin yerine bu çocukları ben okutabilirim.'

O da memnuniyetle kabul edip teşekkür etmiş. O günden sonra bu arkadaş çocuklara; iman, Kur'an ve ilmihal bilgisi vermeye başlamış.

Bu arada cami görevlisi hoca da bu işe razı olup kabullenmiş. Görevli hoca öğlen ve ikindi namazları dışındakileri kıldırıyormuş.

Bu arkadaş kendine göre bir program belirlemiş. Sureleri manasıyla ezberletme, Elifba öğretimi, iman ders ve delilleri, Sözler'den vecize ezberi şeklinde yoğun ve karışımlı bir eğitime başlamış.

Bu arada çocuklar gitgide artmış. Ders sonrası yapılan; lokum, bisküvi, dondurma vb. ikramlar katılımı hızlandırıp sayılarını katlamış

Bu arada alevi muhtarın küçük kızları da camiye gelenler arasındaymış. Muhtar market işlettiği için ikramlarda indirim yaparak  anlayışlı davranıyormuş. Bu program ikindi vaktine yakın sürüyormuş.

Bir gün camiden çıkıp giderken; orta yaşlı mesture ve muhtereme bir kadın önüne çıkıp; "Hocam bir şey soracağım" demiş.

"Sungurlu'nun 33 camisinin şerefesi geceleri ışıklıyken bizimki niye yanmaz? Acaba alevi mahallesi camisi olduğundan mı?"

O kardeşimiz şaşırıp kalmış. Hakikaten bu caminin şerefesi gece karanlıkmış.

"Teyze haklısın bu işi müftüye bildirip sizin minarelerin ışığını yaktıracağım inşaallah" demiş. Kadıncağız memnuniyetle ayrılmış.

Arkadaş o gün durumu müftüye anlatmış ve bir-iki gün içinde Gürpınar Camisi'nin şerefeleri de beyaz ışıkla aydınlanmış.

Arakadaş bu çocukların cami içinde oynamasına, tesbih atmalarına, şerefeye çıkmalarına da müsade ediyormuş. Birgün ders bitince baksa ki; cami bahçesindeki evde oturan hocanın hanımı öfkeyle kapıda bekliyor.

sungur2.jpg

"Bu çocuklar neden çok gürültü ediyor, tesbihleri kırıp şerefeye çıkıyor böyle ders olmaz" demiş.

Kardeş, "Tamam abla dikkat edeceğim, merak etme" diyerek konuyu kapatmış.

Amma içlerinde çok yaramaz ve söz dinlemez çocuklar varmış. Bunları camiden uzaklaştırmak istemezken bu haşarılarla da tek başına başetmek pek zormuş. Çünkü sayıları 25 civarında ve ders süresi 3 saate yaklaşıyormuş.

Bu arada bir terlik hırsızlığı olmuş. Çok fakir ailenin minnacık kızcağızı terlik hırsızlığıyla suçlanınca; herkes onun üzerine varınca kardeşimiz, "Bi dakka kimse kimseyi suçlamasın. Kimin terliği kaybolduysa alacağım" deyip olayı kapatmış.

O ufak kızın dersten erken çıkıp geri gelmeyişinden, kaybolan terliklerin zanlısı oluvermiş.

Dersten sonra; terliği kaybolan kızı bekletip, büyük bir çocuğu o terlik alan kızın evine gönderip iki kız çocuğuyla çarşıya inmişler.
Büyük bir ayakkabı dükkanına girip ikisine de, beğendikleri ayakkabı ve terlikleri alıp dönmüşler. Ayrıca ayaklarındakileri de tamir ettirmişler.

Bu mahallenin çoğu şehrin en yoksul aileleriymiş. Gül'ün ailesi de bunlardan biriymiş.

Yine birgün İstanbul'da oturan genç bir anne cami kapısına gelip, "Hocam benim oğlan yaramazlık yapıyorsa, eti senin kemiği benim" demiş.

Arkadaşımız, "estağfurullah abla. Senin çocuğun hiç yaramaz değil. Eti de bizim kemiği de" demiş tebessümle.

Bir gün, "içinizde kim oruç tutuyor" deyince, iki erkek çocuk el kaldırmış. O akşamki iftarı şehrin en meşhur lokantasında açmaları için onlara para verip göndermiş. Oruçlu olan öğrencinin biri de bu kadının oğluymuş.

Tüm bu harcamaları babasından kalan tarlalardan sattığı o yılki buğday parasından yapmış.

Bu arada her birine mealli Kur'an ve küçük Risaleler hediye etmiş.

Ayrıca Sözler'den kısa kısa ders okuyor ve çocuklara okutuyormuş.

Bu arada şerefe ışıklarının yakılmasını istiyen teyze, okuduğu hatim cüzlerinden "yarım kalanları okuyabilir misiniz" diye rica etmiş. O da kabul edip okumuş. Sonra cami karşısındaki evine davet etmiş. Bu kadın muhtarın da kaynanasıymış.

sungur3.jpgBahçe içindeki gölgelikte uzun yıllar mahalle muhtarlığı yapan eşiyle çay içip sohbet etmişler.

Bu sohbetlerden; diyalog ve samimi empatinin manasını daha derinden kavramış. Bu işte esas rolün sünnilere düştüğünü görmüş.

Bu arada Leylek Gediği'ni aşıp İçmece yoluna düşmüştük.

Karşımızdaki yekpare kayalık 1250 metredeki Karababa Tepesi'nin arkasında kendi köyümüz vardı. Karababa'nın eteklerinde en az 12 çeşme ve eşme/sugözü bulunur.

Yürüdüğümüz yolun iki yanında geniş ve upuzun bir yelpaze halinde, dededen amcaoğuları ve bizlere kalan tarlalar vardı. Karababa eteğinden Leylek Gediği'ne kadar uzanıyordu.

Bu tozlu arazi yolundan sağa sapıp şehrin İçmece denen şifalı su yoluna doğru yürüdük, yol sarpa sarmıştı.

Artık terlemiş, adımlarımız ağırlaşmış ve susamıştık. Yiğit Sungur susmuştu. Ben de çocukluğuma kadar giden hatırlara gömülmüştüm.

Az önce içindeki geçtiğimiz tarlaları biçerken atmacanın serçe ve farelere dalışlarını unutamıyordum. Ayrıca kendi havada gözü yerde şahinlerin, süzülüşü ve avına çivileme kitlenmeleri unutulur gibi değildi. Hacı leylekler ise güney ülkelerden gelen mübarek ve saygın misafirlerdi.

Bu araziler gece gündüz hayat alanımızdı bir zamanlar. Kışın Karababa kayalıklarında gezi ve av maksadıyla dolaşmaya doyamazdım. Buralarda yorulmak huzur ve memnuniyet kaynağımdı.

İlkbaharda şifalı ve besleyici otlar; ekşimce, yemlik, kurtkulağı, madımak, kuşkuş ve tekercen toplardık. İlkbaharın ilk müjdecisi öksüzçiğdem/beyaz kardelen, ardından sarıçiğdemdi.

İlkokuldan önceki yıllarda kiskiçle kazıp çıkardığımız ilk sarı çiğdemleri, iğde dalının dikenlerine takıp komşu evlere hediye ederek malzeme toplar ve bir evde arkadaşlarla bulgur pilavı yaptırırdık.

Yokuş yolun son engebesini de geçip içmeye indik. Elimizi yüzümüzü yıkayıp bir ip şeklinde akan içmece suyundan şifa niyetiyle içtik. Bu su kireçli ve ılık bir suydu ve şehrin dışındaki yerlerden de şifa umuduyla gelip içer ve götürürlerdi.

Sonra kenarda bulunan salkım söğütün dibine oturduk. Sungur kaldığı yerden devam etti.

"Birgün arkadaş camiye gittiğinde kapısını kitli bulurlar. Soruşturduğunda anlar ki, hocanın karısı "cami çok kirleniyor" diye kapıyı kitlemiş. O gün dersi ayakkabılıkların dibinde yapmak zorunda kalmışlar.

Ramazan programı arife günü bitmiş ve arkadaş çocuklara bir sürpriz yapmış. Derslerine iyi çalışanlara yüksek ve geri kalan hepsine de normal para ödülü vermiş.

O gün gelmeyenlerin de evine göndermiş.

Camiden çıkıp çarşıya doğru giderken, pencere ve balkondan bakarak sevgiyle el sallayan çocuk ve insanlar görmüş. Arife günü sürur ve mutluluğu zirveye çıkmış.

Bu senede ise iki sevinci birden yaşamış.

Şehrin en eski camisinde hem Kur'an eğitimi vermiş hem de nur talebeleri arasında çıkıp yayılan asılsız bir fitne çıngısını söndürmeye vesile olmuş.

İkindi namazımızı kılıp içmecenin bulunduğu Manastır Tepesi'nin uç noktasına tırmandık. Şehir kuzeyimizde kalmıştı ve eteklerinde yer yer çam koruları görülüyordu.

Manastır, denizden 1070 metre yüksekte ve Sungurlu'nun en güzel seyredildiği ve yükseldikçe zarifleşen bir zirve.

Manastır'ın başından şehri kuşbakışı seyretmek, özellikle geceleri enfes bir seyir lezzeti sunar.

Şehrin doğusundan batıya doğru tam ortadan, Ankara/Samsun yolu uzanır. Geceleri taa uzaklardan tır ve kamyon vınlamaları karanlığı deler geçer. Bu yol geceleri çeşitli ışıklarla renkli bir donanma şenliği gibi görünür.

İşte "Manastır'ın başında Ayetül Kübra okumak şart oldu" deyip yiğit öğretmen Sungur okumaya başladı.

"Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken; en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür:

“Bana bak, aradığını sana bildireceğim!” der.

O da bakar görür ki...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum