Küçük kaplan

Küçük kaplan

Cemil Karakullukçu'nun yazısı...

Hayvanın sosyali, asosyali, sevimlisi, sevimsizi, söz dinleyeni, dik başlısı, inatçısı, cömerdi, cimrisi, uyumlusu, uyumsuzu, cesuru, korkağı, pintisi, ne bileyim ben, hangi tipleri aklınıza getirirseniz getirin, onlardan biri olur mu hiç demeye kalkmayın sakın? Bal gibi olur. Benim çocukluğum hayvanlarla iç içe geçti. Bilirim onların huylarını; nazlanmalarını, cilvelerini, insanı anlamalarını, gözden okumalarını... Onlarla basbayağı konuşurdum ben. Yalnızlığımı onlarla giderirdim. Arkadaşlarımdı benim onlar. Günahsız arkadaşlarım... Hayatına hayvan girmeyen insanın, bana göre çok eksik yanları var. Zamanımın çoğunu onlarla geçirmem bir hoştu benim için. Süleyman Peygamber kuşdili bilirdi ya; kuşlarla konuşurdu, buyruklarını yerine getirirlerdi ve haber taşırlardı ona uzaklardan. Ben ne yapıyorum şimdi? Hayvan deyince, hayvanlara karşı eski damarım depreşti galiba. Ama benim anlatmak istediğim bu değil ki!

Küçüklüğümün henüz unutamadığım ve belki de hayatımın sonuna kadar unutamayacağım hayvanlara ilişkin anılarım bütün tazeliklerini koruya dursun, ben ve dostum, İstanbul'un göbeğinde, Sultanahmet Meydanının tam ortasında, adını Küçük Kaplan taktığım bir kedi ile dostluk kurduk. Yanlış duymadınız! O aramızda yaşayan, evimizde soba altını ve minderlerin üstünü boş bırakmayan, kucağımızdan düşmeyen, mırmırlarıyla da bizi başka dünyalara götüren kedi var ya, işte onunla dostluk kurduk. Uzun sürmedi beraberliğimiz. Ama az da olsa çok keyif aldık bundan. O, somut sevgimiz olup çıktı oracıkta.

Bir sonbahar sıcağıydı. Günlerden çarşambaydı. O gün Sultanahmet diğer günlerden çok daha kalabalıktı. Tatlı bir meltem vardı. Gökyüzündeki güneş, esirgemiyordu ısısını insanlardan. Yüzleri yalıyordu sıcak. Düpedüz pastırma yazı yaşıyordu İstanbul. Ceketler çıkarılmıştı; yakalar gevşemişti. Besbelli sinirler de yatışmıştı. Yerli ve yabancılardan oluşan kalabalığa sevinç ve neşe hâkimdi. Yaprakları sararmaya yüz tutmuş ağaçlarda bile neşeye benzer bir görüntü ve tatlılık vardı. Fıskiye, bakanlara göstermek için suyunu on beş metre yüksekliğe fışkırtıyor, birkaç saniye sonra koca havuza sağanak gibi havuza düşürtüyordu. O gün Sultanahmet baştanbaşa bir bayramı yaşıyordu. Pastırma yazının bayramını, belki de o yılın yazına vedasını… Ayasofya ve Sultanahmet Camii de, bu cümbüşe arkalarına koca tarihi alarak karışıyorlardı. Birbirlerine bakarak göz kırpıyorlardı sanki. O onurlu halleriyle gülümsüyorlardı. İnanın, gülümsediklerini gördüm. Evet, birinin gülümsediğini apaçık gördüm de, karşılık veriyor mu diye, diğerine de baktım. Tarihin bu iki büyük tanığı canlandı gözümün önünde. Ürperttiğimi dostuma çaktırmadım. Saçlarım diken diken oldu. Üşüdüm. Ama meltemin sıcaklığında da gizemli bir yan vardı. Duygularım bunu söylüyordu ya da bana öyle geliyordu. Duygularım pek yanılmazdı ya; dostuma da söz ettim bundan, o da "Var bir şey" dedi. Gökyüzünün görüntüsü bulanıktı. Rengi uçuktu. Tozlarla kirlenmişti sanki; güneş tül perde arkasındaydı. Ama sıcaklığına bir şey diyecek yoktu. Gizemli sıcak, kimi kez kötü şeylerin habercisi… Bu da mı öyle yoksa?
Fıskiyeli koca havuzun etrafında bir tur attık. Fıskiyenin suyu serinlik veriyordu bize. Durduğumuz noktadan geçmiş ve geleceğimize bakıyorduk. İçimizde duyduklarımızı gün ışığına çıkarıyorduk. İçimize yoğunlaştık, içimizle konuştuk. Ama Sultanahmet'te cümbüş vardı, canlılık vardı. Olsun. İç dünyalarımızın şenliği bastırıyordu dışarıdakini. Asırlık çınarların altından geçtik. Dikili taşlara bir göz attık yalnızca. Sağımızda, solumuzda tarihî eserler var. Tarih kokuyor her yer. İnsan kokuyor. Onların kemikleri üzerinden yürüyoruz duygusuna kapıldık. Bir öteye bir beriye gidip gelmekten yorulunca, boş bulabildiğimiz oturakta dinlenmek istedik.

Sultanahmet, nice tarihsel olaylara tanık olan bir meydan. Bugüne dek, kim bilir, nice insanlara konukseverlik gösterdi. İyisine de kötüsüne de... Ayırım yapmadı hiç. Sevgiyle kucakladı herkesi. Sevgiyle bağrına bastı bizi de; dostumu ve beni... " İşte yollarım, bahçelerim, fıskiyeli havuzlarım, çınarlarım, lalelerim, güllerim, menekşelerim ..." dedi bize; bizi bağrına bastı. Konukseverliğini bize de gösterdi.

"Ayasofya ve Sultanahmet Camii tanık olsun ki, iyilere de kötülere de sevgi dağıttım." diye fısıldadı ikimizin kulağına. Ben gülümsedim. Dostumun da iç çektiğini gördüm. Dostumla aynı duyguyu paylaştığıma hiç kuşkum yok. Duyduğumu duymayana dost diyemem ben. Şimdi evet şimdi, derin hayallere daldım. Dostum da sessizliğe gömüldü. Konuşmuyoruz. İkimiz de monologu yaşıyoruz. Bir meditasyon yaptık, bir transa girdik. Kalabalıklar, gelip geçenler, çalan müzik, yüksekten uçuşan martıların cıyaklamaları, bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor.

Boşluğa bakıyordum ya da hiç bir şey görmüyordum. Ama içimi dinliyordum. Bir zaman sonra, ani bir refleksle başımı çevirdim. Tam karşımda, bir kedinin, yok yok bir küçük kaplanın bana baktığını gördüm. Açık kahverengindeydi. Beyaz çizgileri ona tam bir kaplan görünümünü veriyordu. Gözlerimin içine bakıyordu. Benden davet bekliyordu. Bir insan gibi iletişim kuruyordu benimle. Sevgiyi paylaşmak isteyen bir insan gibi gözleriyle konuşuyordu. "Hadi, ne duruyorsun, davet etsene!" diyordu. Acelesi de vardı galiba. Daha çok ilgimi çekti. Bütün bunlar, saniyenin mi yoksa salisenin mi bilmem yüzde kaçta kaçı kadar bir hızda oluyordu. Dayanamadım. " Küçük Kaplan, gel!" dedim.

Çağrımı bekliyordu meğer. Hemen koştu. Adımlarını alımlı alımlı atarak yürüdü. Yumuk avuçlarıyla yere basması bir hoştu. Sağ taraftan oturağa atladı. Çok eski bir dost imişiz gibi, gelip kucağıma kondu. "Ooo! Hoşgeldin!" dedim. Yanağını uzattığım elime sürterek sevgi gösterisinde bulundu; bana öylece cevap verdi. Kucağımda bir sağa bir sola döndü. Yalnızca kucak, sevgisine yetmemişti. Bir bebek gibi bağra basılmasını istiyordu. Başını, düğmeleri çözük olan gömleğimin içine soktu. Bedenimin sıcaklığını teneffüs ederek öyle bir müddet durdu. Ben onu ha bire okşuyordum. Derin bir haz alıyordu. Ben de alıyordum! Temizdi. Besbelli sokak kedisi değildi. Kucağımda tekrar doğruldu. Kaplan bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Dostuma yöneldi." Sen de beni sevsene!" diyordu sanki. Dostum bıyıklarını, ağzının etrafını ve kaşlarının üstünü okşayınca, onun kucağına da gitti. Sevilmek istiyordu. Nedense fazla durmadı kucağında. Tekrar benim kucağıma geldi. Yatmak için yerleşmeye çalıştı. Yattı. Ellerini baldırımdan aşağı sarktı. Başını iki ellerinin arasında baldırıma dayadı. Gözlerini yumdu. Uyuyor muydu yoksa uyuyor gibi miydi? Ama bize uyuyor gelmişti. Uyanmasın diye, dostumla ben monologa geçtik.

Kedinin adına Küçük Kaplan koydum ya. Kaplan, aslan, pars, vaşak, jaguar da kedigillerden değil mi? Küçük Kaplan adı kendine çok yakıştı. Şu yuvarlak başa bakın! Ağız etrafındaki beyazlık, güzelliğine güzellik katıyor. Uyurken daha da güzelleşiyor. Artık önümde bir gözlem nesnesi var. Kedinin sosyali kucağımda işte; anında dost oluveren, anlaşan ve konuşan... Ellerinin duruşu bebeğin yumuk ellerini andırıyor. Açıldığında ise, bıçak kadar keskin tırnakları, kedinin en büyük silahı… Avını, işte bu pençe ve tırnaklarla yakalar ve parçalar.

Sultanahmet meydanında, iki dosta somut sevgi olup çıkan Küçük Kaplan, "Beni daha çok inceleyin!" diyor. Gözleri yumuk olmasına yumuk; ama uyuduğuna pek emin değilim. Kucağımda bir gözlem nesnesi, sevginin somut örneği… Mırmırları duyuluyor; besbelli uyuduğuna inandırmak istiyor bizi. Ha uyudu ha uyumadı, ne farkı var? Küçük Kaplan dost gördüğü ikimize teslim etti kendisini. Dostluğun bir koşulu da bu değil mi? Güven ve koşulsuz duyulan yakınlık. Mısırlıların ilk olarak evcilleştirdikleri kediyi kutsal görmeleri bundan mı acaba? Gelip kucağıma uykuya daldı ya da sevelim diye uyuyor gibi göründü. Küçük Kaplan ikimizin de dostu artık.

Elimle kâh başını, kâh sırtını okşuyorum; kâh avuçlarını avucumun içine alıyorum. Ne  de yumuşak elleri var. Jilet gibi keskin tırnakları şimdi kılıflarındadır. Bir tehlike anında kullanır onları yalnızca. Üzerinde sevginin gözlemini yapıyoruz. Orasını burasını çekiştiriyoruz. Bıyıklarına dokunuyor, başını, sırtını okşuyoruz.

Tüyleri ipek gibi… Ne yapmışsak hiç istifini bozmuyor. "Daha daha sevin beni!" diyor sanki. O bizim dostumuz, kucağımızda somut sevgimiz. Ona dokunarak sevgimizin hazzına daha yoğun erişiyoruz.

Sevgi dokunmak demek! Bebek gibi, kucağımıza gelişi nedeni buydu. Sahiden sevgiye kucakta doyulur ancak. Kucaktan yoksun olan sevgiden de yoksundur. Küçük Kaplan kucağımızda küçük bir çocuk. Ha bebek ha Küçük Kaplan. İkisi de sevgi yumağı, sevginin kaynağı...

Gelip geçenler mi? Bir Küçük Kaplana bir de bize bakıyorlar. Gülümseyerek geçiyorlar.
Ne de çok ırkı varmış kedinin. Eldivenli kedi, Afrika misk kedisi, Ankara kedisi, İran kedisi, Siyam kedisi, kuyruksuz Man kedisi, postu kızıla çalan kahve renkli Habeş kedisi, ipeksi postu olan Burma kedisi, bunlardan yalnızca birkaç tanesi. Ankara kedisinin tüyleri uzunmuş, gözleri de ayrı renkteymiş; İran kedisinin tüyleri uzun, ipek gibi yumuşakmış. Küçük Kaplanın da tüyleri ipek gibi. Bunların hiçbiri yanımızda yok. Ama zararı yok, Küçük Kaplan, onları da ne denli seveceğimizin ipuçlarını veriyor.
Kedinin gözünü yumalı ve onu izlediğimizden beri ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Aniden kalktı. Bir şey duyduğunu sandık. Avını yeni fark eden bir hâli vardı. Gözleri iri ve yuvarlaktı. Başına çok yakışıyordu gözleri. Böyle haliyle, bir kaplanı daha çok andırıyordu. Kaplanın tam bir minyatürü...

"Nereye davrandın!" dedim. Yanağını, uzattığım elime sürttü. Bir bana ve bir de dostuma baktı. Oturağa atladı. "Sahiden, bir Allah'a ısmarladık da yok mu?" der demez, olduğu yerde durdu. Bir insan gibi düşündü. Bana doğru döndü. Başı yerdeydi. Başını kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. "Elden ne gelir" demek istiyordu. Gitmesi gerekirdi. Arkasına bakmadan, bir atlayışta bodur bahçe ağaçlarının oluşturduğu karaltıda kayboldu.

Dostuma dönerek, "Kedi gizemli bir hayvan değil mi?" dedim. O da "Öyle, bağımsızlığına çok düşkün" dedi.

Bu dostluktan sonra, Küçük Kaplan’ın aniden kayıplara karışması ikimizin de ağırına gitti. İkimiz de bir dosttan kopuşu yaşadık. İçimiz ayrılık duygularıyla doldu. Sessizleştik. Ben bir şey düşünemiyordum. Dostumun da öyle olduğunu sanıyorum. Sanıyorum değil, adım gibi biliyorum. "Ne oldu?" dedim dostuma. "Yahu anlamadığım bir şey bu. Bunca içli dışlı olmanın sonu bu mu olmalıydı?" dedi ve kızar gibi oldu. Gülümsedim ve dedim: "Kedi için, ne ilgisini çekmişse amaç değil, yalnızca bir araç. Onun için köpek gibi değil. Kurduğu dostluklar bir noktaya kadar. Onun gerçek dostu ben de değilim, sen de ve bir başkası da değil. Nesnelerin ötesinde her halde..."
Dostum da gülümsedi. Küçük Kaplan yok artık. Ama sevgisi içimizde…

Baş başa kaldık. Sıcağın ve meydandaki gürültünün farkına yeniden varıyoruz.