Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Kubbe-i âliyenin direkleri olan deliller

Bir değerli dostumuzun bana gönderdiği yazısında denk geldiğim "İmanî meseleler aklen ispat edilebilseydi, yeryüzünde imansız insan kalmazdı. Dünya o halde imtihan dünyası olmaktan çıkardı." cümlesi üzerine; notlarıma aldığım "delil, bürhan, ispat ve bunların iman ile irtibatı" üzerine küçük de olsa bir yazı yazmak istedim. 

Etrafımızda da bazen "Benim delille, ispata ihtiyacım yok." diyen insanlara rastlarız. Hatta eskilere atfen anlatılır. Tevhide dair yüz delil sayılınca makbul zevatın biri: "Demek ki sizin yüz şüpheniz varmış." mukabelesinde bulunmuş. Hekimoğlu İsmail de "Sizin ihtiyacınız yoksa bile ihtiyacı olan için öğrenmeniz lazım." ikazında bulunur bu konuda. 

Tabiat Risalesinin başındaki ihtarda çok akıllı filozoflarla ilgili üstad, "Bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar?" diye sorar. Cevabını da "Evet, onlar mesleklerinin (düşüncelerinin) iç yüzünü görememişler." diye verir. Hatta onların yollarının akıl dışı olduğunu da ispata hazırım, diye de meydan okur. Yani yukarıda değerli dostumun dediğim gibi, imanî meseleler, aklen ispat edilemediğinden kabul edilmemiş değil. Kabul etmemelerin nedenleri farklı. Burada ifade edildiği gibi, mesleklerinin iç yüzünü görememek var. Bir yönüyle bir ilâhı kabul etmediğin zaman, zerreler adedince ilâhı kabul etmen gerektiğini görüp anlayamamışlar. Bunun yanında değişik yerlerde izah edildiği gibi "maddiyata dalmak sebebiyle aklın daralması, isyan ve fücurun kalbi kapatması,
meselelerin azameti noktasında aklın bir yol bulamaması, inat, inandıkları ve asabiyet-i cahiliyeden dolayı içinden çıkamadıkları safsata, görenekten gelen tepki" gibi sebepler, ispatın önünde bir kapı gibi duruyor. Bunlar veya başka birtakım meseleler, aklın kabullenmesini engelliyor. Yoksa imanî  meselelerin ispatının olmayışından değil. Zaten aklî olmayan bir mesele imanın esası olamaz. Allah, aklın kabul etmediği bir hususu, bize teklif eder mi? Buna soyut dediğimiz ruh, melek gibi esaslar da dahildir.

Ebu Cehil'in kabul etmeyişi, tamamen asabiyet-i cahiliye ile izah ediliyor. Niye "Ben değil de sen peygamber oldun?" gibi küfr-ü  inâdilik var. Delil ve ispata itiraz yok. Biliyor, fakat kabul etmiyor. Delil karşısında itiraz edemiyor, ama delili tasdik etmiyor. Yakînî var belki, ama itikadı yok. Kabul etmeyenler, delil ve ispatın yokluğundan ya da iman hakikatlerinin aklen ispat edilemediğinden değil, yukarıda saydığımız, çoğu cehalete dayanan başka sebeplerden dolayıdır. Öyle olsaydı, bu sebepleri aklıyla aşarak, insafını kullanan binlerce insan, nasıl ikna olurlardı. İkna olanların varlığı gösteriyor ki İmanî meselelerin soyut da olsa, ispatı mümkündür. Zaten "ruh, melek, kader" gibi soyut olarak nitelenen iman hakikatleri de aklen ispat edilmiş, meşhud delillerle ortaya konmuştur. Bu, Kur'anî  bir metottur da aynı zamanda. Bunu anlamak için sadece Onuncu Sözün başındaki haşir gibi azim bir meseleyi aklın önüne koyan "fenzur" âyeti ile; 20. Mektubun 10. kelimesinin zeylindeki Zümer Suresinin 29. Âyetine bakmamız bile yeterlidir. Mezkur âyette Rabbimiz, şirkin muhaliyetine örnek delil olarak Mekke müşriklerine, birden fazla kişinin bir köleye sahip olduğundaki idare zorluğunu örnek delil olarak veriyor. İçlerinde yaşadıklarını delil olarak aklın önüne koyuyor. Üstad da bunu, Hutbe-i Şamiyede istikbalde  Kur'an'ın hüküm süreceğine bir delil olarak ortaya koyup "Akıl, fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz." tespitinden sonra da "Başka dinlerin bazı  efratları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz." diyor.

Delilsiz akla sormadan girenlere, sadece kalbiyle hareket edenlere belki itiraz edilmez. Ama aklın, kalbin karşısına çıkıp "Ben de hisse isterim, sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Halıka giden yolu göstermek lazımdır ki sizinle gelebileğim." dediğinde aklın önüne onu "amenna ve saddakna" noktasına getirecek delil ve ispatların konulması gerekir. "Mahrem bir suale cevap"ta yazılan "Sözler dâva değil, dâva içinde bürhandır." denildiğinde de herhalde akla "amenna" dedirten bürhan anlatılmak isteniyordu.

"İspat et inanayım, göster kabul edeyim." noktasındaki aklı gözüne inmiş bu asrın dalâlet zındıkasına tiryak (ilaç) olacak, fen ve felsefeden gelen dalâleti izâle edip cevap verecek ve umuma yol olabilecek "kısa, selametli"  Kur'anî  bir yolun aklı ihmal etmesi düşünülebilir mi? Aklî izah ve delillere yeterince  yer vermemesi olur mu? 

Fakat Üstadın eski eserlerde belirttiği gibi, delil ve bürhanın göreceği vazifeler farklı olabilir. Bazen inkârcının inkârını izale eder, bazen de tereddütlünün tereddüdünü ortadan kaldırır. Taklidiyi tahkikiye çevirdiği gibi, bir başkasında da şüpheleri süpüren süpürge konumunda kalır. Bazen şeytanı taşlayıp "yokları" ortadan kaldırdığı gibi, bazen mücahit rolünde düşmanı tard eder.

Bazen insanı "imanın şüphesiz mertebesine götüren" 'hadsin'  altını dolduran ve ona zengin bir  memba olan mütalaaya eşlik eden delil ve ispat ve izah, bazen de  dimağda belirlen vesveselerin izalesi ve kalbe girmemesi için bekçilik görevini yapar. Bazen akla bastonluk yaparak onun düşmemesi ve sarsılmaması için ona dayanak olurken;  bir yandan da küllî kemattan geri kalmamak için, mesail-i imaniye şeklinde akıl ve fikir midesine girer, oradan da ruh, kalp, sır gibi diğer latifelere kaynaklık eder.

Delil, bürhan ve iman hakikatlerinin izahı, bazen hakikati gösteren bir menfez, bazen cadde-i nurani de elektrik lambası, bazen de huzur-u tâmme dediğiniz makamda mirat-ı marifet (marifete ayna) olur. Bazen insanın elinde Asâ-yı Mûsa gibi vurduğu yerden su çıkaran bir asâ, bazen de  kâinatı nisyandan hayalattan kurtararak tevhide delil ve hüccet yapar.

Bazen "aklî bürhanlar üzerine müesses olan şeriat-ı İslâmiyenin kubbe-i âliyesinda binlerce direklerden biri olurken, bazen söndürülmesi ancak kâinatın sürdürülmesi ile olabilen iman hakikatinin binasında incecik bir tel durumunda kalır. 

Elbette aklın nazarı hakikatleri anlama ve kavramada dar olabilir. Üstad, ona da yine yol yordam için tetkik çeşitleri öğretir. Kayyum değer olan menbaya davet eder. Ona cetvellerle uğraşma der. Onun eline halis niyeti verir, ona huzuzat- nefsaniyeden tecerrüdü öğretir. Nur kapılarının açılması için acz, fakr  ve tevekkül ve iltica kapılarına davet eder. İstifadesinin ancak kendi ihtiyacını hissetme derecesi kadar olacağını ona kavratır. Onu hata bulmak için değil, hatalarını bulmak için gayrete getirir. Üstad da böylece rehberlik ederek onu Kur'anla muhatap eder. 

"İman, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılan bir nur" olduğuna göre, "kasten ve bizzat takibi" akıl yapacak; kalp de onu kabul edecek demektir. İşte bu kabulü yapan kalbe, "âfâkî malumat" geldiğinde,  o malumat, kalpçe tasdik edilip nur ve hikmete çevrilecek.

Evet dostlar, hani "vazife-yi kutsiye, feraiz-i fıtriye ve bir ibadet-i îmânîye" olan ve pek çok mertebeleri de bulunan tevhidi arayan seyyah ne demişti? "Aradığımız hakiki tevhid, tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki ilm-i mantıkta; tasavvura mukabil, ondan çok kıymetdâr  ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Her şey açık değil mi? 

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum