Kıyımlar

Kıyımlar

Meral AFACAN BAYRAK'ın öyküsü....


Gözlerinin altı mor değil, neredeyse simsiyahtı. Ortalama bir ses tonuyla konuşuyordu. Herkes onu dinliyordu. Ne çok yaşlı ne de yaşından genç gösteriyordu. Takı kullanmıyordu. Arkaya doğru, özenle taradığı düz, siyah, kısa saçları yüzündeki neşeli ifadeyi bozmuyordu. İyi bir çanta kolleksiyonu olduğunu yanındaki kısa boylu güleç yüzlü kadına söylerken duymuştum. Başka şeyler de anlatmıştı. Değişik bir hayat hikayesi vardı. Ben onu anlatmayacağım. Ben başka bir şey gördüm.
Öğle vakti. Kursta yemek paydosu.
Seri bir hareketle oturduğu plastik sandalyeyi geriye doğru itiyor:
“Gitmem gerek, ekmek almalıyım. Akşam için iyi oluyor. Ben almazsam, kimsenin aklına geleceği yok zira.”
O değil de, hep merak ederim:
Gözlerine yerli yersiz hücum eden yaşlara nasıl engel oluyordu acaba?
Alt dudağını mı ısırıyordu?
Konuşurken yalnızlığa dair ne çok söz söylenmişti. Birine bile inanmadı. Omuz silkti. Duygusal bir devinim içerisindeydi. Daha çok bir kalabalığa karıştığında durulurdu. Kaygıları erir giderdi. Yani çoğunlukla böyle olmuştu. Defalarca tecrübe etmişti.
Sevinç, keder, hüzün…
Başkalarının duygularıyla harmanlanırdı bunlar. O zaman yüreğindeki ağırlığının yok olduğunu hissederdi. Bazı satırları okumak zordu. Tehlikeliydi de. Ama bu, hafifçe çizilmiş bir çizgi gibiydi. Beyaz sayfalarda hükmü yoktu. Yüzü tıpkı bu beyaz sayfalardaki çizgilere benzer, çizgilerle dolup taşardı. Kimse görmezdi çoğunlukla.
Kötü mü?
İyi mi?
Hepsi geçiyor işte. Geçirgen bir zamanın güneşinde rutubeti alınmış bir duyguya dönüşüveriyor kederin.
Kalıcı bir iz daha. Belki birkaç kırışık. Derdine bir dert daha eklenmiş. Yedekte hayalkırıklıkları, gözyaşları, alaşağı edilmiş hevesler…
Bu değer bilmezlik, bu umursamazlık, bu kalpsizlik… Hiç yakıştıramıyordu. Bu halının renklerine uymayan bir desen gibiydi. Yeni dokunmuş, canlı renkleri olan bir halı gibi ruhu.
Müzik başlıyor. Ritim duygusu, içine işliyordu. Belki halıya da siniyordu.
Renk, koku, ahenk…
Minnet duymuyor. Ama özür diliyor. Bu da bir şey. Buna şaşırıyor. Biraz hak biliyor demek.
Bu kadar vazgeçilmez olan nedir?
Ben diyorum hani, bu kadar sahici ve kötü yaşarken, nasıl habersiz olunurdu? Gerçekte böyleydi.
Rüyada, kesikbaşlı bir ejderha, canhıraş koşturuyor. Önüne kattığı korkulu kalabalığı  oradan oraya savuruyor.
“Hangi celladın marifetidir bu?”diye gürlüyor biri.
O hengamede kim olduğunu seçemiyorum.
İyi ki rüyaydı.
İyi ki uyanınca bitiyordu.
İyi ki geçiciydi dünya.
Bu merhametsiz, korkunç mahluğu nasıl barındırıyordu içinde? İnsanlardan uzaklaşıp, nasıl kendinden nefret ettiriyordu?
Dahası bu yükü nasıl taşıyordu tek başına?
Bir muammaydı. Kendi kendine sordu durdu bunu:
“Ruh bunu nasıl kaldırıyor?”
Ne yazık ki cevabını bilmiyordu. Bir tek o, nefret etmiyordu ondan. Anlamaya çalışıyordu ruh halini, yalnızlığını, çaresizliğini. Şikayet etmişti bir konuşmasında bu durumdan. Bütün bunlar, bu yük bile isteye yüklenilmiş değildi.
Seni çözdüm ben. Çocukken gizlice kümese girip, civcivleri boğan, öldüren asi, laftan anlamaz çocuklar vardı. Kuşkum yok, sen onlardansın. Sana bağırıp çağıran; “Niçin yaptın evladım? Ne istedin o civcivden?” diyen vahvahlanan büyüklerine inatla ve soğukkanlı bir bakışla susmanı anlarım.
Kötü olmak böyle bir şey olmalıydı.
Biz ölen kedi yavrusu için cenaze töreni yapan, merhametli, -hadi abartalım- duygusal çocuklardık. Bizim kitabımızda kıyım yoktu.
Kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor. Ondan herkese, belki bütün dünyaya. Bulaştırdığı hastalığı taşırken tınmaz bir gururla yürüyor. O tarafa…
Doğrudur.
O taraf dediği, onun sığınağı yalnızlığı, içi: kovuk.
İçi bir kovuğa benzer. Bir yılanın zehirledikten sonra tüm soğukkanlılığıyla çekildiği, sokulduğu kovuğudur elbette anlattığım.
Çıkamayacağı, büsbütün kuruyacağı, yokolacağı güne kadar bu yılanın gözlerine bakmayacaktı. Kararlıydı.
Televizyonu açtı. Bir adam ve bir sığır ekranda belirdi. İri sığırı yanındakilerin yardımıyla deviren, bıçağı boğazına çalan kasap; “Bismillah” diyor. Dua okuyor. Kurbanın kanı akıyor. Seğiriyor eti, soğuyor. Bütün bunlar hızla oluyor. Bu görüntüler onu etkilemiyor. O gece gördüğü kabusu düşünüyor.
“Aramak” diyor kadın. “Nedir?”
“Yazı yazmak, okumak, anlatmak, ibadet etmek, sabretmek, çiçek koklamak, güneşe bakmak, denizi seyretmek, sonra…Kalbi güneş gibi olanları bulunca bırakmamak.”
“Yüreğime serinlik veren yerlerde duaya durmak. Bu iyi geliyor bana, ararken. Tek yaptığım bu.”
Dut ağacının dalları yeni yeni uyanıyor. Patlamış tomurcuklar, baharın müjdecisi. Erik ağacı çiçekten yaprağa dönmüş. Sırf yeşil. Çok yaprak. Safi rüzgar. Sert,üşüten cinsten.
Yan tarafımızdaki iki katlı eski bina kırmızıya boyalıydı. Alt katındaki  kadın apar topar taşındı.
“Binayı yıkacaklarmış. Müteahhite verilmiş. Yerine altı ayda beş katlı bir bina yapılacakmış.” Kadının yakını, teyzesiydi galiba, o  dedi. “İyi, hoş…” mu demeli? Evin bu katı karanlığa  gömülü, bir mezar kadar sessiz. Bahçesindeki çiçekler, ağaçlar, eski usül bir tulumbayla sulanıyordu. İkindileyin, o kadın tulumbadan su çeker, kovayla bir bir sulardı onları. Her ikindi namazına durduğumda o serinliğin -mahsus  açık bıraktığım- pencereden içeri dolmasını beklerdim.
Şimdi ne olacak?
Serinlik olmayacaktı tabii. Acı acı güldü.
Yağmur ve Cuma vakti.
“İkisi birden…Nimettendir. Çok şükür o karanlıktan eser kalmadı. Eskisi kadar boğulmuyorum. İçi doluyken derin, kara çukurlarım daha çekilir oluyor sanki. Düşmüyorum. Çıkmaya uğraşmıyorum.” böyle demişti kadın ona.
Ben kendimi yakmadan, sigaram yanar mı mesela?
Tüter mi bacası sevdanın?
Bunları geçiriyorken aklından, sakinleşiyor. İçindeki çukurun derdi bitiyor. Uğultu bitiyor. Besbelli, susmak sakinleştiriyor yarayı. Yara kanamaktan vazgeçiyor.
Siyah, kısa saçlı kadın nispeten rahatlıyor.
 

(Meral AFACAN BAYRAK'ın Mühür Kitaplığından çıkan Tarçın Çıkmazı isimli kitabından alınmıştır.)