Kastamonu Lahika Düsturları-22 (Mahviyet)

Mahviyet; kusurunu bilip, kendine haddinden fazla kıymet vermemek, tevazu içinde bulunmak; benliğini terk etmek ve fâni zevklerin peşine düşmemek; alçak gönüllü olmak manalarına geliyor. Tasavvuftaki anlamı ile mahviyet; kulun kendisinde hiçbir varlık görmeyerek bütün iş ve davranışlarında Allah’ın küllî irâdesine teslim olması durumu, mahv hâlidir.

Mahviyet; tevazuun bir ileri merhalesidir.

Kur’an’ın mucizevî bir lem’ası olan Risale-i Nur’daki en esaslı düsturlardan mahviyet de elbette diğer düsturlar gibi Kur’an’dan ve hadisten kaynağını alıyor. Evvela tevazu ve mahviyetle ilgili âyet ve hadislere, sonra incelemeye devam ettiğimiz Kastamonu Lahikasındaki cümleye ve Risale-i Nur’dan ilgili yerlere bakalım.

Mahviyet ile tevazu kavramları birbirine yakın olduğundan hem ayet ve hadislerde hem Risale-i Nur’da kimi zaman beraber kimi zaman da birbiri yerine kullanılmıştır.

Mahviyet ve tevazu ile ilgili pek çok âyetlerden bâzıları:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…”[i]

“Allah, kendini beğenen ve durmadan böbürlenip duran kimseyi sevmez.”[ii]

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağlara erişebilirsin.”[iii]

“Şüphe yok ki, Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. Muhakkak ki O, kibirlenenleri sevmez.”[iv]

“Kibirli bir tavırla insanları küçümseyerek onlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Kuşkusuz Allah, kendisini beğenen ve övünüp duranları sevmez. Yürüyüşünde mütevazı, davranışlarında hep ölçülü ol. Konuşurken de sesini yükseltme! Çünkü seslerin en çirkini eşeğin sesidir.”[v]

“Sana tâbî olan mü’minlere alçak gönüllü davran!” [vi]

Tevazu ve mahviyetle ilgili pek çok hadisten bir kaçı:

“Allah, büyüklük taslayarak elbisesinin eteklerini yerde sürüyen kimsenin kıyâmet gününde yüzüne bakmaz.”[vii]

“Kim Allah için huşûundan dolayı tevazu gösterirse, Allah onu kıyamet gününde yüceltir. Her kim kibrinden dolayı böbürlenirse Allah da onu kıyamet gününde alçaltır.”[viii]

“Allah bana, mütevazı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.”[ix]

“Kibir ise hakikati inkâr etmek ve insanları küçümsemektir." [x]

“…Allah, bir kulun hoşgörülü olması sebebiyle izzetini artırır, Allah için tevazu gösteren kişiyi ise yüceltir.”[xi]

“Kişinin sohbet toplantılarında aşağı oturmaya gönlünün razı olması, Allah için tevazudandır.” [xii]

Risale-i Nur Külliyatında Lahikalar’da tevazu ve mahviyetle ilgili pek çok mektub vardır. Bu mektublar daha ziyade talebeleri tevazu ve mahviyete teşvik ve tevazu gösterenleri tebrik mahiyetindedir. Tevazu ve mahviyet uhuvvet ve tesanüdün en mühim şartlarındandır.

Tevazu ve mahviyetin mahiyeti ve anlamı ise pek çok Risalelerde doğrudan ve dolaylı olarak işlenmiştir. Kanımca bunun en zirve noktası "Benim mâhiyetim hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur; daha ölmez" [xiii] ifadesiyle gösterilmiştir. Kendine ait şahsî vücudundan teberri ile yalnız ve yalnız Allah’a ayine olan, bekaya mazhar bir vücud mertebesine terakki…

Gelelim Kastamonu Lahikasında kaldığımız yere:

“Hafız Ali ile Hüsrev’in birbirleriyle ciddi bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları, Risale-i İhlas’ın tam sırrına mazhar olduğunuzu bana ihsas etti, ümitlerimi fevkalade kuvvetlendirdi.” [xiv]

Bu cümleden alıyoruz ki; mahviyetin esasında “ihlas” var. İhlasın sırına mazhar olmakla mahviyete erişilebiliyor. Yani, saf ve katışıksız olmak, kendini araya koymadan sırf Allah için olmak ve Allah’ın rızasını merkeze koymaktır mahviyet.

Bediüzzaman müteaddid defalar kendisi için tevazu ve mahviyetin olmazsa olmaz bir düstur olduğunu ifade etmiş ve hayatıyla da bunu isbat etmiştir. Maddi ve manevi hayatını tamamen îman ve Kur’an hizmetine adamış ve nefsine ve enaniyetine hiç pay vermemiş; kendisine yapılan haklı ve yerinde medihleri dahî kabul etmemiştir.[xv]

“Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risaletü'n-Nur'u bulandırmasın, tesirini kırmasın.” [xvi]

Bu cümleden anlıyoruz ki hak ve hakikatin tebliğinde mübelliğ olan zatın şahsı ve enesi işin içine karışırsa hakikatlerin tesiri kırılıyor. Hakikati tebliğ eden, sanki kendi kemâlatından o hakikatlere bir kıymet ekliyormuş gibi bir tavra girse, zaten güzel olan hakikati incitmiş tenkîs etmiş olur. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un gönüllerde yer tutmasının, kalblerde ve ruhlarda makes bulmasının sebebini “Said yoktur, Saidin ehliyet ve kudreti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir” [xvii] diye izah ediyor.

Tevazu, şefkati ve kardeşlerinin kusurlarına karşı müsamahakâr olmayı gerektirir:

“Bizler birbirimize—lüzum olsa—ruhumuzu feda etmeye hizmet-i Kur'âniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirine karşı küsmeye değil, belki kemâl-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır.” [xviii]

Enaniyet asrı olan bu asırda tevazu ve mahviyet çok daha kıymetli hâle gelmiştir. Bediüzzaman hususen bu asırda tevazu ve mahviyetin önemine vurgu yapar:

“Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate lâzım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan ileri geldiğinden, ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini ittiham etmek gerektir.” [xix]

Bediüzzaman Doğu aşîretlerinde kendisine yöneltilen sualleri cevaplarken mahviyeti, mürşidin mümeyyiz vasfı olarak nitelendiriyor:

“Sual: Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

Cevap: Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad; ve mesleği muhabbet; ve şiârı terk-i iltizâm-ı nefis; ve meşrebi mahviyet; ve tarikati hamiyet-i İslâmiye olsa; kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin, eğer mesleği, tenkîs-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı âsâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti intaç eden kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdır, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya tehevvüs-ü süflî bir içtihad-ı hatâ onu aldatmış; o da kendisini iyi zannedip büyük meşâyihe ve zevât-ı mübarekeye sû-i zan yolunu açmıştır” [xx]

“Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.

Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız. Sual: Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?

Cevap: Zira, her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temâşâ edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte, o mertebe eğer kamet-i istidadından daha yüksek ise; o, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir. Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend ise, tevazu ile tekavvüs edip ona eğilecektir.” [xxi]

“Hem meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır yük vardır ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle isitiskal gördüğünden, daima azap çeker. Evet hürmet verilir, istenilmez. Hem mesela, tevazu ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükâfat vardır ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.” [xxii]

Her insan sosyal hayatta bir mertebede görünüyor. Eğer hakiki kıymeti bu göründüğü mertebeden daha yüksek ise tevazu gösterir. Eğer kendisi göründüğü mertebeden daha aşağıda ise o makama lâyıkmış gibi görünebilmek için zahmet çeker, tekellüfe girer. İnsanların nazarında kendini iyi göstermeye çalışmak, insanın kendine ettiği bir kötülüktür ki onu sıkıntıya sokar.

Tevazu ve mahviyet güzel ahlak olmakla beraber tevazu göstermenin zillet olduğu yerler de vardır. Mesela; iman ve Kur’an hizmetinde bulunanlar, dinsizlik hesabına tehacüm edenlere karşı tevazu gösteremezler.

“Evet, bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur'a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur. Onlara karşı izzet-i diniyeyi ve şerafet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat, bir kuvve-i mâneviyeyi göstermek, acaba hiçbir vecihle hodfuruşluk olur mu? Hiçbir şöhretperestlik ve enaniyet olur mu…” [xxiii]

“Bu firavuncukların enâniyetini kabartan mahviyetkârâne söz söylemek câiz olmadığından, bilmecburiye o mütekebbirlere karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için, söylenmeyecek ve izharı münasip olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenâb-ı Hakkın affına güvenerek izhar ettim.” [xxiv]

“Mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek gerektir.” [xxv]

Kişinin bulunduğu konum itibariyle de bazen tevazu zilleti gösterir :

“Zaifin kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur. Kavînin bir zaife karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaifte, tezellül ve riyâdır. Bir ulül'emr, makamında olursa ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir. Hanesinde bulunsa, mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.” [xxvi]

"Bir nefer nöbette iken, baş kumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur'ân'ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, Hak budur derim, başımı eğmem." [xxvii]

Bediüzzaman, nur talebelerinin mahviyetkarane davranışlarını her zaman taktir etmiş ve onları numune-i imtisal olarak göstermiştir. Bunun bazı misalleri:

“Evet, temsilde hata yok, nasıl ki büyük bir velî, küçük bir Ashâb kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de, ‘bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyade mevki alıyor’ diye kanaatim gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz. Cenâb-ı Hak sizlerden ebediyen razı olsun. Âmin.” [xxviii]

“Hafız Ali'nin mektubunda, Risale-i Nur'a karşı kemâl-i mahviyetle kemâl-i ihlâsı ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hâsiyet-i mümtâziyesini göstermekle beraber, benim gibi bir biçareyi de şefaatçi yapıp, ben de onun kemâl-i samimiyetini şefaatçi yapıp duasına âmin derim.” [xxix]

“Kardeşlerimizden İslâmköylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zat yanıma geldi; ötekinin hattı (yazısı), kendisinin hattından (yazısından), iyi olduğunu söyledim. O daha çok hizmet eder, dedim. Baktım ki Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâs ile onun tefevvuku ile iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem üstadının nazar-ı muhabbetini celbettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim; gösteriş değil, samimi olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükrettim ki kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillah yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor.” [xxx]

“Hüsrev, yazdığı Kur'an'ı fotoğrafla tab'ını kabul etmeyerek binler cazibedar Kur'anlar kendi hattı ile Âlem-i İslâm'da intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp, Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlası muhafaza ve hazz-ı nefisten teberri etmiştir.” [xxxi]

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat'î kanaatim gelmiş ki, Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev'i ve Hafız Ali (r.h.), Tahirî'yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. "Acaba neden?" derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi'nan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risale-i Nur'un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. Âmin.” [xxxii]

Risale-i Nur’da, tevazu ile küfran-ı nimetin karıştırılmaması için de uyarılar vardır:

“Bazan tevazu küfran-ı nimeti, istilzam ediyor, belki küfran-ı nimet olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki, ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalatları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek mün’im-i hakikinin eser-i in’amı olarak göstermektir.” [xxxiii]

Nimetlerin inkar edilmemesi, tahdis-i nimet, Allah’ın emirlerindendir. Tevazu; var olan nimeti yok saymak veya değersizleştirmek değildir. Allah’dan olduğu şuuru ile onu ikrar etmektir. “Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat.” [xxxiv]

Bediüzzaman, ‘iman ve Kur’an davasının revacı için makam sahibi olunsa daha iyi değil mi?’ sualine böyle cevap veriyor:

“…Dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mâni var.

Birisi: Faraza velâyet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez” [xxxv]

Esasen fazilet ve meziyetler arttıkça tevazu ve mahviyetin de artması beklenir. Vakıa olarak ise bazen bunun aksi olur:

“Dünyaca havas tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur” [xxxvi]

“Evet imanlı fazilet medar-ı tahakküm olmadığı gibi sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tegallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiyeye karışmak tarzındadır.” [xxxvii]

Büyüklüğün ölçüsü tevazu:

“İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu'dur.

Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.” [xxxviii]

“Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük.” [xxxix]

Tevazu ve mahviyet maksada ulaştıran kısa bir yoldur:

“Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır.” [xl]

Uhuvvet ve tesanüdün muhafaza edilmesinin yolu da mahviyetten geçmektedir. Hapisteki talebeleri Bediüzzaman bu hususta uyarmıştır:

“Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından—hususan böyle haylaz gençlerde—o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesiyle bildim ki, sizlerin irşad ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada ve ahlâkları bozmaya çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enâniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.” [xli]

Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında mahviyetle ilgili bir kıyas:

“Onlar azizlerine mânâ-yı ismiyle birer menba-ı feyiz ve güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi birer mâden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mânâ-yı harfiyle, yani ayine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer mâkes-i tecellî nazarıyla bakıyoruz.  Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fenâ fillâh makamını görür, gayr-ı mütenahi makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hıristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hıristiyanda "ene" levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli makam sahibi bir adam Hıristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayt olur.” [xlii]

Risale-i Nur talebelerinden neden kerametlerin görülmediğine ve neden manevi zevk ve kerametleri aramadıklarına dair verdiği uzun cevabın bir kısmında Bediüzzaman böyle diyor:

“Saniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarikatta sülûk eden âmi ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zaif olanları takviye ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur'un imanî hakikatlerine gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakikî şakirtleri, öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar. Salisen: Risale-i Nur'un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için rekabetsiz hizmet etmektir.” [xliii]

Tevazuun güzel neticelerinden ve tezahürlerinden biri de kanaattir:

“Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: ‘Beni yalnız kabul etsin; dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur.’

İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi, mağrurâne der ki: "Bana en yukarı iskemleyi vermeli." O hırsla girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hane sahibini tenkit ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor.

Birinci adam mütevaziâne giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. "Daha yukarı iskemleye buyurun" der. O da gittikçe teşekkürâtını ziyadeleştirir; memnuniyeti tezayüd eder.” [xliv]

Peygamberlerin hayatlarında tevazu ve mahviyet ayrıca işlenmesi gereken bir konudur. Musa Aleyhisselam’ın Hızır’dan ders almayı kabul etmesi, Yusuf Aleyhisselam’ın kardeşlerine olan muamelesi ve Peygamberimiz Aleyhissalatü Vessselam’ın Mekke’nin fethindeki hâli en güzel tevazu ve mahviyet misalleridir.

Sahabelerin, Kur’an tarafından sena edilen “îsar” hasletleri de tevazuun en mühim misallerindendir.

Bu konuda yazılacak daha çok şey var elbette. Mesela Otuzuncu Söz’de yer alan “ene” bahsi mahviyetin yol haritası olarak işlenebilir. Yine ihlasın ve uhuvvetin düsturları mahviyet dersi verir. İla ahir…

Nasıl ki hidrojen ve oksijen birleşince, kendi hususiyetlerinden tecerrüd ederek yani kendi namlarına mahv olarak rahmete mazhar oluyorlar öyle de; Nur talebeleri de kendi şahsî meziyetlerini şahs-ı manevî havuzunda eriterek kendilerinden geçip, şahs-ı manevînin bir azası oluyorlar. Kendi şahsî kemâlatlarından tecerrüd ile ‘insan-ı kâmil’ mertebesinde olan manevî şahsiyetin bir parçası haline geliyorlar. Hidrojen ve oksijenin kendi vasıfları olan yanıcılık ve yakıcılık özelliklerinden vaz geçerek rahmetin bir arşı olan suya inkılab etmeleri gibi…

Evet; “meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun.” [xlv]

Hazret-i Mevlana’nın (ks) dediği gibi: “Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevazı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!”

[i] Furkan Sûresi 63. Âyet (25\63)

[ii] Nisa Sûresi  36. Âyet (4\36)

[iii] İsrâ Suresi 37. Âyet (17\37)

[iv] Nahl Sûresi 23. Âyet (16\23)

[v] Lokman Sûresi 18 – 19. Âyetler (31\18-19)

[vi] Şuara Sûresi 215. Ayet (26\215)

[vii] Buhârî, Libâs, 1, 5  Müslim, Libas 43

[viii] İbn-i Hambel III- 76

[ix] Müslim,Cennet,64

[x] Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, V, 60.

[xi] Müslim, Birr, 69. 

[xii] Camiü’s-Sağir c.2, 42

[xiii] Şualar  s. 95 (erisale)

[xiv] Kastamonu Lahikası s.6 (Envar Neşriyat, 1995)

[xv] Bediüzzaman sadece iman ve Kur’an hizmetinde talebelere şevk olması için ve Kur’an hizmetinin makbuliyetini isbat için zaman zaman medihleri kabul etmekle beraber bunun kendisine zarar olduğunu da ifade etmiştir. Yine bu davanın makbuliyetini ilan için İmam-ı Ali (ra) ve Gavs-ı Azam (ks) gibi zâtların gaybi işaret ve senalarını izhar etmiştir.

[xvi] Kastamonu Lahikası s. 35 (erisale)

[xvii] Tarihçe-i Hayat s. 847 (erisale)

[xviii] Tarihçe-i Hayat s.744 (erisale)

[xix] Emirdağ 1  s. 92-93  (erisale)

[xx] İlk dönem eserleri, Münazarat s.502 (erisale)

[xxi] İlk dönem eserleri, Münazarat 466 (erisale)

[xxii] Lemalar s. 459 (erisale)

[xxiii] Emirdağ Lahikası 2 s. 537 (erisale)

[xxiv] Barla Lahikası s. 322 (erisale)

[xxv] Tarihçe-i Hayat s. 233 (erisale)

[xxvi] Sözler s. 983 (erisale)

[xxvii] Sözler s. 1027 (erisale)

[xxviii] Şualar s. 416 (erisale)

[xxix] Kastamonu Lahikası  s. 365 (erisale)

[xxx] Barla Lahikası s. 192 (erisale)

[xxxi] Kastamonu Lahikası s.321 (erisale)

[xxxii] Şualar s. 417 (erisale)

[xxxiii] Sikke-i Tasdik-i Gaybî s. 314 (erisale)

[xxxiv] Duha Sûresi 11. Âyet ((93\11)

[xxxv] Tarihçe- i Hayat s. 638 (erisale)

[xxxvi]  İlk dönem eserleri, Tuluât s.359 (erisale)

[xxxvii] Tarihçe-i Hayat s.230 (erisale)

[xxxviii] İlk Dönem Eserleri, Hutbe-i Şâmiye s. 594 (erisale)

[xxxix] Sözler s. 982 (erisale)

[xl] Mesnevi-i Nuriye s. 312 (erisale)

[xli] Tarihçe-i Hayat 538 (erisale)

[xlii] İlk dönmem eserleri, Hutbe-i şamiye s. 601 (erisale)

[xliii] Emirdağ Lahikası I, s. 122 (erisale)

[xliv] Mektubat s. 386 (erisale)

[xlv] Sözler s. 978 (erisale)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum