Kastamonu Lahika düsturları-17: Kıymetşinas olmak

Medresede kaldığım zamanlar defalarca Kastamonu Lahikasından hizmet düsturlarını çıkarmıştık. Mektupları cümle cümle hatta kelime kelime tarayarak düsturları defterimize yazıyorduk.

Bu yazı dizisinde ise bu tarz bir düstur çıkartmak değil yaptığımız. Eğer bunu yapsaydık yirmi küsürüncü (bazı maddeler iki üç ayrı yazı olmuş) yazıya geldiğimizde hâlâ ilk mektubda olmayacaktık. Kastamonu Lahikasinda geçen hitaplardaki vasifları ve düsturları diğer Lahikalardan ve Risale-i Nur Külliyatından taramaya çalışıyoruz.

Mesela Bediüzzaman hazretleri Kastamonu Lahikasındaki ekser mektuplarının başında “Aziz sıddık kardeşlerim” şekline hitap ediyor lâkin sıddık olmak ne demektir diye baktığımızda diğer lahikalarda ve Risale-i Nur Külliyatında izahını bulabiliyoruz.

Kelime kelime ilerleyip her bir kelimenin külliyattan taramasını yaptığımız için “bu yazılar Kastamonu Lahikasıyla mı alakalı?” sorusu tabiatıyla akla gelebilir. Alakadarlık derecesini sizin fehminize havale ediyorum.

En son üç yazımızda “hakikatbîn olmak” üzerinde çalışmıştık. Esasen konu hakkında daha onlarca yazı yazılabilir. Hatta Risale-i Nur’un 130 parça eczası kadar yazılar yazılabilir. Mesela; İkinci Şua’ya göre hakikatbîn olmak tevhid ve vahdette Cemal-i İlahi’yi ve Kemâl-i Rabbaniyi müşahede etmektir desek hata etmeyiz zannımca. Yirmi dördüncü Mektuba göre hakikatbîn olmak; kainattaki zeval, fena, firak, belalar ve musibetlerin hikmetleri ve neticelerini, kainattaki dehşetengiz faaliyetin sırrını; mahlukatın tenevvü ve tehalüfünün hakikatini, vücud nurlarına ne surette mazhar olunabileceğini idrak etmektir. Hâsıl-ı kelâm; hakikatbîn olmak, her bir hakikati sahiplenmek, özümsemek, tatbik etmek ve hakikate muhalif olanlardan uzak kalmaktır. Lügatlarda geçen tanımlar zannımca kâfi gelmiyor.

Bu uzun girizgahtan sonra kıymetşinas olmak ne demek anlamaya gayret edelim. Kısa ve tatminkâr olmayan lügat manalarına kolayca ulaşılabilir ben lügat manası vererek geniş manaları dar kalıplara sıkıştırmak istemiyorum. Zira lügat manası zihni ve kalbi inhisar altına alıyor.

Evvela Kastamonu Lahikasından “kıymetşinas” kelimesinin geçtiği cümleye bakalım: “ Hem unutulmıyan, her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddi sahib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlaslı olarak vazife-i Kur’aniye ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemâl-i ferah ve sürur ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.”[i]

Daha evvelki yazılarda Kıymetşinas vasfından evvel gelen vasıflar üzerinde çalışmıştık.

Risale-i Nur Külliyatında saff-ı evvel talebelerin iman hakikatlerinin kıymetini ne derece takdir ettiklerine dair pek çok kısım var. Elbette hepsini zikretmek için kalınca bir kitap yazmak gerekir.

Saff-ı evvel talebeler, Risale-i Nur ile îman ve Kur’ana hizmeti hayatlarından daha kıymetli görmüşler ki hayatlarını feda etmişler. Binbaşı âsım Bey’in mahkemede Risale-i Nur’a ve Üstadına zarar gelmemesi için Rabbinden canını almasını niyaz etmesi ve o dakikada vefat etmesi; Hafız Ali Ağabey’in hapishanede Üstadın şiddetli hastalık zamanında Üstadın yerine kendisinin vefatı için dua etmesi ve hâzır cemaate de dua ettirmesi ve hemen akabinde vefatı bunun misallerindendir. Yine Hasan Feyzi Ağabey’in de Üstadının bedeline canını verdiğini Üstad haber veriyor. Elbette bu ağabeyler Risale-i Nur’un imana hizmetini takdir etmişler ki hizmetin devamı için Üstadlarına hayatlarını feda etmişler.

Zübeyir Ağabey ise Risale-i Nurları tanıdıktan sonra dünyaya dair bütün hayallerini terk etmekle beraber yüksek himmet ve ateşîn zekasını tamamen Risale-i Nur hizmetine vakfetmiştir.

Tahirî Ağabey hiç düşünmeden bağ ve bahçelerini Risale-i Nur’un neşri için satmıştır. Risale-i Nur’a hizmeti büyük manevi makamlara tercih etmiştir.

Hüsrev Ağabey Risale-i Nurları tanıdıktan sonra memuriyeti terk etmiş ve kırk sene boyunca, tazyikâttan ve takibattan dolayı, evindeki gömme dolabın içinde Risale-i Nur’ları yazarak çoğaltmaya vaktini hasretmiştir.

Bu gibi misaller çoktur, ‘bir katre, denizden haber verir’ kaidesince bu kadarla yetinelim. Saff-ı evvel ağabeylerden Hulusi Ağabey, Sabri Ağabey, Re’fet Ağabey, Şamlı Hâfız Tevfik, Sıddık Süleyman, Kuleönlü Mustafa, Ahmed Feyzi, Abdullah çavuş, Bekir Berk, Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı Ağabeyleri de hiç olmazsa ismen zikredelim. Hepsi de hayatlarının gayesini iman ve Kur’an hizmeti bilip, Risale-i Nurların bu noktadaki fevkalade kıymetini takdir etmişlerdir. İnsan hiç kıymetini bilmediği bir şeye hayatını vakfedebilir mi?

İman hizmeti uğrunda hayatını feda eden Hasan Feyzi Ağabey’in Risale-i Nur’ hitaben yazdığı ve Risale-i Nur’un kıymetini ne derece idrak ettiğini gösteren[ii] uzun bir mektubu var. Birinci Emirdağ Lahikası’nın ellinci mektubunda bu mektubdan bahis var ve mektubdan bazı parçalar lahikalara girmiş. Mektubun tamamı ise müstakil neşredilen Konferans mecmuasında mevcud. Bu mektubdan bazı kısımlar paylaşmak istiyorum:

“sana canın feda etmez mi, senden hem görenler hak! Sözün hak hem özün hak, hem makamın Kâbetü’l Ulya.”[iii]

“mekteblerin medreseye ve medreselerin mekteplere uymayan ayrı ve gayrı ulûm ve fünununu yeknesak bir hale getirerek ve tâlib-i ilim ve esrar-ı cihanı yekdil ve yekzeban ederek vahdet-i İslam ve insaniyeyi elinde tutup birlik ve beraberlik nurunu nessar edecek yine sensin!” [iv]

“Sen en sâdık ve mâhir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalb kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup, ruhî ve manevî dertlere düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor ve en kısa bir zamanda zavallıları kurtarıyorsun.”[v]

 Hasan Feyzi Ağabeyin bu kıymettar mektubunda daha pek çok parlak fıkralar var. Şimdilik bu kadarla iktifa edelim.

Zübeyir Ağabey’in Afyon mahkeme müdafaasından bir cümle:

“Risale-i Nur'un kıymetini kırk elli sahifelik bir formada belirtmeye çalışmıştım. Medhettim diyemem; çünkü, kâinatın güneşi ve aklı olan ve bin üç yüz küsur seneden beri beşeriyeti tenvir ve irşad eden Kur'ân-ı Hakîmin hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur'un, değil bütün külliyatını, belki bir cüz'ünü bile senâ etmeye muktedir değilim.” [vi]

Zübeyir ağabeyin, yukarıda bahsi geçen formanın on ikinci sahifesinde yer verdiği bir cümle:

"Risale-i Nur'a hizmet eden birisine denilse: 'Risale-i Nur yerine şu kitapları kopya et de, Ford'un servetini sana vereyim.' O, Risale-i Nur satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan şöyle cevap verir: 'Dünya servet ve saltanatının hepsini verseniz kabul etmem."

Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın “bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz bu davadan vaz geçmem” diyerek iman davasını her şeyin fevkinde tutmasının birer küçük numunesi değil midir bu fevkalade fedakarlık örnekleri.

Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin bütün eczası ile enfâsı ile hayatını vakfetmesi, feda etmesi Risale-i Nur ile iman hizmetine ne derece kıymet ve ehemmiyet verdiğini gösteriyor. Maddi manevi makamları, dünya lezzetlerini, şan ve şerefi bu uğurda terk etmiş hatta lüzum olsa ahiretimi de feda etmeye hazırım diyerek feragatın en yüksek derecesini göstermiştir. Dördüncü Şua’da Risale-i Nur için ‘netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım’ demektedir.

Risale-i Nur’a karşı ve vesile olduğu iman ve Kur’an hizmetine karşı kadirşinaslık edenler sadece bu asrın kıymet bilenleri değiller. Hazret-i Ali Radiyallahu anh ve Gavs-ı Azam (ks) dahi Risale-i Nur’dan haber veriyorlar ve bu dehşetli asırdaki fevkalade hizmetini takdir edip alkışlıyorlar.

Bediüzzaman Said Nursî hazretleri mele-i alanın sakinlerinin Risale-i Nur’a verdikleri kıymeti böyle ifade ediyor: “Emirdağında iken, Ankara'ya Nur hizmeti için gönderdiği bir talebesi, hâl-i âleme bakarak, "Bu insanlar ne zaman Nur hakikatlerini dinleyecek, kalın zulmet perdeleri nasıl yırtılacak, mânevî karanlıklar nasıl izale olacak?" diye ümitsizliğe düşer. Sonra bir gün Emirdağı’na Üstadın yanına döndüğü zaman, o büyük Üstad der: "Vazifemiz hizmettir. Muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, 'Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur'u dinleyecekler?' diye ümitsizliğe düşme, merak etme. Kat'iyen bil ki, mele-i âlânın hadsiz sakinleri, bugün Risale-i Nur'u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehemmiyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir" diyerek ye'sini giderir.”[vii]

Kur’an_ı Hakîm’in otuzüç ayeti ile Risale-i Nur’a olan işareti, Sahib-i Kur’an katında Risale-i Nur’un makbuliyetini ve kıymetini ilan ediyor. Birinci Şua’da bu ayetler ve ne vecihle Risale-i Nur’a işaret ettikleri izah edilmiş.

Biraz uç bir mana mı olacak bilemiyorum ama bu yazıyı yazarken Kur’andaki kasemât hatırıma geldi. Cenab-ı Hak (cc) şems, kamer, incir, zeytin, asr, duha vakti, kalem, yıldızlar gibi pek çok mahlukuna yemin ediyor. Bu yemin ile yarattıklarının kıymetini takdir etmeyi ins ve cinne ihtar ediyor. Aynı zamanda her Cemal ve Kemal sahibi kendi Cemal ve Kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca rahmetinin hediyelerini hem izhar ediyor hem kendi nazarında mahlukatına verdiği ehemmiyeti ihsas ediyor.

Bütün kıymet bilmekler, Cenab-ı Hakk’ın kendi sanatını nazar-ı dekaik âşinası ile görmesinden gelen iftihar-ı kudsî manasının tezahürleridir, tereşşuhatıdır.

İnsan da iman ile Cenab-ı Hakk’ın san’atını takdir ve istihsan ile âlâ-yı illiyyin’e yükseliyor. Kainatın san’atkarı noktasından kıymetini, Esma-ül Hüsnanın cilvelerinin nakışları olarak okumakla, mü’min bütün mahlukâtın fevkinde bir kıymet alıyor.

Peki şimdi kendimize gelelim. Biz okuduğumuz Risale-i Nur’un kıymetini nasıl takdir edeceğiz?

Çok güzel eserler ulvî hakikatleri anlatıyor, ahiret hayatımızı kurtarmak ve imanla kabre girmeye vesile olmak gibi fevkalade aşkın neticeleri, faydaları var diyerek okumaya devam etmek kâfi mi acaba?

İmanla kabre girmekten daha büyük netice olabilir mi ne demek istiyorsun diyebilirsiniz. Demem o ki Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin bir hayali vardı ve şartlar ne olursa olsun ahir ömrüne kadar da bu hayali için gayret etti. Lâkin o zamanda bu hayali gerçekleşemediği gibi bu zamanda da, pek çok talebeler olmasına rağmen, hâlâ gerçekleşmiş değil.

Îman ilimleri ile fen ilimlerinin mezcedildiği Medresetü’z-Zehra Üstadın hayali idi. Manevi Medresetü’z-Zehra Risale-i Nurun şahsı mânevisi ile tahakkuk etmiştir lâkin maddi cihetinin de tahakkuku Üstadın hem hayali hem de vasiyetidir. Kaldı ki Medresetü’z-zeha hakkında Üstadımızın tarifâtına baktığımızda mânevi cihetinin dahi tam tahakkuk etmediğini görüyoruz.

Bu vasiyetin tahakkuku için fen bilimlerinden değil uzak kalmak ona vâkıf olmak iktiza eder ki dünyayı, evreni ve içindekileri Allah’ın san’atı olduğu cihetle anlatabilelim. Bugün fen bilimleri satır aralarında bir yaratıcının olmadığını her şeyin tabiat tarafından yapıldığını körpe zihinlere empoze ediyor. Bir çocuğun bu bilimleri bu tarzda tahsil etmesinden gelen yaralarının tedavisi günümüzde görüldüğü gibi hiç de kolay olmuyor. Hatta senelerdir Risale okuyan pek çok insanın katıldığı derslerde bile sebeblerin tesiri olmadığı konusu işlenirken kalblerde zihinlerde maalesef makes bulamayabiliyor.

Bu zamanda Risale-i Nur’un kıymetini idrak etmenin göstergesi Medresetü’z-zehra için çalışmaktır. Onu gâye-i hayal edinmektir.

Risale- Nur eserlerinin telifi ve neşri çok ağır şerâit altında ve çok büyük fedakarlıklarla ifa edilmiştir. Şimdi ise Kur’anın mucizevi bir lem’ası olan bu eserlerin hakâikinin neşir ve tamim (umumileştirilmesi) vazifesi önümüzdedir ve bu vazifenin ifası da Medresetü’z-zehranın manen ve madden inşâsı ile mümkündür.

Nasıl ki Kur’an bedevî ve ümmi ve âdetlerinde mutaassıp bir kavmi dönüştürerek sair milletlere üstad eyledi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen insanlar karıncayı incitemez bir hal aldılar ve kasavetli kalbler Kur’an ile nurlandılar. Aynen öyle de (teşbihte kusur olmaz) Kur’anın mucizevi bir lem’ası olan Risale-i Nur da bu asrın maddiyyun, esbabperest, dünya lezzetlerine düşkünlük ile maneviyattan uzaklaşmış, şükrünü ve sabrını yitirmiş insanlarını dönüştürecek kabiliyettedir.

Peki bu nasıl olacak?

Toplumu dönüştürebilecek bir metni kendi aramızda okuyup, çocuklarımızı dinsizliğin alttan alta servis edildiği okullara göndererek mi?

Risale-i Nur’un topluma, eğitime, içtimai hayata söylediği bir şey yok mu?

Bugüne kadarki ahvâl bize Medresetü’z-zehraya olan ihtiyacın ne derece şedid olduğunu gösteriyor.

Medresetü’z-zehranın teşekkülünde evvel gelen şey binalar, mekanlar değildir. Öncelikle Medresetü’z-zehranın muallimlerinin yetişmesi gerekiyor. Bunun için sadece Risale-i Nur’a vâkıf olmak yeterli değil çünkü fen bilimleri ile din ilimlerinin mezci esas olduğuna göre Medresetü’z-zehranın bir mualliminin din ilimleri ile beraber fen bilimlerine de vâkıf olması gerekiyor. Yoksa nasıl kainatı ve kainattaki kanunları âdetullah kanunları olarak anlatacak.

Nur talebeleri ise bu güne dek fen bilimlerine hep mesafeli durdular. Ama okullara giderek fen bilimi adı altında verilen dinsizlik cereyanına pek de mesafe koyamadılar. Zaman zaman da fen bilimleri ile Üstadın ‘muzır felsefe’ diye tabir ettiği felsefenin bir kısmını karıştırdılar.

Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u pek da anlayamadık galiba. Yusuf Kaplan’a bu noktada hak vermemek mümkün değil.

Bu satırları yazarken Üstadımın “Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir."[viii] Sözü geliyor hatırıma. Bir süredir “Müceddidin statükocu talebeleri” başlığı altında bir yazı kaleme almak hatırımda var. Lâkin zaten imana, Kur’an’a ciddi taarruz olduğu zamanda içeriden böyle bir eleştiri dinsizlik hesabına mı geçer diye endişe ettiğimden yazamadım. Lâkin elimizde toplumu dönüştürebilecek fevkalade tesirli bir eser varken neden bu dönüşümün gerçekleşemediğini ciddi ciddi düşünmemiz gerekir.

[i] Kastamonu Lahikası sh.5 (Envar Neşriyat 1995)

[ii] Halil İbrahim Ağabeyin, Ahmed Galib’in, Ahmed Feyzi Ağebeyin ve daha başka talebelerin Risale-i Nur’un kıymetini gösteren daha pek çok manzum ve mensur fıkraları var, yazı uzamamak için yer veremedim.

[iii] Konferans sh.101 (Sözler yayınevi 2004)

[iv] Konferans sh.93 (Sözler, 2004)

[v] A.g.e. sh.86

[vi] Şualar sh.669 (eRisale)

[vii] Tarihçe-i Hayat sh.576-577 (eRisale)

[viii] Sünuhat sh. 337 (eRisale)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
14 Yorum