İbrahim KAYGUSUZ

İbrahim KAYGUSUZ

Kanaat etmek

Üstadımız Kastamonu Lahikası’nda şöyle bir cümle zikreder: “Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Ta’likat’tan süzülen i’câzlı bir îcâz-ı harikada müdakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevk eden matbu Kızıl İcaz namındaki risale-i mantıkiye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirtlerinin, âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bugünlerde, Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak”.

Bu paragrafta âlim ve veli bir nur talebesi olan Mehmet Feyzi Ağabeyin şahsından hareketle dile getirilen iki çarpıcı ifade dikkat çeker:
1-Risale-i Nur talebelerinin âlimler kısmı.
2-Sair müdakkik ulemanın Risale-i Nur hakikatlerine karşı hayret ve tahsin içinde olmaları.

Evvela, Risale-i Nur, mahza hakikat, mahza inayet ve perdesiz bir ihsandır. Risale-i Nur talebeliği de bu anlamda bir mazhariyettir. Öyle ise “Risale-i Nur şakirdinin âlim kısmından” olmak ne demektir? Kastedilen şey Risale-i Nur’un âlimi olmak mı yoksa âlim olup bu vasfı ile Risale-i Nur talebesi olmak mı yoksa başka bir mana mı? Çünkü model bir isim de zikredilmiş: Mehmet Feyzi!

Risale-i Nur’da böyle bir cümle varsa elhak doğrudur? Lakin bu büyük sözün “doğru manası” ve “mahiyetine ait kriterleri” en az sözün kendisi kadar önemli olmalıdır.

Sorular zinciri kategorik olarak uzatılabilir:
1-Risale-i Nur’un âlim kısmından olmanın kriterleri var mıdır? Bu kriterler Risale-i Nur’un satır aralarında mevcut mudur? Üstadımızın hikmet dolu hayatı ve hatıratında buna dair işaretler mevcut mudur?

2-Bu vasfı haiz olmak sadece ilim ile mi oluyor, yoksa ilim ile birlikte birçok letaif bu mertebe için veritaban rolünü oynuyor mu? Kalbin, vicdanın, nazarın, ferasetin, aklın vesair binler letaif’in buradaki fonksiyonları nelerdir?

3-Kur’anın manevi bir mucizesi olan Risale-i Nur hazinesinde âlim olunacaksa bunun lütuf, inayet, mazhariyet, hıfz veya “şuur ve ihtiyar dışı istihdam” gibi koruyucu tavanları mevcut mudur?

4-İhlas, sadakat, metanet, salabet ve devam gibi “insanın şuurunun ve ihtiyarının devrede olduğu” muhafız duvarları var mıdır?

5-Bu hazinenin kapısını aralamak veya Risale-i Nur’un âlimi olmak için talep, gayret ve buna benzer davranış halleri zorunlu mudur?

Eski ve Yeni Said’in akıl ve kalbinin acip derecede ittifakta olduğu Risale-i Nur için Üstadımız şu şaşırtıcı ifadeyi kullanır: “Aciptir ki, Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri, senin kardeşin (Yeni Said) şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanıyla gördüğüne tevafuk ediyor.” (Barla, 421).

Âlim olmanın birinci şartı bu tevafuk’a tevafuk etmek midir?
“Kardeşim düz cümlenin kuyruğundan tutarak bu kadar evirmenin ne manası var, “şakirtlerinin âlimler kısmı, Risale-i Nur’u bilenler manasında olamaz mı, Risale-i Nur’u anlayarak bir yıl okuyan her nur talebesi zamanın mühim bir âlimi olmuyor mu? Üstadımız böyle diyorsa bu âlimleri gökte aramaya gerek yok!” diyenlere de “eyvallah” diyorum.

Âlimler kısmının manasını anlamada “Müdakkik ulema” ifadesi ufuk açıcı olabilir mi?
Bu ifade için ortak vasıfları “müftü” olan üç âlim örneği vereceğim. Birincisi Üstadımızın kardeşi Abdülmecid Efendi, ikincisi Abdülmecid Efendi ile ilgili bir lahikada bahsi geçen diğer bir müftü, üçüncüsü ise yaşadığım bir olayın öznesi olan ve Risale-i Nur’a “dikkatimi çeken” alim bir müftü efendi.

Meziyeti hafâ turabında kalarak neşv-ü nema bulan ve Ahmet Hamdi Akseki’ye “Ben Abdülmecit gibi bir âlim görmedim” dedirten Üstadımızın kardeşi Abdülmecit Nursi, bir müftü efendi ile “sual-cevap” münasebetine girmiş olmalı ki olay Üstadımıza intikal ediyor ve bu ilişki, açıklayıcı bir lahikanın yazılmasına sebep oluyor.

Vasfı müftü olarak zikredilen bu âlim zatın suallerini Üstadımız çok açıkça “sathi bir nazar ve vahi (boş) bir tenkidat” olarak değerlendirir.

Muhatabın derecesine göre Üstadın ifadeleri değişmektedir. Yirmi sene Üstadımızdan ders alan ve ilmine sınır tayin edemeyeceğimiz Abdülmecit Efendiye ise Üstadımız açıkça “Senin cevaplarının iki yerinde kifayet problemi var” (Barla, , 511-512) ihtarını yapmaktadır.

Lahika uzun bir tetkiki gerektirir. Edebimi aşmadan bir iki cümle ile manasına girmeye çalışayım: Konu Risale-i Nur’un zirve meyvelerinden olan haşir risalesidir. Bu lahikada Üstadımız Abdülmecid Efendi’nin şahsında bizlere bir usul öğretiyor. Bu, “Risale-i Nur’un okuma usulü”dür. Allame-i zaman Abdülmecid Efendinin müftünün suallerine karşı cevap tarzı “sebep ve sonuca dayalı”, “hiyerarşik” ve “kategorik”tir. Sebep-sonuç ilişkisinden hareketle ketegorik ve hiyerarşik bir ilişkiye tabii tutulan üç şey ise: Zat-ı Akdes, O’nun kâinattaki yansımaları (esma ve sıfat-ı ilahiye) ve bunların üzerine bina edilen “Haşir”.

Üstadımızın dikkat çektiği şey şudur: “Bu üç unsur haşir risalesinin her hakikatinde mündemiçtir. Yani her bir hakikatte mana, çok katmanlıdır. Yoksa önce bazı işarelerle kâfir imana getirilmiş sonra aynı kâfir kâinattaki ilahi delillerden hareketle haşre iman ettirilmiş değildir.”

Dikkat buyurun, Abdülmecit Efendi, Hazret-i Üstadın Mesnevi-i Nuriye ve İşaratü’l-İ’caz eserlerini tercüme ettirmek için itimat ettiği dünyadaki tek insandır!

Birkaç yıl önce âlim bir müftü efendi ile aynı konferansın iki konuşmacısı olarak tanışmıştık. Konferanstan sonra birkaç saat, beraber gitmemiz gereken yolda ise yine birkaç saat sohbet fırsatımız olmuştu. Son derece donanımlı olduğunu fark ettiğim bu müftü efendi sohbetimiz esnasında müteaddit defalar konuşmalarıma atıfta bulundu.

"Çok müdakkik olduklarını” hatırlatınca, “anlattıklarıma” bir daha dikkatimi çekti. “Farkında değilim” dedim. “Cümlelerinizde kelam, tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf ulemasından çok hülasalar mevcuttu” deyince, “Risale-i Nur’dan başka bildiğim, herkesin bildiği kadardır” şeklinde karşılık verdim. “İfadelerinizde Gazali’den Rabbani’ye kadar kaynağından vakıf olduğum birçok bilgi mana olarak vardı” dedi.

Tekrar Üstadı hatırlatınca “O Bediüzzaman’dır, allame-i cihandır, onun talebesi olmak çok şerefli bir bahtiyarlıktır, bilmiyorum farkında mısınız?” Cevabım çok sönüktü ve bu yükü taşıyamadığımı fark ettim!

Son söz: “Risaletü’n-Nur hakaik-i İslamiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalaayla bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalaa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’an ve Kur’an’dan gelen Resailü’n-Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım. Risaletü’n-Nur çok mütenevvi hakaike dair olduğu halde, telifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lazım gelir. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risaletü’n-Nur’a kanaat etmeniz lazımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (Kastamonu Lahikası)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum