Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

İtikad buluşturur, siyaset ayrıştırır

"Mü’minler ancak kardeştirler” âyeti, âlemler Rabbi nezdinde mü’minlerin birbiriyle hukukunu berrak bir şekilde tesbit eder. Dostluk, arkadaşlık, yoldaşlık gibi bütün tanımların eksik ve yetersiz kaldığı, ancak ve ancak ‘kardeşlik’le açıklanabilecek bir hukuktur bu…

Gelin görün ki, ancak kardeşlikle açıklanan derin ve sağlam bir hukukla birbirine bağlı mü’minler arasında, yazık ki ‘kardeş kavgaları’ da eksik olmuş değildir. Öyle ki İslâm tarihi, mü’minlerin mü’minlerle imtihanına dair nice hadise yüklüdür ve bu imtihan el’an da devam etmektedir.

Asr-ı Saadet’in sayfaları arasında dolaşırken, henüz Resûlullah aleyhissalâtu vesselam hayatta iken mü’minlerin birbirinin imtihanı olduğu olaylara rastlarız meselâ. Baktığımızda görürüz ki, bu olayların önemli kısmında en belirleyici sebep, asabiyettir. Zaten bu yüzden, kâfirler ve münafıklar, Medine’de mü’minlerin ortaya koyduğu destansı kardeşliğin kimyasını bozmak için, en çok soy, kavim, kabile asabiyeti üzerinden yol bulmaya çalışmışlardır.

Yine Asr-ı Saadet’in sayfaları arasında, mü’minlerin mü’minlerle imtihanında ikinci sebep olarak ise, bazı mü’minlerin gereğince aşamadığı ve geçemediği dünyalık tamahı ve mal sevgisi çıkar karşımıza. Nitekim, “Aldatan, bizden değildir” sözünü, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam, böyle bir duruma binaen söylemiştir.

Peygamber aleyhissalâtu vesselamın vefatından sonraki dönemlere baktığımızda, daha o hayatta iken mü’minlerin birbiriyle olan imtihanında en belirleyici bu iki sebebin ‘siyaset’ parantezinde buluştuğu görülür. İlk fitne döneminin olayları, sonrasında yaşananlar.. derken, bir yönüyle gücü ve serveti yönetme imkânını içeren, diğer yönüyle devamlılığını temin için asabiyetten beslenmeye kendini muhtaç gören siyasetler, ilk asırdan bugüne, bindörtyüz senedir mü’minlerin en büyük imtihan konusu olmuştur.

Öyle ki, İslâm tarihi boyunca yaşanan ihtilaflar, mü’minler arasında imanın şartları ve İslâm’ın esasları konusunda bir görüş, bakış, itikad farklılığı sebebiyle ortaya çıkmış değildir. Bilakis hepsinin de kitabı bir, peygamberi bir, kıblesi bir olduğu halde mü’minler arasındaki ayrışma ve ihtilafların odağında siyaset yer almış; lâkin bu siyasî ihtilaf kendisine meşruiyet zemini oluşturmak için meseleyi itikadî bir düzleme taşımıştır. Seçilmiş meşru halife olarak Hz. Ali’nin Cemel’deki savaşı halkı içtihadın hukukunu temin ve tesis için yürütülen bir ‘içtihad savaşı,’ Muaviye ordusuna karşı savaşı ise saltanat odaklı Emevî anlayışına karşı hilâfetin savaşı iken, bu mücadelenin barış yoluyla çözümü için meseleyi hakemlere havale etmeyi kabullenemeyen bir grup, beğenmediği bu çözüm arayışını itikadî bir düzleme taşıyıp bunun ‘Allah’ın Kitabıyla hükmetmemek’ anlamına geldiği iddiasıyla dün yanında yer aldığı halife Hz. Ali’ye karşı savaş vaziyeti almakla, İslâm tarihinde ilk defa ‘siyasî’ bir görüş ayrılığından ‘itikadî’ bir ayrışma üretmiştir. Siyasetin kendi durduğu yerde durmayan herkesi hak yoldan ayrılmış gören bu topluluğun mü’minlerin büyük çoğunluğu nezdinde ‘Haricî’ler olarak tanınması elbette manidardır.

Hz. Ali’yle siyaseten yaşadığı ayrışmayı itikadî bir düzlemde açıklamaya girişen Haricîlerin yaptığının bir benzerini ise, kendi pozisyonunu Hz. Ali ve Ehl-i Beyt üzerinden meşrulaştırmaya çalışan ve bu uğurda siyasetin konusu olan ‘imamet’ hususunu itikadın konusu kılacak kadar aşırılık sergileyen Şîa’da görürüz. Hz. Ali’yle ilgili olarak ‘siyaseten’ birbirinin tam zıddı tutumlar sergileyen bu iki eğilim, öte taraftan ‘siyasî’ bir meseleyi ‘itikadî’ bir düzleme taşıma noktasında zihniyet beraberliği içindedir.

Ve bütün bu hengâmda İslâm toplumu içinde siyaseten edindiği konumu hilâfeti saltanata dönüştürmek için bir fırsata dönüştüren, ümmetin hür iradesine dayanmak yerine Ümeyye oğulları soyundan olmayı ulu’l-emr olmak için yeter şart olarak dayatan Emevîler, Kur’ân’ın ve sünnetin ölçüleri ile Hulefâ-yı Râşidîn’in örnekliğine aykırı bu dayatmayı geçerli kılmak için mü’minlere zulmetmekten de geri kalmamışlar; Kerbelâ mezaliminde ve Haccac-ı Zâlim gibi yöneticilerde simgeleşen bu zulümlerine meşruiyet sağlamak için ise kader konusundaki duruşlarını cüz’î iradelerin sorumluluğunu red ve iptal edecek bir noktaya taşımışlardır. Böylece, bir kez daha, siyasî bir ayrışma, kendisine itikadî zeminde meşruiyet üretme çabasına girmiştir.

Emevî duruşuna meşruiyet üreten, kulların işlediği zulümleri hâşâ âlemler Rabbine fatura etmeye kalkışan arızalı bir ‘kader yorumu’ olarak Cebriye’nin bir itiraza konu olması, elbette beklenir, beklenmelidir. Ama bu itirazı Hasan-ı Basrî ve İmam-ı Âzam Ebu Hanife gibi ileride Ehl-i Sünnet olarak tarife kavuşacak mutedil ve müstakim bir çizgide yapanlar kadar, Cebriye’nin cüz’î irade konusundaki tefritine ifratla karşılık verenler de zuhur etmiştir. Cebriye’nin kulu sorumluluktan azade eden arızalı kader ve cüz’î irade yorumuna karşı bir tepki olarak Mu’tezile, kulların işlediği fiillerde ilâhî takdiri neredeyse sıfırlayan ve âdeta kulu ‘fiilinin yaratıcısı’ olarak tanımlayan bir ifratla karşımıza çıkar. Öte yandan, Emevîler siyaseten yaptıklarını Cebriye’nin itikadî açıklamaları üzerinden meşrulaştırmaya çalışırken, onlara siyaseten muhalefeti üzerinden itikaden Mu’tezile’ye meyledenleri görür gözlerimiz. Şîa’nın büyük kısmının itikadî mezhebinin Mu’tezile oluşu, keza Abbasîler döneminde uzunca bir süre Mu’tezile’nin ‘resmî ideoloji’ haline gelmesi, bu açıdan dikkat çekicidir.

Ve böylece, bir kez daha siyasî bir ayrışma, kendisini itikadî bir zemin üzerinden meşrulaştırma gayretine girmiş haldedir.

İlk dönemde yoruma ve detaya girmeden ağırlıklı olarak Ehl-i Hadis’in temsil ettiği Ehl-i Sünnet duruşunun ise, ilerleyen süreç içerisinde bütün bu tecrübe, çatışma, ayrışma ve gerilimleri aşmayı; dinin zaruriyatı ile nazariyatını birbirinden ayırıp, siyaset ile itikadı birbirine dolaştırmadan ve bulaştırmadan, kader ve cüz’î irade konusu başta olmak üzere itikadî meselelere bakmayı mümkün kılan Eş’ârî ve Mâturidî iki ana damar içinde kıvam bulduğunu görürüz. Ehl-i Sünnet’in müstakim ve mutedil duruşu içindeki hepsi çok önemli hususlar içinden ikisinin “Ehl-i kıble tekfir edilmez” ve “Tevil varsa, tekfir yoktur” diye özetleyebileceğimiz iki ölçüdür. Bu ölçüler dahilinde Ehl-i Sünnet yaklaşımı, mensubu olduğu siyasete ‘din dili’ üzerinden meşruiyet üretme çabası içindeki ayrıştırıcı, dışlayıcı, tekfirci bütün itikadî yaklaşımların etkisini bertaraf etmeyi başarmıştır. Siyaseten ihtilaf üzerinden ‘itikaden tekfir’ üretmenin imkânını ortadan kaldırmıştır.

İslâm’ın ilk asırları içinde yaşanan bu tecrübe ve bu süreç, siyaset üzerinden tekfir üretmenin; diğer bir ifadeyle siyasî duruşunu itikada atıfla meşrulaştırma, karşıt siyasî duruşu ise yine itikada atıfla gayrimeşru ilan etme kabilinden tutumların yeniden revaç bulduğu bugünün Müslüman dünyası için de çok şey söylüyor.

Mü’minler arasında kardeşliğin baki kalması için, dahası bizim gibi düşünmeyen mü’mine mü’min olarak bakmaya devam etmemiz için, siyasetin sebebiyet verdiği ayrıştırmalardan ders alıp, ayrışmış parçaları imanda buluşturan Ehl-i Sünnet duruşundan ölçü devşirmemiz şart…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum