Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

İsmim Habib olunca üstün olur muyum? 

Epey zaman önce Rize'de ilahiyatçı ve hizmet insanı Mehmet Toprak kardeşin televizyon programları yaptığı bir dönemde, canlı bir programa katılmıştık. Nereden denk geldi hatırlamıyorum ama ırk ve ırkçılık mevzusu da sorulmuş ve bu konuda kısa bir konuşma yapmıştık. Bu açıklamamız ve konuşmamız birilerinin tepkisini çekmiş ve bu tepkiler Mehmet kardeşe de iletilmişti. Yeri gelince bu konuşmamı ve orada verdiğim bir örneği, hep tekrar etmeye çalışırım.

Geçenlerde sosyal medyada nurları çok iyi okuduğu da anlaşılan bir arkadaş, nurlardan paylaşımlarının hepsinin altına Üstadın bir zaman kullandığı Kürdi soyadını yazınca, aynı misali ona da verdim. Kürdi ya da Nursi ne fark eder? Kürt, Türk ya da Arap olmak bir insanın elinde mi? Yani bize mi soruldu ırk seçimimiz? Yani ızdırârî bir kaderimiz. Bundan dolayı ne aşağılanırız ne de şerefimiz olur. Üstad da bir zaman resmî olarak da kullanıldığı için, Kürdi lâkabını kullanmış ve hakkıdır da bu onun. Bu kullanım onun Kürt olmayı öncelediği veya diğer ırkları beğenmediğini göstermez ki. Türk, Kürt ve Arap kavimleri ile ilgili o kadar güzel beyanları var ki bunları okuduğumuzda, Üstadın hassas olduğu ve ölçü olarak aldığı tek hususun insanın ırkı, bölgesi, kabilesi değil de onun vasıfları, Allah'a yakınlığı, kadîm olarak tarihteki hizmeti olduğunu görüyoruz. Türklerin kıymeti ırk olarak değil, mazide İslam'ın bayraktarlığını yapmaları cihetiyledir. Kürtler de Araplar da öyledir. Bugün başka bir kavim çıksa, iman ve İslam davasına sahip çıkıp bu üç kavmi geçse, şerefli kavim ya da insan onlar olacak. Yani insanı şerefli kılan, onun ırkı, ismi, cismi değildir; sahip olduğu vasıflar ve hizmet ettiği değerlerdir. Fatih Sultan Mehmet'i de Peygamber övgüsüne mazhar eden onun cihangirliği değil, İstanbul'u İslam'a açmasıdır.

Biri "Ben senden üstünüm, çünkü adım Mehmet'tir." diyebilir mi? Diyemez. Çünkü isim tanışmaya, dünya ve ahirette itibarî bir belirlemeye yarayan bir husustur. Sadece tanışmamızı kolaylaştırır. Yoksa isim, tek başına bize bir itibar katmaz. Aynen öyle de insanlar, cemiyetler ırk ve kavim adları ile birbiriyle tanışır ya da ticaret yapması, irtibat kurması kolay olur. Ayrıca müspet bir rekabete, ilerlemeye de teşvik eder insanları. Yoksa bir ırk adını almak, diğer ırkları küçük görmeye ya da onlara düşmanlık etmeye vesile olamaz. Asr-ı Saadet'te Selman-ı Farisî, Bilal-ı Habeşî gibi ırkları ya da kabileleri ile anılan sahabelerin varlığı bunun bir delil olduğu gibi, Hucûrat Suresinin 13. Âyeti ile, çeşitli hadîslerin beyanları da ırkın, sadece "tanışma, kaynaşma, münasebetleri bilme ve belirleme" açılarından bir kıymetinin olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde ırkın, menfi şekilde işletilmesi ve ırkçılığa dönüştürülmesi, birçok karışıklık ve harplerin vesilesi yapılması kaçınılmaz olur. Oldu da zaten.

Bunun böyle olduğunu 26. Mektuptaki izahlardan da açıkça görüyoruz. Üstad, ırk ayrımı yapmadan, ehl-i Kur'an olarak tavsif ettiği bu vatan evlatlarını Kur'an'a olan bayraktarlık yapma, hücumları defetme, milliyetlerini İslam'a ve Kur'an'a kal'a yapma ve Kur'an'ı ilân etmek gibi hizmetlerini sayarak takdir edip, Maide Suresinin 54. Âyetindeki "Allah öyle bir topluluk getirecek ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever..." müjdesine mazhar olduklarını ifade ettikten sonra, devamında çok mühim bir ikazda da bulunuyor. "Şimdi Avrupa'nın ve ırkçı münafıkların desiselerine uyarsanız, âyetin evvelinde hitaba uygun hale gelirsiniz." Peki, nedir bu ayetin evvelindeki hitap? Yani yukarıda mealinin birkısmını verdiğimiz Maide Suresinin 54. Âyetinin baş tarafı nasıl? "Ey iman edenler, kim dininden dönerse, bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecek ki..." Demek ki neymiş? Biz dinimize hizmet edersek şerefliyiz ve Rabbimizin haber verdiği kavim oluyoruz. Yani şeref, kıymet ve değer kavimde, kabilede değil. Kavmin hizmet ettiği değerde. Bu hizmetini bitirdiğin zaman, zelil ve rezilsin. Irk olarak hiçbir üstünlüğün yok.

Fakat Türkler ve onlarla et-kemik olmuş Kürtler, mazide öyle bir hizmet etmişler ki İslamiyetle et-kemik olmuşlar. Bu müjdeye layık olmuşlar. Fakat devam etmeyip hizmet ettikleri dinden dönerlerse, bu övgü de biter. İngiltere'de uzun süre kalmış bir kardeş anlatmıştı. Bulunduğu bölgede İngilizler, tüm Müslümanlara ırk ayrımı yapmadan "Türk" diyorlarmış. Bu ne demektir? Irkımız (Türk ve Kürt) ve dinimiz ayrılamaz bir birliktelik oluşturmuş. Onun için üstad, çok yerlerde Kürt, Türk ayrımı yapmadan: "Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyettir." "Ben milliyetimizi yalnız İslamiyet biliyorum."  "Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslamiyet aklı Kur'an ve imandır." ifadelerini kullanıyor. 

Şimdi bunları ifade eden üstad, eski dönem eserlerinde zamanına göre gayet normal olarak kullandığı bazı "Kürdistan" tabirlerini sonradan kendi el yazısı ile "Vilayet-i Şarkiye" olarak değiştiriyor. İmzasını da "Kürdi" olarak değil "Nursi" olarak yazıyor ve yazdırıyor. Bütün hayatını İslam'ın îlâsı, devamı ve bekası için sarf eden bir zâtın, ırk diye Kürt ya da Türk diye bir davası olabilir mi? Bütün eserlerini Said Nursi imzası ile ilan eden bir zâtın, soy sop diye bir davası olabilir mi? O en büyük davayı cehennemden kurtulmak yani ahireti kazanmak davası olarak görmüştür. Başka şeylere irtibatlandıranlar, marâzî bir ruha sahip müptezellerdir.

Üstad, İkinci Meşrutiyetin ilânı yıllarında, "Medreset-ü Zehra" projesi teklifinde de Doğunun güzide üç vilayetinde açılmasını teklif ettiği medrese için, ilim dili olarak Arapçayı vacip; bir imparatorluk dili olarak Türkçeyi lazım; bir mahallî konuşma dili olarak da Kürtçeyi caiz olarak kullanmasını teklif etmiştir. Bu devlet de bundan tam yüz sene sonra, rüyasını Kürtçe olarak gören insanların kendi mahallî dillerini konuşmaktan men eden anlamsız ve yıkıcı yasakları kaldırmış ve şahane serbest bıraktıktan sonra da kendi resmî yayınında bu dille yayın yapan kanal bile açmıştır.

Şimdi Kürtçenin yasaklandığı zulüm döneminde, bu yasak ve baskı sadece Kürtlere ya da Kürtçeye mi uygulanmış? Elbette ki hayır. Dinî değerler de baskılanmış, şeair-i İslamiye yasaklanmış, hapis, yıldırma hatta idam cezaları ile emsalsiz işkencelerin yanında, Türkçe de bu zulümden hissesine almıştır. Ben kırk yıl okullarda ve emsali yerlerde İstiklal Marşı'ndaki "şüheda" kelimesinin anlamını sormuş, durmuşumdur. Bin kişiden beş kişi bilebilmiştir. Bu neyi gösterir? Senin asıl mâneviyatını, tarih ve mazini temsil eden, nesillerin arasını bulan lisanın mahvolmuş. Asıl buna ağlamam gerekmez mi? 

Daha da yıkıcısı bir zamanlar 'cami' kelimesini 'anak', 'duayı' 'istenç','marşı' 'düttürü', 'lokantayı 'otlangaç', 'hayali' 'görüt', 'kelimeyi' 'tilcik' 'kalemi' 'yazgaç' kelimeleri ile değiştirme teşebbüsünde bile bulunacak kadar ileri gitmişlerdir. Yani tahrip tek yönlü ve bir iki değil ki kardeşim. Kur'an'ı, İslam'ı, maneviyatı hatıra getiren ya da bunlara vasıtalık yapacak her şeyi, planlı ve programlı şekilde hedefe yerleştirmişler. Bizim hassas olacağımız hususların başında, ruhumuz olan ve bu vatan evlatlarını ayakta tutan değerler olmalıdır. Bu değerler de ırkı önceleyen ve bunu bir kan davasına dönüştüren araçlarla ayakta kalamaz ki. Zaten bunu bir kan davasına çevirenlerin dil ya da mâneviyat diye davalarının olmadığını, dildeki bütün gelişmelere rağmen yaptıkları anlamsız şeylerden anlıyoruz.

Evet dostlar, ırk vardır ve inkar edilemez. Rabbimiz de zaten sizi ırk ırk yarattım, diyor. Ama bunu vuruşma, çatışma vasıtası değil; buluşma ve tanışma vasıtası yapın da diyor. Birileri bunu çatışmaya vesile yaptı diye biz bu kötüyü mü emsal alacağız?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum