Mehmet Ali KAYA

Mehmet Ali KAYA

İslam şeriatı ve modern hukuk sistemi

İslam Şeriatı “Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas” denen aslî deliller ile beraber “Sahabe Kavli, Örf, Maslahat, Zerayi, İstihsan, İstishab” gibi ferî delillere dayanır. Bunlarına yanında kadıların verdikleri mahkeme kararları, yani içtihatları ve müftülerin fetvaları da şeriatın ferî delillerini teşkil ederler. “Kitap ve Sünnet” vahye istinat eder; bu iki temel delil dışındaki bütün aslî ve ferî deliller akla dayanır. Dolayısıyla şeriat sadece vahyin değil, vahiyde olmayan bütün meselelerde akla dayanır ve aklın eseridir. Bundan dolayı “Şeriat-ı İslamiye” kıyamete kadar dinamiktir ve bütün insanların bütün ihtiyaçlarına kâfidir. İlâhî vahiy ferman-ı ilâhî olarak “Anayasa” ve “Kanun” olarak tamamlamıştır.

Yüce Allah'ın “Bu gün dininizi tamamladım ve sizin için din olarak İslamı seçtim” (Mâide, 5:3) buyurması Kanun ve Anayasa şeklinde olan ferman içindir. Yoksa uygulamaya yönelik kaide ve kurallar için değildir. Anayasalar esasları belirler. Uygulamalar ise Anayasa”nın emirlerini uygulamaya yönelik olarak çıkarılan yasalar, yönetmenliklerle sağlandığı hukukî bir gerçektir. Yasaları ise istişâri kurullar yapar. Aynı şekilde peygamberin (sav) sünneti yasaları, ulemanın içtihatları ise yönetmenlikleri oluşturur. Bunlara şeriatın ve dinin fer’î delilleri denir. Bu ise akıl ve ilimle yapılır ve ihtisas sahibi olan ilim adamları kendi ihtisas alanına giren hususlarda ilimlerini ve akıllarını konuşturarak bunu yaparlar ve şeriata katkı sağlarlar.

İslam’ın amele yönelik esaslarını kapsayan şeriat hükümlerini klasik fıkıh kaynakları üç ana bölümde ele alırlar. Bunlar, ibadetler, nikâh, alışveriş, miras gibi muâmelat ve suçlar, cezalarla ilgili hükümlerdir. Namaz, oruç, zekât, hac, kurban ve cihat gibi ibadetlerle ilgili, evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras ve alışveriş gibi muamelata, işlenen suçlara yönelik kısas, recm, celde, hapis ve diyet gibi cezalara ait uygulamaya dönük meselelerdir ki aslî delil olan “Kitap” sadece bunların yapılmasını emreder. Sünnet uygulamasını gösterir. Zamana, şartlara ve kişilerin özel durumlarına göre uygulamadaki aksaklıklar ise içtihatlar, kıyas, icmâ, maslahat, zerayi, istishan ve ıstıshab gibi fer’î delillerle ulemanın içtihatları ve akıl ile belirlenir. Bu durum kıyamete kadar böyle devam eder.

Bütün bu açıklamalardan İslam şeriatının ve dini hükümlerin çoğunun Kitap ve Sünnette olmayan fer’î delillerden kaynaklandığını ve aklın ürünü olduğunu pekâlâ anlayabiliriz. İnsanların kabul ettikleri örflerin dahi şeriatte delil olarak kabul edildiği hesaba katılırsa Kitap ve Sünnette bulunmayan hususlarda insanların maslahat gereği yapmış oldukları kanunlar şer’î sayılabilir. Bu durumda “Trafik Kanunu” “Sosyal Yardımlaşama ve Dayanışma Kanunu” “Eğitim Kanunu” “Seçim Kanunu” “Mahalli İdareler Kanunu” gibi kanunlar dinin hükümlerine aykırı olmadığı sürece şeriattır. Çünkü Bediüzzaman’ın da ifadesi ile “şeriat insanlardan sudur eden ef’âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsası veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır.” (İşaratu’l-İ’câz, 238)

Allah'ın dini birdir. Hz. Âdem’e (as) nazil olan din ile son peygamber Hz. Muhammed’e (as) nazil olan dinin iman, ibadet ve ahlak prensipleri aynıdır. Ancak muamelât dediğimiz emir ve yasaklarda ilcaat-ı zamana göre değişiklikler olmuştur. İman esasları asla değişmemiştir. Allah'ın birliğine, peygamberlere, meleklere, kitaplara, ahret gününe ve kadere iman vardır. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban gibi ibadetler vardır. Ancak uygulamada farklılıklar olmuştur. Doğruluk, emanet, fetanet, ismet, hayâ ve iffet gibi temel ahlâkî kurallar ile katl, zina, sirkat, faiz ve haksız kazanç gibi yasaklar bütün hak dinlerde ortak prensipler olarak birdir.

Hz. Musa’dan (as) itibaren “Şeriat” bir “Hukuk Sistemi” olarak günümüze kadar gelişerek gelmiştir. Esaslarını ilâhî iradenin belirlediği bu sistem uygulamada bireysel ve yöresel şartlara göre insan aklının da katkısı ile gelişerek devam etmiştir. Bütün hukuk sistemleri muamelatta “Hak ve Adaleti” hukukta ise “İnsan Hakları” ve “Hukukun Üstünlüğü”nü sağlamak için çalışmışlardır. Günümüzün Modern Hukuku ile İslam Hukuku ve Şeriatı hukukî yasaklarda müttefiktir. Cezalarda ihtilaf ederler. Yani adam öldürmek, hırsızlık, tecavüz, haksız kazanç, iftira yasaktır. Ancak İslam hukuku Hz. Musa’dan (as) günümüze ceza olarak “kısas”ı kabul ederken, modern hukuk kısası kabul etmemekte ve suçluya merhamet etmekte ve suçluyu korumaktadır. Diğer cezalarda da böyledir. Durum böyle olunca suçu engelleyememekte ve adaleti sağlayamamaktadır.

Adaletin sağlanması için cezada üç unsurun bulunmalıdır. Cezanın adil olması, caydırıcı olması ve mağdurları tatmin edici olması gerekir. İslam hukukunda bu üç unsur bulunmaktadır. Modern hukuk suçluyu koruduğu için cezalar adil, caydırıcı olmamakta ve mağduru da tatmin etmediği için intikam ateşini söndürmemekte bilakis körüklemektedir.
Sonuç olarak İslam hukuk adaleti tam olarak sağlarken beşeri hukuk adaleti sağlamakta İslam hukukuna, yani ilâhî hukuka göre çok geri kalmaktadır.

Bütün bunlarla beraber 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannanesi” ile Peygamberimizin “Veda Hutbesi” arasında paralellik ve benzerlik vardır. Peygamberimize vahy ile bildirilen ve insanlığa tebliğ edilen hakların 1400 sene sonra insan aklının ürünü olan hukuk sisteminin kabul etmesi akıl ile naklin, vahy ile beşeri hukukun, şeriat ile yasaların “Adalet” noktasında birleştiğini göstermektedir. Bu durum da göstermektedir ki beşeri akıl ve bundan kaynaklanan hukuk “İslam hukukunun” hakkaniyetini ve adil olduğunu ancak 1400 sene sonra anlayabilmiş ve İslam hukukuna yaklaşmıştır. 30 ana maddeden oluşan bu beyannamenin hiçbir maddesi ne Kur’anın bir ayeti ile ve ne de peygamberimizin (sav) bir hadisi ile çelişmemektedir. Hiçbir Müslüman “Bu aklın ürünüdür. Şu maddesi şeriata aykırıdır. Ben bunu kabul edemem” diyemez.  

“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” bunun delilidir. Türkiye Cumhuriyeti 6 Nisan 1949 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile kabul etmiş ve 27 Mayıs 1949 tarihli 7217 sayılı “Resmi Gazete”de yayınlayarak bu beyannameye uyulacağını kabul etmiştir. Bu beyannamenin kabul edilmesi ile Türkiye “Demokrasiye” geçmiştir. Demokrasi, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamenin” siyasi hayata uygulanmasıdır. Hal böyle olunca hangi imanlı ve vicdanlı insan demokrasi şeriata aykırıdır, ben bunu kabul edemem” diyebilir. Ancak şunu deme hakkı vardır. “Demokrasi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi İslam Hukukunun gerisindedir ve İslam Hukuku 1400 sene önce de günümüzde de, gelecekte de demokrasinin ilerisindedir. Ancak uygulamada Müslümanların cehaleti, fakirliği, istibdad hevesi ve bunlardan kaynaklanan bencilliği uygulamada demokrasinin bile gerisindedir.”

Demokrasiyi uygulamak gerçekten zordur. Hukuk devletini oluşturmak da… Hukukun üstünlüğünü sağlamak da çok zordur. Bunun nedeni bencilliktir, cehalettir ve menfaat kaygısıdır. Demokrasi ve hukuk sistemi uygar ve gelişmiş toplumların sistemidir. Ancak peygamber terbiyesi almış seçkin bir toplum olan sahabe döneminde “Asr-ı Saadette” hukukun üstünlüğünü esas alan “Adalet ve Hakkaniyete” tam olarak uyulabilmiştir. Seçkin sahabe topluluğu ve onların oluşturduğu “Züht ve Takva” ortamı ortadan kalkınca “Hak ve Adalet” de, buna dayanan “Şeriat” de uygulanamamıştır. Nitekim Hz. Ali (ra) Hz. Osman’ın katillerini bulup kısas yapamamıştır. Çünkü toplum bozulmuş ve suçluları şu veya bu sebeplerle korumuşlardır. Toplum adaleti istemediği ve adalete yardımcı olmadığı zaman adaletle hükmetmek mümkün olmaz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum