Îman ve ateşin düştüğü yer

Bediüzzaman: “karşımda müthiş bir yangın var, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor” derken ve “bu yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum” diye heyecanla anlatırken “biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış” diye başına gelenleri küçümseyerek “bu büyük yangın karşısında bu basit hâdise” dediği engellemeleri “bir kıymet ifade eder mi?” sorusuyla karşılıyor ve “dar düşünceler... dar görüşler...” olarak bütün bu anlayışları siliyor.

“Türk ve İslam cemiyetinin îmanı uğruna” kendi dahil “yüzlerce Said feda olsun”a hazır bir ruhla karşı karşıyayız.

Böyle birinden bir ırkı, kavmi ya da halkı görünür kılmak için mücadele etmesi beklenebilir mi?

‘Bediüzzaman mefkûresi’nin ilk eseri sayılabilecek Münazarat’ta, başta Kürtlere, özgürlük, medeniyet ve demokrasi dersi veren Molla Said ile son dersinde talebelerine müsbet hareketin mâhiyetini ders veren Üstad Said Nursi, tarihçe-i hayatının giriş ve sonuç cümleleri aynı sözlerle kurulmuş olduğunu bize gösteriyor.

Hiç bir şeyi mutlaklaştırmayan, hatta milliyetimiz dediği ‘İslâm milliyeti’ni dahi bir ideolojiye dönüştürmekten meneden bir kişiliği, bir ırk ya da kavim sorunu içinde taraf olarak ele almak, ‘dar görüş ve dar düşüncelerden’ başka bir şey değildir.

Bediüzzaman, eğer Kürt siyaseti gütmüş olsaydı, kendisine teklif edilen Doğu umumi vaizliği, milletvekilliği gibi teklifleri kabul eder (ki bu teklif zamanın hükümeti açısından çok akıllıcadır); buradan bir siyaset üreterek Kürtlerin haklarını elde etme yoluna gidebilirdi.

Yıllarca memleket hapishânelerinde sürülmezdi.

Hatta kendisini Hicaz'a götürmeyi teklif edenlere: “Orada olsaydım Türkiye’ye gelmem gerekirdi” demesi çözümü bu topraklarda aradığını göstermez mi?

Netice olarak, bu tür siyasetlerden Allah'a sığınan birinden bir ‘Kürt özgürlük savaşçısı’ çıkarmak imkânsızdır.

Türkler ve Türklerle Kürtlerin birliktelikleri ile ilgili söyledikleri zamanın gereği söylenmiş, geçici laflar değildir; Bediüzzaman konjonktür adamı değildir. Hiç bir devirde, hiç bir güce karşı esnememiştir; idâre-i maslahatçı olmamış; doğrudan, kestirme ve net, hakikatten başka bir şey söylememiştir. Yani, O ne dediyse O’dur.
İşte bu sebeplerle her devrin ırkçılık militanları Said Nursi'yi düşman bellemişlerdir.

Îman yangınını çıkaran Türk ve Kürt dinsizleri, aynı şeytanın çocuklarıdır.

Onların ‘özgürlük’ dedikleri -haşa- Allah'tan özgürlüktür.
Nefsin, benliğin iktidarıdır. Her hükümete karşı olmaktır.
Bunlar, hep birlikte 'tanrı öldü' diyen her ırkın anarşistleridir.

Bu durumda, Üstad'ın Medresetüzzehra projesi bu ateşin ilacıdır:

Yeni İslâm medeniyetinin merkezi Kürdistan olmalıdır; tüm dünya buradan ışıklanmalı, her ırktan, mezhepten inananlar buraya ilim ve irfan almak için koşmalıdır.

Bunun için, öncelikle bu toprakları pislikten temizlemek, devlete itaati, insafı, muhabbeti kurmak bu toprakların dindar Türk ve Kürtlerine düşüyor.

Korkaklık îmansızlığın teridir, cesaret müminin kimliğidir.

Mehdi bekleyip, kurtulacağını düşünen herkes ellerine bir kırmızı kitap alıp bizzat kendini bir Mehdi olarak düşünebilir.

Ekilen dinsizlik tohumlarının anarşistlik meyvelerini görüyoruz, şimdi beklenen Bediüzzaman'ın ektiği îman tohumlarını çatlatacak, ayağındaki acıyı unutup imanını kurtaran Üstad'larına layık Türk ve Kürt gençlerini sadece devlet dairelerinde değil toplumunun bütün damarlarında görebilmektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum