İlmin mertebeleri

İlmin 7 mertebesi bulunuyor. Bu mertebelerin hükümleri ayrı ayrı olduğu gibi, insana kazandırdığı ruh halleri de ayrı ayrıdır. Ruh halleri, ilmi sindirme seviyesine göre insanın duygu dünyasında meydana gelen canlanmalara dayanmaktadır. Bu ilmî mertebelerin tespiti İbn-i Sina’ya ait olmakla beraber Üstad Bediüzzaman Said Nursi bu mertebelerin kişinin dünyasındaki sindirim aşamalarında hangi duygular yaşanıldığı tespitini yapar. Bu şekilde fikrî hiyerarşiyi hissî hiyerarşi ile de genişleterek İbn-i Sina’nın epistemolojik tespiti üzerinde bir tecdid ve bir tekmil yapmıştır, diyebiliriz.

Bediüzzaman’ın bu fikir ve his boyutuyla olayı çerçevelemesi insanın bilgi yolculuğunun haritasını şuur-altı ve şuur-üstü boyutları ile tam olarak çizmektedir. Bediüzzaman’ın bu tespit ve tekmili, “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir”[1] şeklindeki Hz. Ali’nin sözünü bilimsellik için temel kabul edip okuduğu kitaplardan ve kâinat kitabından elde ettiği bilgileri fıtrata ters mahiyetteki işlediği günahlar yüzünden sindiremeyen Kemalist algının hakikat ve haktan uzaklığını göstermesi açısından da çok kıymetlidir. Bu noktada ilmin sindirilmesinde, takva şeklinde günahlardan uzak durmanın hayatî fonksiyonu ve sâlih amel olan ihlaslı ibadetlerin sindirtici mahiyeti de kendini mükemmel şekilde göstermektedir. Hakiki bir mürşid-i âlim olmasıyla, takvayı kemal mertebede ve sâlih amelleri a’zam derecede Bediüzzaman’ın hayat aynasında görebiliyoruz.

İbn-i Sina’nın tespit ettiği üzere ilmin 7 mertebesi şunlardır: Tahayyül (Hayal etme), Tasavvur (Zihninde Canlandırma), Taakkul (Aklen muhakeme etme), Tasdik (Hakikati Zihnen Bulma ve Doğrulama), İz'an (Kalbin ve Kalbî Duyguların Hakikati Kabul etmesi) İltizam (Ruhun ve Ruhânî duyguların hakikati kabullenmesi, hakikatsiz bir varlık olamayacağını algılama), İtikad (sırrın hakikati kabullenmesi ve net olarak görmesi).

Mantık ilmine göre ilim, tasdik; tasavvur ise marifettir. Fen bilimlerine verilen “maarif” ismi bilimsel bilginin epistemolojik seviyesini belirtmesi açısından önem arz etmektedir. Aklî tasdik, zihinde kaldığı ve dış dünyada bir kanun mahiyetinde temessülleri görünmediği için kişinin benliğiyle bütünleşemez. Bu açıdan tasdik seviyesi bir ilim kişinin gerçek malı olamaz. Bu noktada ilmin insana mal olan seviyesi, iz’an seviyesi ile başlar. İz'an, imandır. İz’an, akl-i kalbî[2] ile hakkı tasdik etmedir. Oysa tasdik, hakikati doğrulama, “hakikatin sureti” ni kendi zihin dünyasında sabitleme ameliyesidir. İz’an ise, duygu dünyasında bir sabitleme aşamasıdır. Daha ileri bir seviye olan iltizam ise, zeka-yı ruhâni ile hakka taraftarlık, teslimiyet ve islamdır. İlmin en ileri seviyesi olan itikad ise, meseleye dair “akd”i tesis etmedir. Ki mantık ilminde akd, insan şuur ve benliği ile kâinat arasında bozulmayacak bir mukaveleyi imzalamaktır. His bazında ise kâinat ile insan fıtratı arasında kopmayacak bir canlılık düğümünü atmadır. Bu manada itikad seviyesi, sürekli hakkı görmek ve ihsandır.

İtikad seviyesi bir ilimden, salabet çıkar. Salabet hissi, hakikatle kemikleşmiş bir ruhaniyeti ve muhatabın iç dünyasını ihya edecek ruhlu kelimeleri insana hediye eder.

Taassub hissi, iltizamdan doğar. Yani hak ve hakikat insanın asabını, sinirlerini, damarlarını, duygularını kudsiyet ve nuruyla şekillendirir. Bu manada taassub, ilimle bütünleşmedir. Bu, hakiki taassub olup bütün insanlarda hakka ve hakikate taraftarlığın en yüksek seviyesidir. Bu taassub körü körüne bir bağnazlık değil, bile bile ve göre göre hakka ve hakikate taraftarlıktır. Bütün benliğiyle mücessem bir göz olup hakka odaklanmak ve taraftar olmaktır.

İmtisal hissi, iz'andan çıkar. İmtisal, Hakikatin bir misalini kendi hayat aynasında göstermek ve bunu karakter haline getirmektir. Yani Kur'anın ısrarla vurguladığı üzere bildirdiği üzere ilim (bilgi), iman ve iz'an haline gelince kişi ilmiyle amel edebiliyor, ilme göre hareket edebiliyor. İz'an haline gelmeyen ilim amel ettirmiyor. Sigara içmekten dolayı kanser olan bir dahiliye doktorunun acı manzarasında gördüğümüz üzere…

Tasdikten ise, iltizam hissi doğar. Yani akıl, delillerle hakikati bildiği zaman bütün duygularıyla ve hayret hissi ile hakikate taraftarlık gösterir. Bu his, sıddîkıyetin alt yapısıdır. Eğer kişinin hakikat ve beka derdi yoksa, kendine ve kâinata karşı dürüst değilse bu durumda kişide kibir hissi devreye girer. Kişinin mükâbere yaparak hakikati bile bile reddetmesi ve enâniyeti de bu safhada kendini gösterir.

Taakkulde, insan bîtaraftır yani tarafsızlık hissi içinde ve tereddüttedir. Çünkü daha hak ve hakikat belirsizdir, görünmemiştir. Hakkı görmek manasında olan şuhud kelimesinin Akadça kökü olan SHD lafzı, Akadça’da gerçeğe taraftarlık manasında olmasıyla bu meseleyi teyid eder.

Tasavvur safhasında, insan bîbehre bir his dünyası taşır. Yani duygular şaşkındır, ilimden hiçbir zevk elde edemez. Çünkü taakkul mihengine vurulunca birçok tasavvur zihinden ebediyen silinirler.

Tahayyül seviyesinde ise, safsata hissi hâsıl olur. Zihindeki düşüncelerin değişkenliği duygusal saçmalıklara sebep olur.

İlimde kemal seviye bu 7 mertebe fikir ve his dünyasını mezcetmek, muhatabını ilmin 7 mertebesinde yol aldırarak kemale erdirebilmektir. Evet bir ilim adamının yolcuğu rüşde ermekle kemal seviyesine ulaşmak, irşad ile başkalarına ilimde ikmal ve tekmil yolculuğu yaptırabilmektedir. Burada da sır, muhatabın zihnini yaralamadan hakikati ders verebilmekte düğümlenir. Bazı muallimlik yönünde cahil ilim sahipleri batıldan nefret ettireceğim derken öyle bir tasvir yaparlar ki, muhatabın zihni yaralanır. Muhatabını ruhen hasta eder. Bu konuda muhatabı değil o bizzat mes'uldür. Muhatabını bıçaklamak gibi bir suçu işlediği için, onu iyileştirmek de hakikatte onun boynunun borcudur. Fakat bazen öyle bir yara açar ki, ne kendi iyileştirebilir ne de başkası... “Ya hayır söyle ya da sus”[3] hadisinin ehemmiyeti bu noktada muazzam olarak kendini gösterir.

İlim, 7 mertebe safhalardan geçerek hazmedilir. Hazım süreci sembolik olarak şöyle gerçekleşir: İlim, hakikat ormanından kesilen odunlar gibidir. İlk anda zihin malumat odunlarının biriktiği bir odunluktur. Zihin, tahkik ile bu odunları kırar. Zeka baltası, akıl nacağı bilgi odunlarını ufalar. Tedkik ise bilgileri, saman haline getirecek derecede öğütür. Bu seviyede kişinin zihni, Carl Jung’un meşhur rüyasında olduğu üzere, bir samanlık haline gelir. İnsanın duyguları bir inek, manda, koyun ve keçi olarak feyiz ve nur verici faaliyetler olan cihad, zikir, aşk, ibadet, takva, hizmet gibi faaliyetlerle o samanları yer ve sindirir. Bu sindirim faaliyeti neticesinde mâlûmât samanları, manevi halis bir ilim sütü haline gelirler. Böyle bir ehl-i hazım sindirilmiş ilmini, yavrusu hükmündeki talebelerine ihlaslı ve hasbi bir surette içirir.

İlim, akıldan kalbe indirilmezse insanın duyguları terbiyesiz, dengesiz kalır. Nefsi ise şımarıklığıyla, aklını yoldan çıkarır. O âlim kişi nefsinin desisesiyle büyük günahları bile severek işleyebilir. Bu durumda akılda kalan o bilgiler, bir kusmuk haline dönüşürler. Buna mukabil kalbe ve ruha inen bir ilim, kişiyi rüşde erdirir. Şefkat ve tefekkür ile insanları ihlasla irşad eden kişi, manevi bir koyun gibi olur. Kuzuları hükmündeki talebelerine Hz. İsa makamının feyziyle şefkatle hakkı ve hakikati ders verir. Fakat ilmi sindiremeyen bir kişi, kuş gibi olur. Kuşlar kursaklarından aşağıya geçmeyen, tükrüğe bulaşmış yemi yavrusuna yedirdiği gibi, böyle âlimler de talebelerine kusmuklarını yedirirler. Kendi ruh ve kalb hastalıklarını onlara aktarırlar. Bu noktada Hariciler hakkındaki “Kur’anı çok okuyacaklar. Fakat gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek”[4] hadisi, Haricîlerin çok okumalarına rağmen Kur’anı sindiremediklerine işaret eden bir ihbar-ı gaybîdir.

Kur'an-ı Hakîm ilim ve ihlası birleştirerek sindiren âlimleri iki sınıf olarak sayar:

a) Rabbânîler… Kur'an bunların maddi menfaat derdini aştıklarını, dilleriyle mücahede ettiklerini ifade eder. Al-i İmran, 79 ve diğerleri Rabbaniyeti, ilmi hasbi olarak almak ve ihlasla ders vermek olarak insanlığa bir hedef gösterir.

b) Ribbiyyûn... Al-i İmran 146. ayet. Bunlar hem dille mücahede, hem yeri gelince kılıçla mukatele yapan hakiki mürşid-i âlimdirler. Moğollarla cenkte şehit düşen Necmeddin-i Kübra Hz.leri ve Ruslara karşı savaşta esir düşen Üstad Bediüzzaman gibi... (Sözler, Lemeat, Merâtib-i İlim Bahsi)

(Devam edecek)

[1] bk. Abdülvahid el-Amidi (v. H. 550), Ğurerü’l-hikem ve dürerü’l-kilem, 1992, Beyrut, s. 49-50.

[2] Bu akla, ehl-i tasavvuf “akl-ı uhrevi” veya “akl-ı mead”; günümüz bilim dünyası “duygusal zeka” adını veriyor.

[3] Buhari, Kitabu'l-Edeb, 10/373.

[4] Camiussağir – 4766.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum