İhtiyaçlar, alışkanlıklar ve memnuniyet

Hayat, ihtiyaçlar ülkesidir. En basit bir canlının canlılığını muhafaza için solumaya, yemeye, içmeye sürekli ihtiyacı olduğu gibi, vücudunda üretilen posa ve saire fazlalıkların bedeninden atılmasına da muhtaçtır. Kişisel bekası açısından her canlı, bu manada bir sindirim ve boşaltım sistemine zaruri olarak ihtiyaç duyar. Dolayısıyla bu sistemleri işletecek dış dünyaya ve çevreye de ihtiyaç içindedir. Canlılık, başlangıcından bitişine kadar sürekli bu ihtiyaçlar içinde bulunduğundan o, ihtiyaç duyduğu şeylerin de bekasına muhtaçtır. Bu manayı mantık âlimleri “İzâ sebete’ş-şey’ü sebete bilevâzımihi[1] (Bir şey sâbit bir şekilde var oldu mu, onun için lüzumlu şeyler de onunla beraber sâbit bir şekilde var olur) kaidesiyle ifade ederler. Balık ve deniz, kuş ve gökyüzü, araba ve yollar arasında bu ilişkiyi görebiliriz. Canlılık, insan hayatı gibi en kompleks seviyeye çıktığında ihtiyaçları çeşitlilik, çap ve şiddet itibariyle küllileşir. Bütün madde ve mana âlemlerini, bütün zamanları ve mekânları içine alabilecek seviyeye yükselir. Farkında olmasa dahi…

Bu noktada insan ihtiyaçları, “zaruri ihtiyaçlar” ve “lüks ihtiyaçlar” olarak ayrışırlar. Zaruri ihtiyaçlar, kişisel canlılığı devam ettirme ve koruma açısından olmazsa olmaz konumda olan ihtiyaçları ifade ederler. Bunların eksikliğinde hayat devam edemez veya tehlikeli derecede zarar görür. Gıda ve savunma gibi… Lüks ihtiyaçlar ise, hayatı süsleyen, güzelleştiren, daha lezzetli ve rahat kılan ihtiyaçlardır. Teknoloji ve konfor gibi… Lüks arttıkça hayat bir ihtişam, parıltı ve göz kamaştırıcı bir hal kazanır. Lüks kelimesinin Latince’de “ışık” manasında olması lüksün verdiği şaşaa meselesini teyid eder.[2]

İhtiyaçlar, sürekli yenilenmeleri noktasından İktisad Bilimi açısından, “sonsuzluk” kazanırlar. Yenilenen aynı ihtiyaçların canlı bünyeye verdikleri farklı keyfiyette lezzet ve zevkler, o ihtiyacı o canlı açısından bir “aşk” ve “bâki unsur” kılar. Tekrarlanan ihtiyaçlar, canlılığı ayakta tuttuğu, kuvvetlendirdiği ve geliştirdiği oranda da kendilerini “zaruri” kılar. Yeme faaliyeti, bir canlının şahsî bekası içindir. Üreme faaliyeti ise, bir canlının kişisel bekası noktasında önemli olmasa da, türünün bekası noktasında zaruridir. Her bir tür, ekoloji dünyasında bir halkayı ifade ettiği, bir halkanın eksik olması diğer halkaların bekasını da etkilediğinden dolayı bir türün bekası, ekoloji dünyanın da bekası manasındadır. Bu açıdan bir türün çoğalması, bütün canlılık dünyası açısından da zaruri bir ihtiyaçtır.

Evet canlılar dünyasında, her bir tür ve bireyleri cisim olarak bir birlerinden ayrı gözükseler de, türünün diğer bireyleri ve diğer bütün türlerle, ihtiyaç ipleriyle bir dama ve sinir ağı gibi çok sıkı şekilde bağlanmıştır. Bu manada ekolojik dünya, Said Nursi’nin tabiriyle canlı bir “haliçe”dir.[3]

Alışkanlıklar ve İhtiyaçlar

Canlılıkta en temel ihtiyaçlar, savunma ve beslemedir. Savunma, canlılığın varlığını teminat altına alır. Beslenme ise onun gelişmesi, kemale ermesi ve meyve vermesini garanti eder. Makro-ekonomik düzeyde biz bunu Savunma Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı şeklinde görüyoruz.

Hayatını muhafaza ve huzur içinde bir yaşam için her canlıda bir güven arayışı mevcuddur. Gerek yaşam sahası gerekse beslenme açısından… Bu noktada canlılar dünyasında eskilerin “ülfet” dedikleri “alışkanlık” özelliği belirir. Aynı yerde ve aynı ekolojik bölge içinde yaşamak, herhangi bir canlı açısından güven vericidir. Bu özel ortamda aynı tarz şeylerle beslenmek de canlı açısından emniyet içinde bir beslenmeye sebeptir. Besin zehirlenmeleri insan açısından tehlikeli olduğu kadar diğer canlılar açısından hayatî risk içerir. Bu manada korkak ve tembel yapılı canlılarda, alışkanlık hakikati canlının besin kaynağını daraltır hatta tek bir çeşide kadar indirmekle kendini gösterir. Koalaların yalnızca okaliptüs yemelerinde bunu görebiliyoruz. Canlının cesaret, fıtrat, çeviklik ve sosyal yönünün zenginliğine göre gıda yelpazesi genişler. Maymunların hindistan cevizi, meyve, kuru yemiş v.s. şeylerle beslenmeleri gibi…

Alışkanlık hakikati şuurlu insan hayatında da hükmünü icra eder. İnsanların yerleşim ve çalışma sahalarını alışkanlıkları belirlediği gibi tükettikleri veya istifade ettikleri şeyleri de alışkanlıkları belirliyor. Bu durumları doğduğu ve büyüdüğü memleketten ayrılmak istemeyen veyahut emeklilik ve yaşlılığında memleketine geri dönen insanlarda görebildiğimiz gibi, ömrünü belirli bir gıda listesi sınırlarında tüketim yaparak geçiren insan hayatlarında da gözlemleyebiliyoruz. Gıda konusunda hassas olan veya sağlıklı ve organik beslenme gibi hususları dikkate alan kişilerde bu ülfet biraz da zaruri hal alarak gıda listelerini iyice daraltır. Siyez buğdayı ve unu örneğinde olduğu gibi…

Alışkanlık hakikati, zaman-üstü bir gerçektir. Bundan dolayı insan fıtratının mutlak emniyet ve huzur arayacağı Cennet hayatında da kendini gösterir. Cennet ehline takdim edilen yiyeceklerin görüntüsü dünyada onlara ikram edilenlere benzer yapıda olduğunu Kur’an şöyle ifade eder: “İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için; altından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, "Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!" diyecekler. Halbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[4] Âyetteki “benzer rızık takdimi” insana bilmediği bir şeyi, ülfet ettiği şeyler suretinde vererek güven oluşturma eksenlidir. Âyetin verdiği pencere alışkanlıkların ebedî hayatta, ebediyete layık bir surette devam edeceğini bildiriyor.

Fıtrat, alışkanlıklar ve istifade arasındaki kopmaz ilişkiyi fark eden iktisad âlimleri insanların ekonomik faaliyetlerinde alışkanlıkların rolünü şöyle ifade eder ederler: “Birey için tüketim, aile fertlerinin gereksinim duydukları mal ve hizmetlerin satın alımı için yaptıkları harcamaların toplamıdır. Tüketim harcamaları öncelikle, o ekonomideki harcanabilir gelire bağlıdır. Tüketimi etkileyen faktörler şunlardır:

- Kişinin toplam geliri

- Kişinin yaşam biçimi ve aile yapısı

- Kişinin edindiği alışkanlıkları

- Kişinin ileriye dönük kararları ve beklentileri

- Ülkenin ekonomik koşulları ve ekonomik veriler

- Ülkenin vergi ve para politikaları…”[5]

Alışkanlıklar güven, huzur ve keyif eksenli tahakkuk ettiğinden toplumsal yapı, kültür ve geleneklere bağlı olarak sun’î bir şekil de alabilmektedir. İçki, uyuşturucu gibi alışkanlıklar sun’î ve fıtrat açısından zarar vericidirler. Hakikatte içecekler, hayatı muhafaza etmek içindir. İçecekler yediği nesne boğazında tıkanan bir canlının yutmasını kolaylaştırmak ve rahat nefes almasını sağlamak için vesiledir. Bu manasıyla içecekler, tam bir güven ve ülfet unsurudur. Hakikat böyle iken içecekler sarhoş edici ve öldürücü şekle bürünmeleriyle hayat için zararlı bir sentetik madde haline bürünebiliyorlar. Su, süt ve maden suyu gibi içeceklerin doğal halde bulunmalarına rağmen şarap ve eroin gibi maddelerin belirli kimyasal reaksiyonlar ve fermentasyonlar akabinde ortaya çıkabilmesi, ilklerinin hayat için doğallık ve lüzumuna; ikincilerin ise sun’îlik ve lüzumsuzluğuna zarif bir işarettir.

Lezzetler ve Alışkanlıklar

Hayat mekanizması, lezzet alarak varlığını hisseder. Aldığı lezzet ve zevk oranına göre varlığından memnun olur; kendini var edene şükreder. Lezzetin miktarını belirleyen unsur ise, Said Nursi’nin tespit ettiği üzere “ihtiyaç şiddeti” dir. O şöyle der: “Hakikî lezzet, hakikî iştihadan (iştahtan) çıkar; doğru iştiha, sadık (gerçeğe bağlı) bir ihtiyaçtan… Bu lezzet-i kâfide (yeterli lezzette) şah, hem gedâ (köle) beraber… Hem bâhemdir (beraberdir) bir dinar[6] ve bir dirhem… O lezzet, berhem-zened (ikisiyle de elde edilir). Eleme (acıya) olur merhem…” İhtiyaç şiddetlendikçe, aşk derecesine varır. Çölde yürüyen susuz bir insanın suya ihtiyacı gibi… İktisaddaki “Elmas-Su paradoksu” da, zaruri ve lüks ihtiyaçlar konusuyla ilgilidir. Fakat hayat merkezli olarak değil, kıtlık-çokluk noktasında ele alıp inceler.

Bir canlının ihtiyaç duyduğu nesneden istifade ettiği ilk an, canlının elde ettiği faydanın ve aldığı lezzetin a’zami seviyesidir. İstifade devam ettikçe, ihtiyaç azalır. İhtiyaç azaldıkça, lezzet hafifler. İhtiyaç, tamamen bittikten sonra gıdanın verdiği zevk ve sevinç, içeceğin verdiği ferah ve lezzet bir süre, keyif amaçlı devam eder. Sonrasında acı ve ızdırap vermeye başlar. Çöldeki yolcunun bir vahadaki sudan içtiği ilk andan suya kandığı son ana kadarki süreçte bu safhaları görebiliriz. İktisad bilimi ihtiyaç-lezzet arasındaki bu ters orantılı yapıyı “Marjinal Fayda Kanunu” olarak isimlendirir. Aç bir Türk vatandaşının sofrası açısından bakılırsa marjinal fayda kanunu kendini “çorba” dan itibaren gösterir.[7]

İhtiyacın fıtrî seyri, zaruri ihtiyaçlarla hayatı buluşturmaya, hayatın kuru bir ekmek ve renksiz sudan mükemmel lezzet almasına sebep olur. Hakiki ülfet ve alışkanlık, zaruri ihtiyaçlarladır. Türk halkının, makarnayı bile ekmekle yemesinde bu alışkanlığın seviyesini görebiliriz. Diğer tüketim unsurları lüks ihtiyaçlara, yaşanılan zaman ve toplumun yapısına göre değişir.

Zaruri ihtiyaç malzemeleri, canlının ihtiyacının şiddetine göre kendilerinin kıymetini gösterdikleri, canlılar için olmazsa olmaz konumda olduklarından her canlı açısından eşsiz ve lezzetlidirler. İftar esnasında kuru bir ekmek ve sıcak bir çayın verdiği lezzet, kızartılmış tavuktan daha leziz olması gibi… Bu manada zaruri ihtiyaçların kıymetini göstermek için şaşaaya, süse, gösterişe ve reklama ihtiyacı yoktur. Onun doğal kokusu, rengi, şekli ve fıtrata uygun lezzeti, canlı için yeterince cezbedicidir. Fakat lüks ihtiyaçlar, bütün bu cazibe unsurlarına muhtaçtırlar. Reklamlarda görülen “Mutluluk bu kapağın altında”, “Rüya gibi bir ta’til”, “Lezzet Dünyası” gibi ifadeler reklamı yapılan nesnenin hakikatte lüks bir ihtiyaç olduğunu göstergesidir.

Lüks ihtiyaçların alışkanlık haline gelmesi, hayat mekanizmasının uyuyan duygularını uyandırmaya bağlıdır. Kapitalist ekonomi, lüks ihtiyaçların lezzetlerini gösterip cezbetmekle veya kişiye olabilecek olumsuz ihtimalleri göstererek korkusunu tahrik etmekle reklamını yapar. Bu sayede lüks ihtiyaçları, zaruri ihtiyaç gibi göstermeye ve hissettirmeye çalışır. Gıda sektörü lezzet reklamları üzerine dönerken, sigorta sektörü de korku duygusunun işletilmesine dayanıyor. Kişisel gelirler bu sun’î ihtiyaçları temine kâfi gelemeyeceğinden kapitalist medeniyet üst tabakayı zengin, halkı ise ahlaksız etmiştir. Çeşit çeşit kumar ve şans oyunlarının, bin bir çeşit dolandırıcılık ve hırsızlığın perde arkasında halka empoze edilen sun’i ihtiyaçların tatmin arzusu vardır.

Servet, Mutluluk ve Alışkanlıklar

Her bir canlı hayatının başlangıcında, bir bencillik taşır. Kendi devamlılığını sağlamak ve tehlikelerden korunmak için belirli bir süre bencillik, canlılık açısından normaldir. Yyavru sahibi olma akabinde canlılarda uyanan koruyucu şefkat ve besleyici merhamet duyguları, canlıları bencilliğin girdabından kurtarıp onlara nefes aldırır. Annesinin önündeki daneyi bencillikle kapan bir civciv, kendisi anne olduğunda yavrusunu korumak için yılanın üzerine atlar. Lezzet aşkı için annesini mağdur eden civcivin, şefkat gayretiyle acının üzerine yürümesi hayret verecek bir mucizedir.

Canlıların istifade ettiği imkânları yavrularıyla paylaşması, hayatta esas olan unsurun paylaşım, dayanışma ve yardımlaşma olduğuna bir işarettir. Çünkü yavrusu olmayan bir canlı türü yoktur. Ömrü boyunca tek bir yavru doğuran ve ona ömrünü adamaya mecbur olan bir canlı türü de ya yoktur veyahut varsa da şu an bilinmiyor. Üremenin bir batında çok sayıda olabilmesi veya en azından zaman içinde bir küllilik kazanması, hayatın kutsala ayna olmak için yaratıldığını gösterir. Lezzet aşkının verdiği girdap gibi boğucu ve paylaşıma zıt halet-i ruhiyeye bedel mukabil merhamet ve diğergâmlığın verdiği sonsuz okyanus büyüklüğünde ufuk ve lezzet hayat mekanizmasının alıcı olduğundan daha ötede vericilik merkezli olduğunu gösterir. Çünkü aşk, yalnızca “bir” e karşı hissedilir; merhamet ise sayısız şeylere karşı hissedilebilir. Hayattaki alıcılık, madde ve imkânları kendi etrafına toplayıcılık bir güneş gibi etrafa cömertlik, ikram ve ihsan ışıklarını yayarak vericilik şekline dönüştüğünde hayat, bir     “mutluluk sarayı” halini alır. Duha suresi içindeki simetri alıcılık-vericilik dersini Peygamber (ASM) modelinde herkese gösterir:

“Seni yetim bulup barındırmadık mı?... Sana bir yetim geldiğinde ona kahretme, bilakis lütfet…

Seni hidayete muhtaç bulup hidayete erdirmedik mi?... Senden biri hidayet dilendiği zaman onu kınama, ona nurundan nur ver…

Seni fakir bulup zenginleştirmedik mi?... Sen de sana gelen fakirleri zenginleştirerek Rabbinin sana verdiği nimetleri şükür ile yad  et ve ilan et…” (6-11. Âyetler)

Toplumsal yapının, dünyanın genel kültürel akımının ve kapitalizmin telkin içerikli reklamlarının tesiriyle sayısız alışkanlıklarla maddeye bağlanan ve Gayr-ı Safi Milli Hasılası yüksek devletlerden olan Finlandiya[8] gibi memleketlerde intihar olaylarının yüksek seviyede olması gösterir ki madde ve refah, o insanların ruhlarını mutlu ve huzurlu etmemektedir. Açlık ve susuzluğu hakiki manada hissetmedikleri için de o kadar servetlerine rağmen aldıkları lezzet, hakiki lezzet olmamaktadır. Bu şaşırtıcı manzaraya rağmen Afrika’nın çöllerinde ve kıt imkânları içinde yaşayan fakir kabile halklarında intihar vakalarının ya hiç olmaması veyahut yok denecek kadar olması gösterir ki varlık ve servet, şikayet kaynağıdır; yokluk ve fakirlik, şükür ve memnuniyet çeşmesidir. Varlık ve servetin verdiği bencillik girdabından kurtulup ruha nefes aldıracak unsur: “Oruç” tur.

Semavi bütün dinler, varlık içinde yokluk, servet içinde fakirlik, hürriyet içinde bir zindan deneyimi manasında olan oruç ile varlık, hayat ve fıtratın kıymetini fark ettiriyor. Din takvimini materyalist Roma’nın materyalistçe güneş takvimine değil de Ay takvimine bağlayarak, orucu bütün senenin günlerinde tutturuyor. Bu sayede farklı seviyede ve sürede açlık yaşatarak hem nefsin bencillik prangalarını kırıyor, hem maddesiz de insansın yaşayabildiğini öğretiyor, hem fakirlere karşı bir empati kazandırıyor, hem hakiki bir ihtiyaç hissinin verdiği lezzeti hissettiriyor. İftar ânındaki o lezzet ânında hiçbir insan intihar etmek istemez. Oruç, bu manada insanın fıtratının, onun fıtrî ihtiyaçlarının ne olduğunu, zaruri ihtiyaçlar ve lüks ihtiyaçları farkını kişiye fark ettirir. Bu manada Ramazan Bayramı’na Arapça’da “Iydü’l-Fıtır” (Fıtratına Dönüş Bayramı) denilir.

Zekat, sadaka ve infâkın Ramazan ayında yapılması, bir açıdan daha sevaplı olması için olsa da hakikatte daha ihlaslı olması içindir. Çünkü fakirin halini hakkıyla hisseden bir zenginin vereceği bir zekat ve sadaka, tokluk içinde ömrünü geçiren ve hakiki bir açlık hissetmeyen zenginin vereceği zekattan daha ihlaslıdır. Oruç, bu ihlası kazandıran ve fakirin halini hissettiren bunaltıcı iklimdir.

Hz. Yusuf (AS), Mısır’da Maliye Bakanı olduğu dönemde sık sık oruç tuttuğu müşahede edilir. Ona bunun sebebi sorulunca der ki:

-Eğer oruç tutmazsam fakir halkın halini hakkıyla anlayamam.

İnfakın Makbuliyet Şartları

İnfak, başkasının nafakasını temin etmek demektir. Nafaka ise, kişinin hayatını devam ettirecek zaruri ihtiyaçları ifade eder. Bu manada hemen her toplumda bulunan çalışamayacak derece bedensel özürlü, hasta ve yaşlı kişilerin veya iflas etmiş, iş bulamamış kişilerin, misafir ve yolcuların geçici veya sürekli bir tarzda nafaka teminine ihtiyaçları bulunur. Bu manada semavi dinler, zekat, sadaka, hibe ve saire şekillerde bu nafaka teminini yaptıkları gibi, beşeri sistemler de sosyal yardım ve fonlar aracılığıyla ihtiyaç sahibi kişilere uzanırlar. Beşeri sistemler, dünyevi gayelerle ve siyasi düşüncelerle hareket ettikleri için insanlık dünyasında genel manada bir fakirlikle savaş yapmazlar. Fakat semavi dinler ve bilhassa İslamiyet, öncelikle en dar daireden İslam alemi içindeki en genş daireye kadar fakirlikle savaşır. Bu savaşı belirli bir seviyeyle başardıktan sonra “Müellefe-i Kulub” (Kalpleri İslam’a ısındırılacaklar) prensibi çerçevesinde bütün diğer din mensuplarına veya dinsiz insanlara da infak elini uzatır. Kur’an infak elini uzatmada gerekli şartları âyetlerle ifade eder. Said Nursi, Bakara suresi 3. Âyetten infakın kabulüne dair 5 şartı şöyle çıkartır:

“وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ [9]  Şu cümlenin hey'âtı (bütünü), sadakanın şerâit-i kabulünün (kabul şartlarının) beşine işaret eder.

Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا (verdiklerimizden) lâfzındaki مِنْ -i teb'îz (bazılaştırma harfi) ile o şartı ifade eder. [Çuvaldaki buğdayı vermekle, çuvaldan buğday vermek arasındaki fark… İlki tamamını vermeyi, ikincisi az bir kısmını vermeyi ifade eder.]

İkinci şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ (rızık olarak verdiklerimizden) lâfzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir. [Borç alarak, infak, sadaka ve zekât verilemez.]

Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki (Rızık olarak verdiğimiz) نَا (Biz) lâfzı işaret eder. Yani, "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur." [Rızık, Allah’ındır. Rızkı, O bize verir; bizden ise başkasına verir. Verilen kişi nazarında da “Rızkı veren O’dur.” Bu cihetten minnettarlık Allah’adır.]

Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ (nafaka için verirler) lâfzı işaret ediyor.        [Verileni tanımak şartı…]

Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ (Onları rızıklandırdığımız) ifade ediyor. Yani, "Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz." [Kendi adına verilince infak, ibadet olmaz.]”[10]

Sonuç olarak diyebiliriz ki zekât, sadaka ve infak zenginlerin ayrılmaz bir alışkanlığı olduğunda dünyada fakirlik kalmayacaktır. Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Cömert, Allah’a yakındır, Cennete yakındır, insanlara yakındır, ateşten uzaktır; cimri ise Allah’tan uzaktır, Cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır, ateşe yakındır. Muhakkak cömert bir câhil, Allah Teâlâ’ya cimri bir ibadet ehlinden daha sevimlidir.”[11]

[1] Said Nursi, Muhakemat, Unsuru'l-Belagat, Üçüncü Mesele.

[2] Tevrat’ın Latince tercüme nüshasında şu âyet vardır: “ Fiat lux ” ( Tanrı, ışık olsun dedi. )

[3] Sözler, 32. Söz, 1. Mevkıf.

[4] Bakara suresi, 25.

[5] http://www.muhasebedersleri.com/ekonomi/milli-gelir.html.

[6] Dinar, altın para; dirhem ise gümüş paradır: “ Kardeşleri Yusuf’u birkaç dirhem karşılığında sattılar ” ( Yusuf suresi, 20. )

[7] Çorba kültüründe en ileri millet Ruslar ve Slav ırklarıdır. İnsanın maddi rızkı, manevi rızıklarına semboldür. Sütün ilme sembol olması gibi… Din hakikatinin sembolü ise, “ çorba ” dır. Bu noktadan Rusya’yı istila etmeye başlayan Sosyalizm konusunu inceleyen Said Nursi, Rus halkını “ din çorbası ” na davet eder ve sosyalizmin dini yaşamaya engel olmadığını vurgular. ( Sözler, Osmanlıca Lemeat, Beşerde Şu Zelzele, İslâm’daki Tezelzül; Tenezzül-i Tezellülü İzale Ederek Ona İstiklâl, İstikrar Verecek, Belki Garbı Gârıp, Şarkı Şârık Edecek  )

[8] Dünya genelini içeren istatistik çalışmalarında en çok intihar vakalarında Finlandiya 10. Sırada çıkmıştır.

[9] "Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar." Bakara Sûresi, 2:3.

[10] Sözler, 25. Söz, 1. 1. Şu’le, 1. Şua, 2. Suret, 1. Nokta.

[11] Tirmizî, Birr, 40.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum