Hislerimiz hakkında mücmel bir tahlil

İnsan on sekiz bin âlemi içine alan bu âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratılmış. Ve Cenab-ı Hak insanın cevherine emanet olarak on sekiz bin âlemden numuneler derç etmiş. Dışımda seyr eylediğim âlem bana nasıl Allah’ı anlatıyor ise içimde yerleştirilen o numuneler de kendi âlemlerine açıldıklarında Allah’ı isim ve sıfatları ile bana bildiriyor.

Zahirî azalarım dahi bana Allah’ı bildiriyor. Göz ve görmek vasıtası ile Basir ismi ve Basar sıfatını, kulak ve iştmek ile sem’i ismi ve sem’sıfatını tanıyoruz. Elbette ben görüyorum, ben işitiyorum dediğimde “ben”in farazî ve vehmî bir vücudu olduğunu derk etmek şartı ile…

Zahirî azalarımız gibi batınî hasselerimiz, cihaz ve duygularımız dahî Allah’ı tanıtıp bildiriyorlar. Kalb, ruh, vicdan, hafî, hafa, ahfâ, saika, şaika ve adlarını bilemediğimiz manevî cihazat mizanları. Biz kendi içimizde bunları teşhis edip tesbit edemiyoruz belki ama çok çeşitli hislerimiz var ve bunlar bizim için çok net.

Elbette bu hislerimizin hepsi fıtrî mecralarında olgunlaşmadığından ve aldığımız eğitim ile dışarıdan ve çoğu kez fıtrî olmayan müdahale ve yönlendirmelere maruz kaldığından, hatta bir manevi istibdada maruz bırakıldığından sâfi kalamamış. Ümmi değiliz yani biz. Saf, temiz, yaratıldığı gibi arı duru kalmış ve vahye muhatap olduğunda onu derhal kabul edip tatbik edebilecek bir fıtratı muhafaza edememişiz. Bu nedenle hangi hissim Allah’tan gelene parlak ayine oluyor, hangi hissim bozulmuş, müdahaleye uğramış fıtratımı gösteriyor ayıt etmem gerekebilir.

Şimdi bir bakalım istiyorum; acaba bu hislerimizi nasıl kullanabiliriz ve içlerinde boğulmadan onlardan istifade edebilir miyiz? Zira bu hisler bize lazım olmasa idi verilmezdi madem ki verilmiş öyle ise bana lazım. Peki ben bunları ne kadar kullanıp yönetebiliyorum? Yönetmek derken biraz yukarıdan onlara bakıp anlamlandırmayı kast ediyorum.  Akıl ile hislerin yönetimi de ayrı ve çok önemli bir mesele.

Elbette hepimiz yaşantımız içinde zorluklarla karşılaşıyoruz. Hastalıklar, musibetler, karşılaştığımız güçlükler yaşamımızın bir parçası. Hayatın demiyorum zira hayatın mülk ve melekut vecihleri şeffaftır, hayatın başına ne gelse hayırdır. Hayatta çirkin hiçbir şey yoktur. Hayat nokta-i nazarından bakıldığında hastalık da musibet de hayırdır, güzeldir. Hele Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a göre hayata bakıldığında hadsiz sümbüller veren harika bir çekirdek olarak görünür.

Evet bazen zorluklarla karşılaşırız ve öyle bir halet-i ruhiye içinde kendimizi buluruz ki her şey, her muamele bizi incitir, bize dokunur. Bulut bile yokken nem kaparız o dönemlerde, bir aşırı hassasiyet, bir her şeyden incinme dönemi. Bu dönemlerde aklımızı kullanmak ve aklı duygulara hâkim kılmak çok önem arz etmektedir. Zira bunu yapamazsak incinen, kırılan ve haksızlığa uğrayanın kendimiz olduğunu düşünürken aslında kıran, inciten, hatta yıkıcı bir tahrip yapan biz olabiliriz. Zira herkes çok kaba görünür bu hassas dönemde. Adeta kalabalık güruhların hızla yürüdüğü çok kalabalık bir şehir merkezinde yere düşmüş bir küçük civciv gibiyizdir. Herkes bizim için büyük bir tehlike oluşturmakta ve herkes hayatımıza kast etmektedir. Birinin bizi ezebileceği tedirginliği her an yaşanan bir stres olarak varlığını hissettirmektedir.

Bu gerginlik içinde yaşamak adeta kendimize zulmetmek ve bu hissiyatı uzun süre taşımak sürdürülebilir bir durum değildir. Her an dişini sıkarak ve nereden ne tehlike gelecek diye bekleyerek yaşamak çok yorucudur kuşkusuz.

Evet bu noktada çok müessir bir ilaç buluyoruz Risale-i Nur’da: “men amenebilkadere emine minel keder”, yani; “kim kadere iman ederse, kederden emin olur”. Demek dişlerimizi sıkarak ve her an acaba ne olacak, nereden bir hücuma maruz kalacağım diye şiddetli bir endişe ile yaşamaktan kurtaracak olan, kadere iman etmektir.Kadere iman etmek, her şeyin İlahi bir program dahilindecereyan ettiğini ve her şeyin dizginini elinde tutan bir Rabb-i Rahim’im olduğuna kat’i iman etmek demek. Aynı zamanda yalnız olmadığımı Cenab-ı Hakk’ın hadsiz ibadı ile kainatı şenlendirdiğini ve melaike gibi pek çok munis arkadaşlarım bulunduğunu hissetmektir. Ve yine rehbersiz olmadığımı, bana rehber ve refik olan enbiyalar var olduğunu ve hasseten ahir zaman peygamberi Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın arkasında gittiğim sürece güvenli bir kalede bulunduğumu hissetmek.

İnsanın sürekli bir endişe ve panik içinde olması, tedirginlik haline teslim olması, kadere îman noktasında eksikleri olduğunun göstergesi olabilir. Çocukluğundan beri “düşersin, üşürsün, hasta olursun…”  gibi bilinçsiz telkinlere maruz kalması da insanın tedirginliğini arttıran unsurlar olabilir. Yavrusunu tehlikelerden korumak isteyen valideler yazık ki doğru bir dil kullanmadıkları için, hayatlarında yavrularına sürekli eşlik edecek bir ‘her an tehlike gelebilir’ düşüncesini yavrularının zihnine atabiliyorlar. “düşmeyesin, üşümeyesin, hasta olmayasın” demek yerine kesin tehlikenin varlığını hissettiren “üşürsün, düşersin, hasta olursun” sözleri adeta her an taarruza uğrayacağını hissettirmektedir.

Eğer başlayacağımız her iş için evvela o işin zararlarını hesap etmeye başlarsak kendimizi hayr-ı kesir için şerr-i kalil’i kabul edemeyecek bir noktada bulabiliriz. Elbette tedbir almak aklın gereğidir fakat bir işin artıları ile eksilerinin beraber değerlendirilmesi gerekir. Aradan olumsuzlukları cımbızlayıp çıkartmakta maharet kesb etmek işlerimizi zorlaştırabilir.  

Elbette işin bir başka veçhi de; günahlarımız ve adetullah kanunlarına uygun hareket etmememiz sebebi ile karşılaştığımız sıkıntılardır. Kendi vazifelerimin akîm kalması uğruna beni çok ilgilendirmeyen ve inisiyatif kullanma imkanım olmayan meselelerle fazlaca uğraşmak da şüphesiz bir sıkıntı kaynağıdır. Eğer aynı tarz sıkıntı bizim için süreklilik arz etmeye başlamışsa “acaba nerede yanlış yapıyorum” sorgulamasının zamanı gelmiş demektir. Doğru işler yapıp doğru bir yolda olduğuma katî kanaat getirmişsem, ki bundan emin olmak için ehli ile istişare etmem de gerekebilir, artık bana düşen sabretmektir.

Kainatı bir temaşagah olarak seyr ettiğimizi gibi kendimizi de temaşa etmek mümkün ve ancak böyle enfüsî ve tafsilli bir tefekkür ile îmanımızilmelyakîn mertebesinden aynelyakîne çıkabilir. Kendimizdeki ölçücüklerle ve numunelerle Rabbimize ait manaları anlayabiliriz ve anlamalıyız. Bedenimizdeki nakışlar nasıl ki Allah’ı anlatıyor, hislerimiz de birer nakış olup Allah’ın şuunatına ait manaları anlatıyor. O hislerin içinde boğulmak yerine onlara biraz dışarıdan bakıp anlattıklarını okumak mümkün. Risalelerdeki tabiri ile pencerelerden seyredip içlerine girmemek. Yani ‘bu hissim Allah’tan nasıl haber veriyor’ diyerek nazar etmek.

Buna ulaşabilmek için hislerimizi fıtrî olmayan müdahalelerden korumamız gerekebilir. Kendimi yalanlardan müteşekkil tv dizilerinin karşısına koyar ve ‘hadi beni ağlat, hadi beni kızdır, hadi beni hüzünlendir, şu entrikaları zihnime doldur’ dersem (ki haberler de ekseriyetle bunu yapıyor), aslında Rabbim’den haber verecek olan hislerimin ne olur hali? Yaralarını saramayacağımı bildiğim, elimin uzanmadığı milyonlarca yaralı mü’min kardeşimi veya insan kardeşlerimi görmek, uzun uzun seyretmek bana ne kazandırır acaba?

Kendimizi ve kainatı Allah’ın varlığının ve birliğinin kat’i delili olarak okuyabilmek duasıyla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.