Hilmi Yavuz:: Bediüzzaman çok modern bir insan...

Hilmi Yavuz:: Bediüzzaman çok modern bir insan...

Suad Alkan Hilmi YAVUZ ile edebiyat, medeniyet, modernizm ve Said Nursi üzerine söyleşti.

Suad alkan- Senelerden sonra şiir, dil ve kültür üzerinde görüşmek üzere sizinle bir araya gelmek beni çok mutlu ediyor.

Hilmi yavuz- Beni de , teşekkür ederim. .

Suad alkan- Kabulünüzden dolayı ben de teşekkür ederim. Hilmi yavuz cumhuriyet tarihinde yeşeyenler olarak cumhuriyet döneminin  bana göre birinci sırada. Ayrıca bana öyle geliyor ki, felsefe muallimi, profesörü olmanız, görüşme konusunun kaymak tarafını teşkil ediyor. Dünya üstünde söylenmemiş söz yoktur şeklinde bir yaklaşım var. Ama yeniden söylemek, çok gerekli olan bir gerçek. Herşey söylendi diye kimse susmuyor. Bu sebeple sizden öğrenmek istediklerim, duyup tam anlayamadıklarım olacak.

Hilmi yavuz – Bakalım ben anlatabilecek miyim!..

Suad alkan- Efendim, “dil” ile başlamak gerektiği zaman;  doğuşu itibariyle dil insan ilişkisi ne olmuştur ?

Hilmi yavuz- Roussau’nun “ques-ce que s’est l’origin de langage” diye bir kitabı vardır. İlk konuşmaların şiir biçiminde olduğunu söyler. Bu bana son derece anlamlı görünüyor. Bu benim için her şeyin, sözün kökeninde, şiirin olduğu manasına geliyor . Rousseau akıl yürütme ondan sonra geldi, diyor. Bu şiirle logos, akıl yürütme, akıl arasında da çok temelli bir farkın olduğunu da gösteriyor. Akıl yürütme sonra geldi, diyor. Eğer Rousseau’ya tabi olacaksak, ona ittiba edeceksek, bu ayrımı gözetmemiz gerikiyor. Dolayısıyla başlangıçta söz vardı, diyoruz. İbtidada kelam vardı. Ama bu kelamın da şiir olduğunu söylüyoruz.  Bu bence son derece mühim çünkü,   insanoğlu, başlangıçta söylemler birbirinden ayrılmamışken; felsefenin, tarihin, bilimin söylemi birbirinden ayrılmamışken,  bütün bu söylemlerin anası olan şiir, hem tarihi, hem felsefeyi, hem de mitoloji vasıtasıyla, mitoloji dolayımında, onun medyasyonuyla bilimi temellendirmiştir. O sebeple de şiirin  başlangıcı dilin başlangıcıdır ya da dilin başlangıcı, şiirin başlangıcıdır. Dil şiirle başlamıştır.

Suad alkan -  Çok güzel..çok akla yatkın ve insan yapısına da uygun..şiir insanın algıladıkları üzerinde, akislenme tarzında bir yansıma olarak düşünülürse dile “ilham” tarzında bir kayıt konabilir mi ? Ayrıca insanla birlikte gelen tarih içinde uzun bir vahiy geleneği görünüyor.  İnsan şiirle birlikte geliyorsa vahiyle şiir arasında nasıl bir ilgi buluyorsunuz ?

Hilmi yavuz. - Bu işin bizde bir tarihi de var. Ahmed Haşimin şiir hakkında bazı mülahazalar diye kaleme aldığı daha sonra piyale önsözü olarak neşrettiği o poetika metninde, şiir resullerin sözü gibi olmalıdır, diyor. Bunu Necip Fazılın poetikasında da görüyoruz. O da şairi, kulla Allah arasında bir yerde konumlandırıyor. Dolayısıyla şairin ilhamıyla peygamberlere nazil olan vahiy arasında bu manada bir benzerlik kurulabiliyor. Vahiy peygamberlere, şiir de insanlar Allah arasında bir ara konumda olduğuna göre ilham da şairlere geliyor. Ama ben ilhamı biraz daha farklı bir şekilde anlıyorum. Benim için ilham aslında psikolojik olmaktan ziyade şu manada bir poetik meseledir: ben ilhamımı algılarımdan çok benden önce yaşamış şairlerden alıyorum. Benim ilham perilerimi sorarsanız, benden önce yaşamış bir hayli şair ismi sayabilirim. Ama tabi bu, psikolojik, vahye yşakın olma manasında da, ilhamın bütünüyle olumsuzlanması manasına gelmiyor. Değişik izahları olabilir. Sadece teolojik değil, şuur dışıyla da izah edilebilir. Belki bir dil sürçmesi (lapsus) gibi, birdenbire bir şiirin ilk dizesi yahut kelimeleri, bilincin dışından bilincin düzeyine çıkabilir. Dolayısıyla şairin bilinç dışını bu manada bir ilham kaynağı olarak düşünmek de mümkün.

Suad Alkan - Şimdiye kadar söylediklerinizde tabiatın rolü görünmüyor. Şiirinizde daha önceki ustalardan izler görmeseydiniz böyle söylemeyecektiniz.

Hilmi Yavuz – Hiç şüphesiz tabi..elbette.

Suad Alkan – Yorumunuza şiirin tabiatla olan münasebetini nasıl ekleyeceksiniz?

Hilmi Yavuz - Tabiatla şiir arasındaki münasebet bir doğrudanlık münasebeti değil. Şair sübjektif algılarını olduğu gibi şiire aktarmakla iktifa etmiyor. İktifa etse yaptığı şey herhalde şiir olmazdı. Onun için tabiatla olan münasebetini dolayımlı olarak düşünüyorum. Gerek abiattan aldıklarımız, gerek dış dünyadan aldıklarımız, gerek iç dünyamızda olup bitenlerden şiire malzeme olacak olanların bilinç dışımızda biriktiğini düşünüyorum. Bu dolayım, bilinç dışından geçer.

Suad Alkan- İlk söylediklerinize döndüğümüzde, ilk söylenen sözler şiirdi, ama onlarda bir birikim, bir ustaların izlenmesi söz konusu değildi. Peki şiir nasıl gerçekleşti ?

Hilmi Yavuz- Başlangıçta insanoğlunun çok sınırlı bir söz dağarcığı (vocabulair)i var. Dolayısıyle bazı sözlerin birden çok manada kullanılması söz konusudur. Claude Levi-Strauss gibi söylersek, ilk insan bir tür bricoleur durumundadır. Yani elindeki bir tek aletle, birden çok işi gerçekleştirebilme maharetini göstermektir. Yaptıkları aslında istiaredir. Ama istiare yaptıklarının ve istiare vasıtasıyla bir şiir söylediklerinin farkında değiller. Jean Jaques Rousseau’nun söylediğini Levi Strauss’un söylediğiyle açıklarsak, ilk insan konuşmaları şiir biçimindeydi ama bu, onların elindeki kelime dağarcığının sınırlı olmasından dolayıydı, o yüzden bir kelimeyi birden çok manada kullanmak durumunda kalıyorlardı, kendileri ayırdında olmadan metafor (istiare) yapıyorlardı. O bağlamda ilk konuşmanın şiir biçiminde olduğunu söylemek mümkündür.

Suad Alkan – İlk insandan son insana dek, bir genişleme var. Bu genişleme içinde insanların kendilerini sınırlandırmaları da söz konusu. Tarihin daha çok bu güne taşıdığı, Doğu ve Batı dünyasına bakıldığında, Batının ve Doğunun kendilerine mahsus bir anlayışı el’an sürdürdüğü görülüyor. Bununla birlikte endüstri medeniyetinin doğuyu, batıya, batıyı da doğuya açılmayı gerektirdiği anlaşılıyor. Doğu-Batı ötesi bir düşünceye hangi mültikültürel çerçevenin doğması hangi yöntemlerle mümkün olabilir ?

Hilmi Yavuz -  Evvela tefrikanın, ayrılmanın, bölünmenin hangi gerekçelerle ortaya çıktığına bakmak gerekiyor. O sebepler ortadan kalkarsa, umumiyetle doğu ve batı diye ifade ettiğimiz iki medeniyet dairesini biribirinden ayıran, araya sınır çizgisini çizen neyse, evvela onu bilmek gerekir ki onun ortadan kaldırılması durumunda sizin söylediğiniz doğu-batı ötesi bir mesele ortaya çıkabilsin. Doğu ile batı birleşebilsin.

Suad Alkan – Bu yaklaşım veya ayrışmalarda belirleyici işaretler var mı ?

Hilmi Yavuz – Var tabi.. bunlardan bir tanesi bence çok mühimi, doğuda ve batıda mülkiyetin çok farklı biçimlerde gerçekleşmiş olmasıdır. Şimdi söyleyeceğim, meseleyi marksist bir temellendirme manasına gelebilir ama, bence bunun bir sakıncası yok. Özel mülkiyet nasıl batı medeniyetinin temeline teşkil ettiyse, özellikle üretim vasıtası olan toprak üzerinde özel mülkiyetin bulunmayışının da doğunun ayırdedici, mümeyyiz vasfı olmuştur. Çünkü ondan sonraki o tefrikayı mümkün kılacak müesseselerin tümü özel mülkiyetin bulunması veya bulunmaması noktayı nazarından yola çıkarak mümkün olabilmiştir. Mülkiyetin droğuda ve batıda farklı biçimde tezahür etmiş olmasının bu bölünmeyi radikal biçimde temelden belirlemiştir.

Suad Alkan - Bu bölünmeye karşı kullanılabilecek temalar olarak nasıl düşünüyorsunuz ?

Hilmi Yavuz – Artık bundan sonra her hangi biçimde özel mülkiyetin kaldırılması diye bir şey elbette düşünülemez. Gerçi marksizm böyle bir şeyi istihsal vasıtaları üzerinde düşünüyordu ama bunun şimdi konuştuğumuz meseleyle doğrudan bir alakası olduğu kanaatinde değilim. Şimdiki durumda bu tefrikayı ortadan kaldıracak olan, özel mülkiyet meselesi üzerinde inşa edilmiş olan, müesseselerin birbirine yakınlaştırılmasıdır. Başta din.. uzun süreden beri dinlerarası dialogdan söz ediliyor olmasının da böyle bir manası var. Bunu öngörenler tefrikanın başta din olmak ützere bir takım müesseselerden kaynaklandığını görüyorlar ki, dinlerarası bir dialoğu problemin merkezine yerleştiriyorlar. Din önemli bir faktördür. Dinler arası bir dialoğun oluşturulması, medeniyetler arası bir dialoğun da gerçekleştirilmesine temel teşkil edecektir. Aslında doğuyla batıyı birbirine kaynaştırmak mümkün değil ama ortak bir alan bulmak mümkündür. Doğu doğu kalacaktır, batı da batı kalacaktır ama, doğuyla batının kesiştiği bir ortak alan söz konusu olabilir ki , bunun da yolu müesseseler arasındaki ilişkiden geçiyor.

Suad Alkan – Doğu ve batıdan söz edildiği zaman kültür problemi; kültürden söz edildiğinde de dil ve din konuları öne çıkıyor. Sayın şerif Mardin’in bana seneler önce söylediği, benim de zaman geçtikçe farkına vardığım “ dil dindir” gibi bir formül üzerine ne dersiniz ?

Hilmi Yavuz – Doğrusunu söylemek gerekirse bu önermenizin ya da bu kesinlemenizin ne anlama geldiğini sizden sormak durumundayım. Bunu söylerken hangi esbab-ı mucibeden yola çıkarak bunu söydeğinizi söylerseniz, belki o esbab-ı mucibe üzerinde konuşabilirim.

Suad Alkan – Felsefenin dinden soyutlandığında kendi dilini oluşturduğunu ama dini bir fenomen olarak kabul ettiğinde ise ayrı bir dilin oluştuğuna dair söyliyecekleriniz, belki ileri sürdüğümüz tanımlamanın cevabını teşkil edecektir.

Hilmi Yavuz – Dinle felsefe değişik biçimlerde ele alınmıştır. En akla yakın olanı, kabul edileni ibni Rüşdün teklifidir. İbni Rüşd bir çifte hakikat bahis mevzuudur, diyor. Bu, dinin, ya da teoloji, yani ilahiyatın hakikati ilahiyatın alanına, felsefenin hakikatı da felsefenin alanına demektir. Bunların herhangi bir biçimde karıştırılması veya mukayese edilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Bu iki alanın, her iki hakikatın kuralları, ölçüleri normları birbirinden farklıdır. sizin orijinal sorunuza dönerek aslında söylemek istediğim şu: dünyada her alanda bu tefrika vardır ve bu tefrikayı aslında doğrudan doğruya batı düşüncesiyle ilişkilendirmek gerekir. Bir şeyi ancak onun dallarına ayırarak, bölerek, daha küçük daha dar ve sınırlı alanda bilgi objeleri haline getirerek temellük etmek gibi bir mesele Descartes’dan bu yana hakim olan anlayıştır. Siyasetin, ingilizlerin tabiriyle (........) böl ve yönet anlayışının epistomolik karlığı da  “böl ve bil” olacak. (....) Böyle olmak gerekir çünkü, Descartes’dan bu yana, hep böyle ilerlemiştir. Fizik diyoruz, makro fizik, mikro fizik..bunlar da kendi içinde başka dallara ayrılıyor. Descartes’in metaforuyla söylemek gerekirse bir karşımıza bir bilgi ağacı çıkıyor. Belki de epistomolojinin aslı tefrikadır. Bu tefrikayı batı felsefesi icad etmiştir. Bizim külli olan üzerinde durduk. Küllinin hakikatını aradık. Avrupa, batı ise cüz’inin hakikatını aramıştır. Küllinin hakikatı , dinin, maneviyatın öne çıkmasıdır. Cüz’inin hakikatının araştırılması, tahkiki ise  ilmin öne çıkmasıdır. Burada da dinle felsefe arasındaki bir fark gibi. Bütün bunların nasıl üstesinden gelinebilir ? bu tefrika nasıl ortadan kaldırılabilir ? şimdiden öngörmek mümkün değil. Bu bölünme belki de dünyanın en temel koyucu ilkelerinden biridir, bilmiyoruz. Belki onu değiştirmek, o tefrikayı ortadan kaldırmak da mümkün değil. başyından itibaren bu dünya hep zihinzel, bilimsel bölünmelerle büyüdü. Hep ikili karşıtlıklar oluştu. Sanki insanların entelektüel (zihin) tarihi, bu ikili karşıtlıkların birbirini kovalaması neticesinde ortaya çıktı. 18. Asır avrupası bir akıl (aydınlanma) çağıdır ama 19. Asır romantizmi onun tam karşıtıdır. 18. Asır aklı ne kadar yücelttiyse 19. Asır, Nietzsche ve diğer rdüşünürler bağlamında aklı o kadar aşağılayıp, buna karşılık içgüdüleri öne çıkarmıştır.

Suad Alkan – Buradan 20. Ve 21. Asra atlıyacaksınız herhalde ?

Hilmi Yavuz – Evet..tabii ..20. asrı aslında 18 ve 19’un bir sentez olarak düşünmek gerekir. Nitekim, (......) un özellikle Sartre için yapktığı bir değerlendirme çok manalıdır. Sartre için “Romantik rasyonalist” diyor. Bu tam 18 ve 19. Asrın sentezi manasını içerir. 21. Yüzyılın da nasıl bir gelişim göstereceğini önceden kestirmek mümkün değil. 18. Asır bir tez, 19. Yüzyıl bir ant-i tez idiyse 20. Asır bir sentezdir. Yani hem romantizmin, hem de rasyonalizmin birlikte temellük edildiği ve onun bir senteze ulaştırıldığı bir çağdır, ama 21. Yüzyıl ne olacak onu kestiremiyorum doğrusu.. kökendeki orijinal sorunuza göre sentezler gerçekleşsi bile tefrikalar devam edecektir. Tasavvufta tefrikanın sona ermesinin, aslında terbiyenin sona ermesiyle mümkün olacağı söylenmiştir. O çeşitli nefs murakabesi makam ve mertebelerden geçtikten sonra, o tek olanda yok olmakla tefrika kalmayacaktır. “ben, ben!” olmayacaktır. En azından bir süje’den bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bunu da ancak tasavvuf mümkün kılıyor. Ama bütün dünyayı mutasavvıf yapmak mümkün mü onu da bilemiyorum.

Suad Alkan – Tasavvufla ilgilenmeye başladığınız zamanlarda verdiğiniz röportajlar çok heyecan vericiydi. Tasavvufun şiirle ilgisi en çok Yunus Emre’de görülüyor. Onun “şeriat tarikat birdir varana” sözü nasıl anlaşılması lazım ? Ve Bedaiüzzamanın “tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” gibi bir hükmü, bunun yanında araştırmacıların Said Nursi’in tasavvufla hakikatı meczeder yorumladığı söz konusudur. Çıplak olarak tüasavvuf ilk bakışta görünmüyor gibi ama yazılarında tamamen içselleştirilmiş olduğu anlaşılıyor. Sizin tasavvufa yaklaşımınızla daha önceki kimliğinizi nasıl bir çerçeveye oturtuyorsunuz.

Hilmi Yavuz – Daha başından itibaren ben, dini bütün bir ailede büyüdüm. Gerek rahmetli babam, gerek rahmetli annem, çok iyi birer müslüman idiler. Onlar bu dünyada sadece amellerde, onları eksiksiz bir şekilde yerine getirmekte değil ama Peygamber ahlâkını referans olarak almış insanlar olarak yaşadılar. Annem daha farklı bir konumda ehl-i tarik idi. Kadiriydi. Benim küçüklüğümden itibaren ayinler, zikirler vesaireler farklı bir takım harikuladelikler olarak yer etmiştir. Nitekim bulanık defterler kitabımda bir bölümünü, buna ayırmışımdır. Beyaz tülbentli hanımların zikirlerini tasvire çalıştığım beni çok etkileyen bir bölümdür. Benim tasavvufa gelmem ve alakadar olmam çok zor olmadı. Çünkü çocukluktan gelen herhangi bir zihinsel rezistansla tasavvuf ve din meselesine karşı koymak gibi bir durumum yoktu. Tam tersine mecralar açıktı. O yüzden bu geçiş bir kopma biçiminde olmadı. Gerçi tasavvufla ilgilenmezden önce ben daha çok sol bir kimlikle tanınıyordum. Doğrudur..solcuydum elbette..ama bu benim en yoğun bir şekilde solculuğu kendi hayatıma geçirdiğimsenelerde bile benim dinden uzaklaşmama veya dini şu veya bu şekilde olumsuzlamama bir negasyona tabi tutmama neden olmadı. Bu yüzden çok zahmetsiz bir geçiş olmuştur. Ve bir kere her şeyden önce onun bilgisi - gerçi tasavvuf yaşanan bir şeydir- ama en azından adab ve erkanının ne olduğunu öğrenmek bağlamında bilgi de gerekiyordu. Uzun bir müddet böyle bir çalışma yaptım. 1980’de Boğaziçi üniversitesinde hocayken YÖK “İslam Düşüncesi” derslerinin üniversitelerin felsefe bölümlerinde konulmasını buyurdu. Bölüm toplantısında bu işi yapabilecek arkadaşlar kimlerdir sorusuna kimse cevap veremedi. Çünkü arkadaşlarımızın hepsi, benim dışımda batı felsefesiyle, batı düşüncesiyle alakadar olan uzmanlık alanları o olan arkadaşlarımızdı. İslam düşüncesi, İslamieyet hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Bu dersi benim üstlenmeme karar verildi. Ben, 1981 senesinden itibaren 2001 yılına kadar aradaki beş yıllık bir dönem hariç, tam onbeş sene bogaziçi üniversitesinde bütün bölümlere açık (...........) dersini verdim. Bu derslerin büyük bir bölümü zaten hem kelamî meselelere, hem de tasavvufi meselelere ayrılmıştı. Çünkü İslam Düşüncesi sadece tefekkür, sadece kelam alanında değil ama, tasavvuf alanında da öne çıkmış olan bir düşüncedir. Bu manada ikisini birlikte öğretmeye, öğrencilerle bir dialog kurmlaya çalıştım. Zannediyorum da muvaffak da oldum. On beş sene bunu yapmış olmak, bana da çok şey kazandırdı. Çünkü sadece okutmakla değil sürekli okumalarla da geçti. Tabii sonra tasavvuf meselesinin şiirle nasıl bir ilişkisi olabilir meselesi üzerinde düşündüm. İki türli yaklaşım söz konusudur:
3- Önce mutasavvıf , ehl-i tarik olur, sonra şiir yazar.
4- Önce şair olur sonra ehl-i tarik olur.
Acaba bir üçüncü yol yok mu diye düşündüm, o meseleler üzerinde düşünürken “Gizemli Şiirler” kitabımdaki şiirleri yazıyordum. O şiirlerde de tasavvufun temel meselelerini şiirsel bir dille ortaya koymaya çalıştım. Ondan sonra da zaten, bütün yazdıklarımda İslam Tasuvvufu benem daima zihnimin arka planında olmuştur. Bunu ilk teşhis edenlerden biri de Sezai Karakoçtur.
1987 senesinde diriliş dergisinde Sezai hatıratını neşrediyordu. Orada bizim gençlik yıllarımızda nasıl tanıştığımızdan, babalarımız da aynı camiin cemaatindendiler, onları da orda belirtiyor ve  “Hilmi solcuydu ama, şiirlerindeki, özellikle Türkiye’nin Güney doğusunda yaşandığı biçimiyle İslamın çok büyük etkisi görülür” diyor. Bu teşhisi ancak Sezai koyabilirdi. Çünkü böyle bir şeyin keşfedilmiş olması bir akıl ihatası ister. Sezai bunu ilk söyleyenlerden biridir.

Suad Alkan – Arthur Rimbaud’nun da literaturde çok anılmamış olsa da genç yaşta Kahire’ye yaptığı seyahatinde İslam Motiflerinin şiirine ve hayatına nasıl yansıdığı Paris’teki Maison de la Poesie “şiir evi” sergisinde gösterilmişti.

Hilmi Yavuz – Sezai de “İslami motifler vardır”, diyordu.

Suad Alkan – Şiir, aydınlanma, müslümanlığa gelindiğinde, bir TRT televizyonunda Sayın Profesör İskender Pala ile yaptığınız görüşmelerin birinde “Müslümanlığı bilmeyen Türk aydını olamaz” sözünü etmiştiniz. Bunu Devlet ve eğitim ilişkileri içinde yorumlamanızı rica ediyorum.

Hilmi Yavuz – Türkiye’de Türk insanının nüfus cüzdanında, - bilmiyorum hala var mı ? – Dini: İslâm diye yazardı. Bu sadece nüfus cüzdanlarında kalmış olan bir mleseledir. Bizim, özellikle entelijansiyamızın müslümanlığı, nüfus cüzdanından çıkıp onların zihnine ve kalbine işlenmiş değildir. O kayır sadece nüfus cüzdanındadır, kalpte ve zihinde kayıt yoktur. Meseleye iki türlü bakılabilir. Ben özellikle entelijensiya açısıhndan bakıyorum. Bir kere müslümanlığı
3- Bir bilgi objesi, “objet de la connaisance” ,
4- İnanç objesi, objet de la croyace olarak iki türlü alımlamak mümkündür.
Bir sağ bir sol, laik - aslında fertler laik olamaz- laikçi, hatta dinsiz olabilir.
Ama bu, eğer onun kendisine atfettiği mümeyyiz vasıf entellektüellik ise dini bir bilgi objesi olarak dışlamamak durumunda olacağını ya da olması gerektiğini gösterir. Dini bilmek başka bir şeydir, inanmak başka bir şeydir. Bilmek zorunlu olarak inanmak manasına gelmediği gibi, inanmak da zorunlu olarak bilmek manasına gelmez. Bunların birbiriyle karıştırılmasında, Türkiye’de laikliğin uygulanma biçiminin ciddi şekilde tesiri vardır. Burada da bir tefrika var. Bu tefrikanın görmezden gelinmesi, bizim insanımızın demiyeyim, -insanımıza bühtanda bulunmıyayım- ama bizim entelektüelimizin, dinin, müslümanlığın entelektüel, kelamî, fıkhî, tasavvufî, meseleleriyle, benim fî tarihte, 80 li yıllarda okuyarak üzerinde tefekkür etmeğe başladığımda bunu “sen dinci oldun” biçiminde idrak etmek gibi bir malûliyeti var. Bir entelektüel bilgi objesi olarak İslam’ın dışında olamaz. Yani ben hem entelektüelim, hem de nüfuz cüzdanımda “müslüman” olduğum yazıyor, hem de ben bilmesem de olur. Çünkü bilince ben “dinci” olurum, gibi bir vahim malûliyet..işte bu malûliyet Türkiye’de dediğim gibi laikliğin bizim entelijensiyamızın zihnindeki idrak ediliş biçimiyle çok alakalı olan bir şey. Türkiye’de uygulanan laiklik anlayışının bizim entelektüelimizin zihnini ciddi surette bir teşevvüşe uğrattığı kanaatindeyim. Yani objet de la connaissace, objet de la croyance ayrımını göremeyecek kertede malûl kıldığını düşünüyorum. Laikliğin görünmeyen yanıyla bir takım problemlere neden olmak bakımından,  benim için önemli bir meseledir. Zannediyoruz ki laiklik siyasi bir meseledir. Hayır! Ferdi zihinlerde idrak ediliş biçiminin de ortaya çıkardığı başka meseleler var. Mesela, objet de la connaissanca , objet de la croyance ayrımının silinmesi gibi. Bu silinmeden Türkiye’deki laiklik anlayışı mes’uldür bana sorarsanız.

Suad Alkan – Kendi tez çalışmamda gördüğüm üzere Bediüzzaman modern bir yaklaşımla bilim, sanat ve din konularının sentezini gerçekleştirmiş ve doğu batı ötesi dediğim yaklaşım ondan sağılan bir özellik olduğunu göstermeye çalıştım. Sezai Karakoçun da söylediği gibi iman’ın saf şeklini kültür içinde yansıtmaya çalışmış. Bu konuda yaklaşımlarınız nasıl oldu ?

Hilmi Yavuz – Bediüzzamanla benim şahsen tanışmışlığım söz konusu değil elbette. Tasavvuf meselesi ve genel olarak İslam düşüncesinin geçirdiği istihaleyi ve saireyi tetkik ederken kaçınılmaz olarak tabi Bediüzzaman durağından geçmek gerekiyordu. Bediüzzamanın bir çok kitabını okudum. Özellikle sizi ilgilendiren, -doğrusunu söylemek gerekirse beni de ilgilendirdi- Bediüzzamanın çok modern bir insan olduğunu düşündüm. Gerek bilim konusundaki yaklaşımı, gerek sanat konusundaki yaklaşımlarının, çağdaş demiyeceğim, çok modern olduğunu düşünüyorum. Ve bu da aslında bizim İslam düşüncesinde gözardı edilmiş olan bir meseledir. Bu manada gerek Mehmed Akif’in ve ondan sonra Bediüzzamanın bir modern çizgi üzerinde birleşebildiklerini söylemek bile mümkün. Din ile bilimi bir karşıtlık olarak, tefrika olarak düşünmüyorlar. O kerteye götürmüşler midir, ondan çok emin değilim, dinin hakikatıyla ilmin ya da felsefenin hakikatini birbiriyle çelişmiyor olabileceğini de son kertede de belki de ifade edebilecek derecede bir modern yaklaşım göstermiş olabilir. Bediüzzaman daha çok mütefekkirdir ama şiir olarak kendisinden pek yararlandığımı söyleyemem. Mütefekkir olarak gerçekten çok yararlı düşünceler öne sürdüğünü ve bu düşüncelerin çok modern olduğunu söylemem mümkün.

Suad Alkan – Yayınımızda uzun ya da kısa hiç önemli değil resminizin yanında bir şiirinizi de kullanmak istiyorum. Hangisini tercih edersiniz ?

Hilmi Yavuz – Son kitabımda “kayboluş ve intihar” diye bir şiir var. O güzel bir şiirdir.

Suad Alkan – Hepsi güzeldir.

Hilmi Yavuz – Sağolun eksik olmayın! Diyor ki bir yerde :

 Senden özge aşinalar aradım
 Ve aynalara baka baka yaşadım
 Ve hiç aşina olmadım hayat
Diye devam ediyor. Kitaptaki şiirlerin özçellikle bu son yaptığımız konuşmalar bağlamında okunmasını rica ediyorum sizden. Öyle bir okuma yapınız. Göreceksiniz ki o kitaptaki şiirler, gerçekten  –bunu söylemek belki bana düşmez ama- insanı, onun alın yazısını, onun dünyadaki, tabiat, kadın karşısındaki duruşunu çok değişik ve zengin biçimde dile getirmiştir, göreceksiniz.

Suad Alkan – Çocuk kalmakla şair kalmak aynı şey gibi geliyor.

Hilmi Yavuz – Doğrudur!

Suad Alkan – Çok teşekkür ediyoruz. Lütfettiniz! Ulaşabilmiş olmak şiire ulaşabilmiş olmak bir bahtiyarlık!

Hilmi Yavuz – Estağfirullah!