Herkes gibi

Herkes gibi

Mustafa Uçurum'un yazısı...

“Sen artık herkes gibi
Olduktan sonra geldin”

İnsan bazen dış dünyaya çevirince gözlerini farklı bir bakış açısı takınabiliyor. Zaman ne kadar hızlı geçse de; üzerimizde unutmadığımız, hatırlamaya değer o kadar çok anlatacağımız şey kalıyor ki geriye bir ömür daha olsa anlatmak için yetmez diye düşünüyoruz. Her devre göre bakış açısı takınmak gerekir mi bunu düşünmek gerek ama  asıl olan yaşamak ve daha da önemlisi farkında olarak yaşamaktır.

Farkında olmak önemli güçtür. Hayatı farkında olarak yaşamak, dünyaya farkında olarak bakmak ve herkesin koyu bir karanlığa kapıldığı bir zamanda her şeyin farkında olduğunu bilmek önemlidir.

İnsanların içinde sıcacık duran duyguları çok yumuşak bir yapıdadır. Kimileri bunun farkına varamasa da duyguları hem sıcaktır hem de değişken  bir özelliktedir. Karşısında içli cümleler kuran biri oldu mu değişme, farklılaşma gibi bir süreç hemen insanı kuşatmaya başlar.  Her şey değişebilir bir anda her şey. Dün düşündüğünü bugün inkâra yeltenebilir insan, doğru bildiğine yalan der, kendi yolunu değiştirip bilmediği yollara sapabilir. Sabit fikirli olmak da kötüdür elbet ama doğruyu bulacağım diye girilen her düşünce oyunu, kişinin içini karartır, gün gelir yolunu da kapatır.

Bir de geçmişiyle övünme hastalığı vardır. Yapacak bir şey bulamayanların, yeni şeyler ortaya koyamayanların ellerindeki en büyük sermaye geçmişin şatafatlı hikâyesidir. Binbirgece masallarını aratamayacak bir üslupla anlatılan geçmiş zaman hikâyeleri kişilere anlık mutluluklar verse de masal bitip de günümüze dönünce tekrar aynı karamsarlık çöker yüreklere. Hikâyeler büyüleyici ve insanı saracak cinsten olur bu tür anlatımlarda. “Avrupa deyip de imrenmeyin, oralar hep bizimdi. Kudüs bizim’di, güney bizimdi, kuzey bizimdi, padişahlarımız vardı, boy boy; şimdiki halimize bakın bir de…” Geçmişle övünmek ancak geleceğini sıradanlaştırır insanın.

Dünyada gerçekleşen olayları seyrederken sanki hepsi film gibi gelir bize. Uzakta olmak, bize ulaşmayacak izlenimi verir genelde. Çocukken seyrettiğimiz kovboy filmlerinde kovboyları bir tepeden izleyen Kızılderilileri sanki düşmanmış gibi izlerdik. Reisin duruşundaki heybete aldırmadan, çevresindeki Kızılderililerin birbirlerine benzeyen yüzlerindeki masumluğu fark edemeden kovboyların öldürecekleri Kızılderili sayılarını hesaplardık. Aynı hikâyeye Red Kit adlı çizgi filmde de rastlardık. Aradan yıllar geçti ve öğrendik ki asıl masum olan, evlerinden, topraklarından uzaklaştırılan, kamplarda yoksullaştırılan ve ölüme terk edilen Kızılderililermiş. Amerika, zalimliğine daha o zamanlardan başlamış ve hızını kesmeden günümüzde de devam ediyor. Sonraları yayınlanan Kızılderilileri anlatan kitaplardan öğrendik ki; onlar masum, onlar bilge ve onlar ezilenmiş.  Bir Kızılderili reisinin söylediği; “Toprağın yüzüne ve kendi yüzüne bak. Ne kadar benziyorsunuz birbirinize.” sözü;  insanın topraktan geldiğini işaret etmekten başka ne olabilir ki?

Şehirleşiyoruz diye nutuklar atılsa da meydanlarda, şehirleşen yalnızca binalar, caddeler, sokaklar. Teknolojik bir buhrana doğru sürükleniyoruz. Betonların içine gömülen insanlar, kendileri dahil her şeyi unutarak yaşamayı öğrendiler. Yaşama gayelerini, geldikleri ve gidecekleri dünyayı unutup bir teknoloji çöplüğü haline gelmiş yaşamlarında her gün biraz daha şehirleştiler. Kurallar yok edildi önce.

Birbirinin yüzünü tanımaz oldu insanlar. Dünya geliştikçe küçüldü, küçüldü, insanların avuçlarının içine sığdı. Bütün bunlara rağmen yaşananlara bakınca, bir dağ esinti arar olduk. Burası şehir olamazdı. Burası gelişmişliğin yüzü, teknolojinin kalbinin attığı yer olamazdı. Dünyayı avuçlarının içinden izleyenler, bu kadar duyarsız hale nasıl gelmiş olabilirlerdi. Bütün caddelerini, sokaklarını Çanakkale Savaşı’nın sembolü haline gelmiş perişan haldeki iki asker fotoğrafının süslediği insanlar nasıl olur da her şeye sırtlarını  dönebilirlerdi. Buna unutkanlık dense unutkanlık olamazdı çünkü geçmişiyle övünmek gibi bir marifete sahip olan bir millet bu kadar unutkan olamazdı. Bunun adına başka bir şey dense daha uygun olacaktır ama ad bulmakta bile zorlanılacak bir durumla karşı karşıya   kalmak gibi bir durum vardı ortada.

Adalet dendiğinde Hz. Ömer’i hatırlayanların sayısı hâlâ oldukça fazla. Adaletli olmak deriz günde defalarca. İşte, evde, sokakta, hep adaletli olmak üzerine bildik sözleri sıralarız. Adaletin anlamını sorgulamadan “ Adaletli olmalıyız.” diye beylik bir duruş takınmayı adaletli olmak sayarız. Evimizde çocuklar arasında bile adaletli olmak için çaba sarf ederiz.  Her şeyin yanında masumları gözünü kırpmadan öldüren Amerika’nın adaletini sorgulamayı bile düşünmez bazıları. Köşe başını tutmuş köşe yazarları Amerikan savaş gemisini gezdikten sonra hayranlıklarını dile getirmek için ne kadar süslü kelime varsa kullanmak için birbirleriyle yarışmışlardı. Hiçbiri de acaba bu silahlar bize dönse halimiz nic’olur diye düşünme gereğini bile duymamışlardı. Çünkü yazarlarımızın adaleti hep aynı yöne ağır basmaktadır ve onlar için asıl olan “Yaşasın Amerika”dır.

Ve bazıları sahneyi terk ederken yüreklilik yapmayı, doğruyu söylenmeyi tercih eden tarafta olurlar. Onların yaptığı ne kadar aşağılık bir davranışsa onun söylediklerini alkışlamak da o derece alçaklıktır. Kofi Annan’ın görevi bırakacağı bir zamanda Amerika’nın Irak’ta yanlış yaptığını, yüz binlerce masum insana kıydığını söylemesi  ancak bir bayağılık olarak ifade edilebilir. Görev süresince Irak’ta olan biteni izlediği halde kılını bile kıpırdatmayan Annan’ın yaptığı bir günah çıkarma mıdır bilinmez ama artık adının anıldığı her sefer onu lanetle anacak kişilerin sayısı artık hiç de az olmayacaktır.  

Mevsimlerin adı değişiyor sadece. Sanki bütün mevsimler aynı. İnsanları artık mevsimler bile etkilemiyor. Sonbahar ve kış en çok yoksulları vuruyor, ilkbahar ve yaz yine en çok onları sevindiriyor. Rüzgâr esiyor, en çok yoksullar üşüyor. Kendini sakınmak, kendini kenara çekmek her gün biraz daha rağbet görüyor. Dillere yerleşen öyle bir ifade var ki insanları uyuşturuyor, savunmasını elinden alıyor, kişiliğini sarsıyor. Her olumsuz davranışın ardından pervasızca; “ Ne yapayım, herkes öyle yapıyor.” deniyor. Doğru olunduğu bilinse de cılız çıkan hiçbir sese destek çıkma yürekliliğini göstermeyenlerin sayısı her gün biraz daha artıyor. Çoğunluğun sesi denilip en doğru olanlardan bile tavizler verilip “herkes gibi” düşünerek sıradanlaşıyor nereye gittiğini bilmeyen bir çoğunluk.

Milyonlar içinde tek bile olsa gerçek olanı söyleyerek kişiliğini kazanmalı insanoğlu. Herkes gibi düşünerek değil en doğru şekilde düşünerek kendini ifade ederse kişiliğini kazanmış olur.  Çoğunluk her zaman doğruyu işaret etmeyebilir çünkü.