M. Nuri BİNGÖL

M. Nuri BİNGÖL

Hatıra mı, natıra mı?

22.04.1997
Dışarıdan cıvıl cıvıl kuş sesleri ile İlahi çalar saat , gönüllü müezzin horoz ötüşlerinin teşkil ettiği  muhteşem senfoni  ile armoni harmanı  geliyor ve  gönlüme o kadar çok hususu hatırlatıyor ki..
Çok şey gibi bunu da dile getirmek oldukça, o da pek  zor. Her şeye rağmen böyle hisler içerisinde  bulunabilme cehtim bile şükretmeye değmez mi? Bütün mahlukat sabah zikrinde şimdi, ya sen neden hâla oturursun , behey nâdan ?                                                                         

26.04.1997
Yaklaşık dört günden beri  uzak kalışım yazı makinamın arızasından. Lakin öylesi bir hal görünmeseydi bile, yine de belli bir mesafe aralığının bulunması hayırlı olacaktı galiba. Bir kısım gayretlerime ara verme gibi bir zaruret bahanesinin ardına sinmiş olmak canımı sıkıyordu. Hele üç aylık yavrum Saliha ile ilgilenmemin azalması işin cabasıydı.
Şöyle veya böyle  yaptığımı  sıralamak çok yersiz geliyor bana; umumi çizgilerle konuşmam biraz da ondan. “Çerçeve”  köşemde yazarken  üslubumun bu mübhemliğimden şikâyet eden  dostlara karşılık hiç çekinmeden yazmıştım bunu gazetede,  yazmalıydım da...

30. 04.1997
Okulda, öğretmenler odasındayım. Zamanın bir yığın hadisatı bize kimbilir nereleri işaretliyor? ”Ya Sabur, ya Allah!” evradı, herkesten ziyade bize lazım!
Her şey O’na havale...
Sebepler yok değil elbet; ”hikmet”in  bütün yönlerindeki mizanlar onu göstermez mi?
Olup bitenler mutlaka birer “ikazat-ı Rahmaniye”; tatlı ve munis.

07.02.1989
Vakit yatsıyı biraz geçiyor. Komşum ve Adıyamanlı dostum  Mansur Bey’in oğlu geliyor, kapıyı açınca onu karşılıyorum. Babası beni davet ediyormuş evine, bir akrabası gelmiş ve o da kendisine benden bahsedince, çağırtmak istemiş. Aldı beni bir merak; Anadolu’nun ücra yerine bu vakitte gezmeye de gelinmez ki… Gidince içim aydınlandı, üç gündür içimde biriken paslar silindi. Hüseyin Yılmaz. “Müslüman Kürdler” adında bir araştırma yapıyormuş, bu yüzden doğuyu geziyormuş, hemşehrilik cihetiyle Mansur Bey’e de uğrayınca… İstanbul’u sordum hicranlı. Aldığım cevap düşündürücüydü: “Bir zaviyeden  şahane, daha başka bir zaviyedense eskisinden beter…”

11. 01. 1990           
İşin gerçeği, reddedemeyeceğim; herhangi bir nefis hilesinin, bahanesinin ardına sığınamayacağım  bir hafakanın, bir zihin tazyikinin altında kıvranmak canımı oldukça sıkıyor. Boşa koyuyorum dolmuyor; doluya koyuyorum, o hiç almıyor!
Biliyor, seziyor, hatta idrak bile ediyorum ”yalnız” gösterilmek istenmem,yüreğimde belli bir huzursuzluk doğursa bile, zaman ve kısmet denilen o engin seviyeler silsilesi, önümüzü kestiğini “vehmeden”  zihni ve içten hesaplı zincirin halkalarını atmaya, sertliğini eritmeye  -Allah’tan ümidim bu- güç yetirebilecektir. Ama o vakte kadar dayanacak  kuvveti ben nereden bulacak, ruhumdaki hangi istinad kalesine sığınabileceğim?
Böylesi bir tereddüdün bile bir “nefs” hali olduğunu müdrikim; Malik  sıfatına sahip olan
Halık ve Rabb’e tevekkül her mü’minin şiarı değil mi?
Hissen titiz olduğum kimi anım gibi şimdi daha beter burkuntulu kalbe sahip gibiyim.

15.06.90 Çınar/Diyarbakır
Bir kaledir burası. En azından  muhkem surlar gibi kavi...Ortadoğu -veya Kalb-i İslam- da denilen anahtar muhitin ittifaklarıyla düğüm çözülebilir  ama... Şu veya bu,eften püften inkısamlar bir olmasaydı,yahut o hallere layık olacak fiillere karşı müteyakkız ve ferasetli bulunsaydık. Önasyanın beşiği de sayılabilen üçgen zannedildiğinden oda ehemmiyetli, çünkü anahtar ve candamar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.