Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Hakiki tesir, şifa ve gurbet

Günlük hayatımızda çok dinler, hatta biz de bazen konuşuruz. Dikkat ettiğimizde, bu ifadelerimizden bazılarının hem vakıaya uymadığını hem de mânevî mesuliyeti mucip olduğunu anlarız.

Bir zaman, bir arkadaşı arayıp yakını olan ağır hastasının durumunu sorduğumda; "Hocam hastanın işi, Allah'a kaldı" demişti. Dostumun yüzüne bir şey demedim ama bu mevzuda epeyce dersler yaptığımı, bunu mevzu ettiğimi hatırlıyorum. 

Ne demek, "Bu hastanın işi Allah'a kaldı?" İrademizin dışında, lehimizde ve aleyhimizde işleyen binlerce faaliyetten, Allah'a kalmayan bir işimiz mi var? Her adımımız, göz çevirmemiz, harika bir mucize olan vücudumuzdaki tüm zerrelerin faaliyetleri, O'nun iradesi olmadan alabilir mi? Adi bir şart olarak ortada gezen küçük bir yönelmemize takılan, mikrosaniyelere yüklenen harika fiillerin hangisinden haberimiz var? Her an tıkır tıkır işleyen ve kâinat kadar mahsulatın alındığı, adına faaliyet dediğimiz hangi fiil, bir an olsun başıboştur ya da serseriyânedir? 

Görünen resim o ki başta vücudumuz, kâinatta hükmeden ve şiddeti zuhurundan pek farkında olamadığımız her fiil, Rabbimizin nihayetsiz ilim ve hikmetinin tanzimi altındadır. Bunu gözle görüp fakat buna akıl gözüyle kapalı olmak gerçek bir hurafedir.

Demek her an, her yönelişimize takılan her işimiz ve üzerimizde görünen her fiil, başta şifalar; doğrudan Rabbimizin elindedir ve O'nun ihsanı iledir. Kâinat bir büyük eczane. Her derdin devası, camid maddelere dağıtılmış ve yerleştirilmiş. İnsana da o devaları arama işi, iştiyakı, ihtiyacı ve kabiliyeti verilmiş. O devaları bulmayı, kullanmayı da onları kâinata, camid maddelere yerleştiren Zât-ı Şafi meşru kılmış. Burada bizleri yanıltan husus, şifayı ve tesiri o cansız maddelerin eline vermek ve onlardan bilmektir.

Yani Rabb'imiz derdi veriyor, devayı da cansız maddelere yerleştiriyor. Şifayı da sebepler dairesinde, o maddeler eliyle bize İhsan ediyor. Buna o devaları tanzim ve yönlendirmede cüzi hissesi olan hekimlerimiz de dahildir.

Evet derdi veren Allah, elbette dermanı da vermiştir. Akıllı bir mümin evhama düşmeden, o devayı  arayıp bulmakla hem ubudiyetini yerine getirmekte hem de sabır ve şükrü ile de her zaman kârlı çıkmaktadır.

Yirmi Birinci Devada geçen "Efendilerine, efendi oldun" tâbir ve tespiti beni eskiden beri çok düşündürür. Şefkat ciheti ile akraba ve akranların, sana bir ciheti ile yardımcı melek hükmünü almaları, şefkatin garazsız, karşılıksız, lekesiz keyfiyetini ve aşktan ne kadar daha sâfi ve üstün yönleri bulunduğunu hatırlatıyor. Bu şefkat sayesinde pek çok huyumun değiştiğini, eşyaya ve özellikle kendi çocuklarımdan sonra, çocuklara ve muhtaçlara daha farklı baktığımı itiraf etmeliyim. Bunu aşkla kazanmak mümkün mü? Karşılık bekleyen aşk, küçük bir burun kıvırmada ne gibi asit yağmurlarına dönüştüğünü yaşamış ya da görüp okumuşsunuzdur. 

Hastalıkla kazanılan veya inkişaf ettirilen şefkat cihetindeki bu derinliğimiz, bizim ve çevremiz için bir hazinedir. Bir ömür durmadan çalışan insanın, bazen böyle zarûrî izne çıkması, dünyevî işlerinden paydos emrini zecren alması da ayrı bir güzellik oluyor.

Büyük zatlar, Cenab-ı Hakk'a vasıl olup mânevî tehlikelerden kurtulmak için; ölümü düşünmek, riyazetlere girmek gibi çeşitli yollar takip edip tavsiye etmiştir. Dünyanın insanı boğmaması, gafletin gözünü kapayamaması, dünyanın ve insanın mukadder zevalinin unutulmaması için, güçlü alıştırmalar yapmışlardır. Hastalık bütün bunları bence en kısa, kestirme ve çok da kolay şekilde insanın önüne getiriyor, faydalarını temin ediyor. Böyle azim neticeler için, nuzül de olsa hastalıklar ucuz düşer. Faniyi verip bakiyi almak; geçici saadetleri verip ebed memleketinin daimi sürurunu kazanmak karşılığında neler ucuz düşmez ki?

Yirmi Üçüncü Devada bir cümle var, bitiriyor beni. "Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki iman ve teslimiyetle O'na intisab etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin." 

İntisabına ehemmiyet vermemek... Dehşetli bir kayıp. Ya da bundan daha büyük gurbet, kayıp ve gaflet olur mu? Kâinatın sahibini tanımamak, O'na itaatini gösterememek, gönlünde O'na yer ayıramamak gurbet ve gafletten başka ne ile tanımlanır. Zaten cennetten geldiğimiz için diyar-ı gurbetteyiz. O'nu unutunca demek binler defa daha gurbetteyiz.

Acz ve fakr yönlerimizin en üst seviyede hissedildiği hastalık zamanlarında, eğer aklımızı en verimli şekilde kullanırsak, derece derece içinde olduğumuz bu hazin hallerden "nazar-ı rahmeti" celbederek kurtulabiliriz. Sonsuz rahmet ve şefkatin sana baktığı ve senin için her şeyin olduğu yerde gurbet katları da artık yoktur.

Kendi tatlı hayatını evladı için tereddütsüz vermeye her an müheyya vâlideyn, evlatlar için de bir hazinedir. Onların seriütteessür kalplerini hoşnut etmek, rızalarını temin etmenin en güzel idman zamanları hastalıklardır. Bu yönüyle bir hazine değerinde olan hastalıklar, tövbe ve istiğfara vesile olsa; namaz ve diğer ibadetlerde bizi daha bir teşvik edici olsa, dünya kadar mânevî hastalıklardan da kurtulmuş olacağız. Değil böyle meşru olmayan keyifler, meşru keyiflerin bile sorulmaz olduğu böyle zamanlarımızı, gafletimizi kaldırması yönüyle bulunmaz bir nimet olarak görmeliyiz.

Evet dostlar, bu yazı hastanede yazdığımız son yazımız olacak herhalde. Yarım cümlelerle, dağınık zihin ile idmanlar yapmaya çalıştık. Nefsimizi ikna edebilirsek bile bir kârdır diye düşünüyorum.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum