Goncalı İstasyonu

Goncalı İstasyonu

Taha Çağlaroğlu'nun hikayesi....

Her şey, Goncalı İstasyonu’nun tarihinde bir rüyaya değer değmez başlıyor. Eski öğrencilerim, yüzlerce sessizlik gibi akıyor muhayyilemde. Yüzleşen tutanaklar olarak belleğimde bir bir.

Diğer iki arkadaşım ile istasyonda oturuyorum. Bambaşka bir âlemin gizemi ve zarafeti var ruhumda. Kasabanın sessiz sedasız sokakları, ince ince yağan kara bürünmekte;  inci inci dokunan. Hatıralara revan olan bir uzun çizgide nice güzel kaşlar ve gözler, anlamlı nakışlar, masum suretler, hayata uzanan, bir hayal kırıklığına, bir sarsıntıya çarpan, çalkalanan, düşen, dirilen, ölen, bir mektup bırakıp geride derinlere uçan, kıyıya vuran, hiç dönmeyen, hâlâ bir umut taşıyan, ah o bakışlar…

Başka hiç kimse yok. Yatsıdan epeyce sonra. İstasyondaki bekleme salonunun kapısı gıcırtıyla açılıyor. Üçümüz birden irkiliyoruz. İçeriye sakalsız, bıyıklı, uzun boylu, orta yaşlı, kır saçlı bir adam giriyor. İçimde çoksesli bir kar fırtınasının yoğunluğu.
İstasyonun cılız ışığında, adama bakakalıyoruz. Elinde bir paket. Üçümüzün gözleri de bu esrarengiz adama çevriliyor. Dışarıdan içeriye uçuşan kar taneleri. Adam, ağır ağır ilerleyerek yanımıza geliyor. Âdeta büyüleniyoruz. Yüzü aslında bir muştu gibi; fakat çok ciddi. Tek tek süzüyor hepimizi. Ve selâmlıyor bizi: “ Ey kapısında köle olduğum has dostun dostları! Size selâm olsun! İçinizden birini görevlendirmek için geldim yanınıza.”

Mavi gözlerinde bir sükûnet, bir sükûnet. Ve ıstırap ıstırap, derinlerden gelen.  Kimdi bu adam? Bizi nasıl, nereden bulmuştu? Bende takılıyor gözleri en son. “Gönenli Öğretmen! Sen gideceksin bu göreve!” diyor. “Seni göndereceğim o ruh inşa eden ve kapısında köle olduğum kimsenin yanına!” Kesin bir dille konuşuyor esrarengiz adam. “Sen gideceksin. Gitmeden de bir emanetim olacak sana.” İki arkadaşım da hayretli ifadelerle birbirine. Hiçbir şey anlamıyorlar. İskeleden denize bakar gibi bakıyorlar.

Adam, elindeki paketi uzatıyor bana. Zaman duruyor sanki. Merakla açıyorum paketi. İçinden ışıl ışıl bir rahle çıkıyor. Yüzlerce iz, ışık, damga, mühür… Çözülmesi gereken, güzelliğin bütün renklerini görmek ve göstermek için beklenen, bekleyen kitabeler… Gözlerimi kamaştırıyor; içimde ışıl ışıl. Rahlenin üstünde üç mektup  parıldıyor. Lü’lüler, mercanlar, elmaslar, zümrütler, pırlanta ve yakutlar… Mektuplardan biri Öykü’ye, ötekisi Ezgi’ye, diğeri de Tutku’ya yazılmış. 

Ah tek başıma! Muhayyilem o rüyada. Hayat, bazen sonsuz şehir. Uzak şehirlere gidiyorum trenlerle. Görevi sona eren ve görevini yapmamış milyonlarca insan gibi ayrılıyorum şimdi. Hayat, aslında kalbi bekleyen fikir.

Gönenli Öğretmen, üçüncü günün akşamında Eşine anlatıyor rüyasını. Eşi, Ahret Anne diye çağrılır mahallede. O, bir üniversitedir; bir diğer okulun kız kardeşidir. Sesi oda müziğidir. Hatim indiren rüzgârları ve ağaçları ıslak pencerelerden dinler. Mihnetten korkmaz. Bir çocuk gibi coşkuludur bazen. Kelebeklerinin incinmesinden korkar. 

“Kim ola ki o adam?” diye soruyor Ahret Anne. Uyku tutmuyor gözlerini. Kilimlere bakıp hayaller kuruyor Ahret Anne.  Pembe, mor, mavi, lacivert, kırmızı, kahverengi, turuncu, sarı hayaller, sonsuzluğa dair. Eşinin rüyası üzerine evhamlar ve umutlar taşımaktadır. Hayallerinin üzerine Öykü’den, Ezgi’den,  Tutku’dan bir yağmur yağmaktadır.

Üç gündür aynı rüyayı görüyor Gönenli Öğretmen. Sayıklıyor âdeta.

İçi ürperiyor Gönenli Öğretmen’in, kalbine hayat istiyor. Kalbimin hayatı canlansın diye yanıp yakılıyor. Yazıyor Gönenli Öğretmen, yakıyor, yakarıyor, yazıyor, yanıyor. Hocasını düşünüyor, Şamlı Hoca’yı. Neler söylüyordu Şamlı Hoca… Ağlayarak anlatıyordu: “Sonsuza çağıran sesler kapanacak. Fikirhaneler kurutulacak. Yalancı cennet ve cehennemler kurulacak.”

Sırtı terliyor Gönenli Öğretmen’in, yüzü kızarıyor, kalp atışları hızlanıyor. İki gözünden hafifçe damlalar akıyor. Akşam vaktinde eman istiyor, hükmün ve hikmetin sahibinden heybet ve celâl elbisesi. Seher vaktinde yakarıyor.

İlim şehrine girmek, efendisine ulaşmak istiyor, kapısına başvuruyor. İlmin sırlarını, tılsımların açılmasını, Hayber’in kapısındaki görkemi arıyor. Ahir zaman fitnesinden koru beni. Kalbime şifa ver. Sahil-i selâmet istiyor, erken batan güneşlerden, batıp gidenlerden uzaklaşıyor, kaçıyor meçhul denizden, kuyudan kurtulmayı arzuluyor, beni kurtar pazarlarda köle gibi satılmaktan.

Kalbimi güzellik yıldızına aç. Derinlerden konuşuyor Şamlı Hoca, sesi uykularımı bölüyor:  “Kandiller kandili tutuşturuluyor, gizlice nurlanıyor.”

İçinde varoluşun bütün sır ve bilgilerinin toplandığı bir kasideden bahsediyordu Şamlı Hoca.  Sırlar neler ola ki Rabbim? Beni sırra erdir, sırların sırrına ulaştır, el aman! Yazdığım satırlar arasından bana nur manalarını göster. Kalem, nur, akıl…

Üç gündür gördüğüm rüyanın sırrı ne ola ki? Üç mektup getiren adam kim? Şamlı Hoca sağ olsaydı ona sorardım. Ah Şamlı Hocam, ne çok şey anlattın bana! “Bir zaman gelecek… Bir ses… Herkes o sesi işitecek. …Alnında sabahleyin yazılar… Dabbetülarz… Güneş batıdan… Çocuklar hırçın olacak.” Ve daha neler neler!

Şimdi Goncalı Kasabasının sokaklarındayım. Adımlarım, hatıraların yanından geçip gidiyor şimdi. Hatıralarının içinden. Bir kar akşamındayım. Şimdi kimsesiz bir rüyadayım. Ölürken uyanacağım.

Ah eski öğrencilerim! Öykü’den, Tutku’dan, Ezgi’den bir can kıvılcımı yayılıyor gizli bahçelerime. Bin bir yaprak açıyor ve düşüyor bin bir surette. Eski eşyaların, hafızaların, hadsiz denizlerin arasından akıyorum. Goncalı, bir sızı gibi, bir şahdamar gibi, ah Şamlı Hoca’nın yediveren elleri gibi, sevecen bir ses gibi beni sarıyor. Goncalı, kimsesiz bir rüya gibi şimdi.

Öykü’nün, Ezgi’nin, Tutku’nun gözbebekleri uzak şehirlerden gelmiştir. Onlar birer saraydır. Bu sarayların cevherleri incidir, mercandandır, havadandır, nurdandır. İnceden inceye koşmaktadır. Her an yeniden kurulmaktadır.

Çok tenhalardaki bir şehrayinle görüşür Öykü. Bir hatıracığın derununda bir lema, bir işaret, bir öpücük bulur.

Fikrimin deniz feneridir. Bakışlarında kelimeler taşır. Kuşların kelimelerine girer, onlarla uçar saatlerce Tutku. Ahfayla görüştüğü zaman, yıldızı parlıyor Tutku’nun. Ahfa, iç ses, fıtratın güzeleylemi.

Sen içimin en ayaz yıldızı, parlayan yıldızımın penceresi Ezgi. Bütün şarkılarda aranan, bir sızıyı, bir ağrıyı, bir hasreti ayaklandıran. Bir dakikanın içine dalan, dalgalanan.

Öykü’nün, Ezgi’nin, Tutku’nun ruhundan ebedî bir çağıltı kanatlanıyor.
Şimdi susuyorsun Öykü! Aylar boyu sustun, yıllar boyu sustun. Benimle konuşmadın. Ya da sen konuştun, ben duymadım. Hayır, ben sizinle konuşamadım!
Şimdi susuyorsun Ezgi! Hangi gölün kenarında kuğularla söyleştin? Hangi güzden derin güllere aktı vechin? Hangi sözden uzanıp kalbine dokundu ritmin?
Şimdi nerelerdesin Tutku! Kasırgaların, yüzün, yürüyüşün. Denizin, denizlerin pırıl pırıl hatıra. Kâh kış rüzgârısın yaz ortasında, kâh ay ışığısın karanfil bahçesinde.
Ey Öykü! Ey Ezgi! Ey Tutku! Hangi, hangi kuş masalında yitirdim sizi? Şimdi gençliğimin bütün sesleri, kederli bir kâğıt parçası gibi duruyor şuracıkta. Buruşturulmuş, bir kenara atılmış gibi. Yalnız aklın ayağı ve nazarı yetmiyor bana. Yalnız kalbin keşif ve zevki doyurmuyor beni. Kalbim! Kurtar askerlerini!
Mektuplarınız bende kaldı, rahlemde, rüyamın bir köşesinde. Size ulaştırmalıyım. Rahlemin katmanlarında edebiyat, felsefe ve müzik. Ah, kalbim! Rahlemin kalbi; seni görmezlikten geldim. Piyano sesine, enstitülere, çoksesli salonlara, sinemalara, romanların ortasına, felsefi ekollere, seslere, sayhalara, sedalara akan nehirleri duyamadım.

Şimdi iç konuşmasıyla kendini teselli ediyor Gönenli Öğretmen, yüreklendiriyor içindeki ateşi. İnsan suretindeki akrepleri düşünerek. Emsali görülmemiş. Ahir zaman, ömrümün sonbaharı. Rabbim bana kuvvet ver! Kutsi kitabın özeti, listesi, anahtarı ve pek çok İlâhî sırrın kıymetli, mukaddes bir hazinesi olan söz ile başlıyorum.

Pirinin hayali sesleniyor içinden. “Yaz kardeşim, yaz ki bu fitne ateşi sönsün! Ey bu yerlerin hâkimi! Bu fitne ateşi sönsün…” Rahlende edebiyatın, felsefenin, müziğin sonsuzluğa bakan penceresinden yaz. Sen yazdıkça kurtulacak Öykü, Ezgi, Tutku. Bu üç kız kardeşi kurtar Allah’ım! Öğrencilerimi kurtar! O mektupları getiren adam kimdi, kimdi? Mektuplar rahlemde.

 … Bir derin uykudayım. Öykü’nün, Ezgi’nin, Tutku’nun elleri uzanıyor, “Kurtar bizi hocam!” diyorlar, çığlığım yetmiyor, konuşamıyorum, duyuramıyorum, mektupları uzatıyorum, uzatamıyorum, almak istiyorlar, alamıyorlar, ben muazzam bir çaresizlikteyim, evlâtlarım, mektuplarınızı alın, konuşmaya tâkâtim yok, kaşları, gözleri bir nakış gibi yerli yerine konmuş güzel yüzlü öğrencilerim, ben uzak şehirlere gidiyorum, ben hâlâ bir derin uykudayım.

Kulaklarımdan gitmiyor sesleri: “Kurtar bizi hocam!”

Ah, tek başıma bir millet olamadım!