Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Gasıbane, sarıkane-2

Bir dost buluşmamızda, önümüze getirilen meyve sularının, iştah açıcı ve çok meyve resimli ambalajındaki kısa bir yazı dikkatimi çekmişti. Firma yazıda, kullanıma sunduğu meyve suyunun, kendi tabiriyle 'doğal' olduğunu bol sıfatlı cümleler ile anlatmaya çalışıyordu. Hatırımda kalan ve hayretimi mucib kısmı "Eşsiz, cömert ve şefkatli doğanın, bize sunduğu meyve ağaçlarından süzülerek gelen bu meyve suyunu afiyetle içiniz" şeklindeydi. Bu yazıyı arkadaşlara da okudum ve bunun üzerine, karşılıklı çok sohbetlerimiz ve okumalarımız olmuştu. Hatta bir kardeşimiz, bunun fotoğrafını çekip bir yere iletmiş olacak ki bir müddet sonra bu yazının kaldırıldığını görmüştüm.

"Eşsiz, cömert ve şefkatli" doğa ve bu doğanın bize sunduğu meyve ağaçları ve odun parçalarından ibaret bu ağaçların da bize sunduğu meyveler... İlkel bir çağda yaşadığımdan ya da bir an için uzaydan geldiğim için şaşırıp bir müddetliğine, odunları ve odunlardan çıkan bu güzel ve sanat harikası olan meyveleri, 'doğa' dediğimiz cansız, şuursuz, ilimsiz, merhametsiz birtakım nesnelere verdiğimi zannetmiştim. Başka bir izahını bulamamıştım çünkü.

Geçen gün, yine merakımdan olacak gazete yazılarına bir göz gezdirirken, bir köşe yazısı dikkatimi çekti. Sözü de dinlenen orta yaşlı arkadaş, yazısında bizi ev hapsine kapatan, süper güçleri bile hizaya getirip hatta birçoğunu tövbeye bile götüren corona virüsünü, 'doğanın intikamı'na bağlamıştı. Güya İzmir'de bir yeşil alanı kirletmişler, bir yerde millet bahçesi yapıp manzarayı kapatmışlar, Trabzon Uzungöl'de de çarpık yapılaşma olmuş. Bunları gören 'doğa', siz mi bunları yapıyorsunuz diyerek virüsü üretip üzerimize salıvermişti. Bu virüsün laboratuvar ortamında olamayacağının bir delili olarak da yaptıklarımızın doğayı kızdırması olarak gösteriyordu. Böyle devam ederse çok daha fazla virüsle karşılaşabileceğimizi de ima ediyordu. 

Bunları okuyunca, bizim de bazen böyle hatalara düşüp kullandığımız bazı kelimelerden inkar kokusu geldiğini, bu kelimeleri kullanırken en azından niyetimizi, diri ve uyanık tutmamız gerektiğini anladım. Mesela sıkça kullandığımız 'doğalgaz' kelimesi bunlardan bir tanesi. Orta Asya'dan, bu gazın çıktığı yerlerden gelen birkısım arkadaş ile konuşurken bu gaza, 'rabbani gaz' dediklerini öğrendim. Nurlardan aldıkları ders, onların zihinlerini terbiye ettiği gibi bu durum ağızlarına da yansımıştı. Hatta konuşurken birkaç defa da bizi 'doğalgaz' dediğimiz için ikaz etmişlerdi.

Meyveyi odundan bekleyen ya da oduna isnat edenler için bazen bir örnek veririm. Bir muhtaç insan düşünelim. Bu muhtaç insan, yoldan geçen iki varlıklı insandan bir şey talep ediyor. Bir müddet bu insanla ilgilenen bu iki varlıklı insandan biri, ona biraz para uzatıp veriyor ve ayrılıyor. Diğeri ise ihtiyacını bilip görmesine rağmen, yardım etmiyor. Her ikisinin de eli, kolu, ayağı, varlığı mevcut. Ama biri veriyor, biri vermiyor. O zaman demek ki yardım edip veren, onun eli, kolu, bedeni değil, o bedene hükmeden bir merhamet ve şefkattir. Eğer veren bedeni şeyler olsaydı, diğerinin de vermiş olması gerekmez miydi? Demek o yardımı uzatan, zahiren eldi ama o eli asıl uzatan o elin arkasındaki şefkat ve merhametti.

Aynen öyle de bu güzel meyveleri bize veren, görünüşte, zahiren ağaçtı. Ama asıl veren, o ağaçların arkasında hükmeden ve bizi tanıyan  bir merhamet ve şefkat idi. Anlaşılıyor ki bu ağaca hükmeden merhamet ve şefkat; bizi biliyor, görüyor, sesimizi duyuyor ki; kokusunu burnumuza, tadını dilimize, rengini gözümüze, dizaynını elimize, minerallerini ihtiyacımıza göre ayarlayıp en münasip vakitte 'bedava' olarak dalların elleriyle uzatıp hem de zahmetsiz alacak şekilde onları eğip meyveleri bize takdim ediyordu.

Eğer bu kıymetli meyveleri o merhametli el, şuursuz odun parçalarına asıp güneşte pişirip zehirli karbon gazı ile ve çamurlu toprak mineralleri ile besleyip bir gıda topuna çevirmeseydi, acaba bunları biz üretip yapabilir miydik? Plastikten nar, elma, muz görebiliyoruz ve onları biz üretebiliyoruz ama onlar ne yenir ne koklanır ne de bir şeye yarar şeyler. Bunların asıllarını, canlılarını ise sadece yiyip tüketebiliyoruz. Ayrıca birer vitamin deposu olan, bu sanatlı, mucizevi gıdaların terkibini, bize olan faydalı yönlerini, yeni yeni çözüyoruz ve öğreniyoruz. Demek bunları bize, bizi tanımayan, bilmeyen, bize şefkat edemeyn su, toprak, hava, güneş, ağaç gibi şuursuz sebepler veremezler. Bu basit sebepler, bu nimetlere ancak saksılık görevini yapabilir. Bu da gösteriyor ki bu zahiri sebeplerin arkasında, bizi bilen ve bunlara ihtiyacımızı gören bir merhamet var ki bu merhametli Zat, bütün mevcudatı bize müteveccihen muavenet ellerini uzattırıyor.

Öyle ise bize düşen nedir? O'nun bu bildirmesine mukabil, hürmetle O'na, O'nu bildiğimizi bildirmektir. Bizim yazılarımızın konusu da zaten buydu. Bedava olan bu nimetlere verdiğimiz cüzi karşılığın, onların gerçek bedeli olarak görülmemesiydi. Öyle görünce, bu kıymetli, pahalı nimetlerin hakiki sahibini tam bilemiyor, O'na gereken hürmeti gösteremiyor, bir nevi "gasıbane ve sarıkane" yani izinsiz alıp hırsızcasına tüketiyorduk. Eğer bu nimetler, bir sonsuz şefkat ve misilsiz merhametli bir Zatın bizlere küre-i arz mağazasından bir ikramı olmasaydı, mesela bir  narı bile yapabilir miydik? Ya da onun tadını, kokusunu yerleştirip rengini ayarlayabilir miydik?

İşte şimdi, can alıcı noktaya geldik. Biz bir bahçeye uğrasak, o bahçenin geçici sahibinden izinsiz, bir şey alabilir miyiz? Aldığımız takdirde, rızası olmadan aldığımız için gasb; haber vermeden aldığımız için de bir hırsızlık olmaz mıydı? Halbuki bahçenin bekçisi konumundaki sahibi, bu meyveleri, bahçedeki ağaçlardan, onlardan izin almadan alıyor. Bu ağaçların konuşması, ilmi, iradesi, kudreti, şefkat ve merhameti yok ki haberleri olsun da izin alalım dediğimizi duyuyorum. Haklısınız. Öyleyse ilmi, iradesi, kudreti olmayan bu ağaçlar bunların 'hakiki sahibi' değil. O zaman bunların hakiki sahibini bulup ondan izin almamız gerekmez mi? Ondan izinsiz her tasarrufumuz bir nevi gasb ve hırsızlık olmaz mı? Onuncu Sözde bu dünya gibi güzel memlekete gelen iki adam için ne diyor bakalım.

"Bakarlar ki: herkes ev, hane, dükkan kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefahati irtikap ediyor."

Evet ev, hane ve birer dükkan hükmünde olan ağaçlar ve hayvanat, her zaman bize hizmet için hazır ve açık değil mi? Dalından meyveyi koparıyor, sütünü serbest alıp yününü kırpıp hayatına son verip etini yiyebiliyoruz. Bunlardan izin almadığımıza göre, bunların sahibinden izin almamız gerekmez mi? Aslında birer vazife ile asker olan bu mevcudat, şiddetli bir intizam altında görevlerini yaparak, sivil şekilde bize hizmet ediyorlar. Fakat zihnimizin bulanıklığı, okuryazarlığımızın azlığı, bize bu intizamın ve bu bedava aldığımız malların sahibini görmemize engel oluyor.

Bunun devamı olacak bir dahaki yazımızda bunların 'sahibi hakikisinden' iznimizi nasıl alacağımızı ve bu nimetlere "bakış tarzımızın" nasıl olması gerektiğini işlemeye çalışacağız inşallah.

Evet dostlar, hadsiz nimetleriyle bizi perverde eden, sofralar kurup sofralar kaldırdığı şu dünya misafirhanesinde onun izni dairesinde yaşayabiliyor muyuz acaba?

Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum