Fetret ehli ve şehâdet meselesi

(Bir kısım iddialara cevap-1)

Geçtiğimiz günlerde Haber Türk'te yayınlanan ve Fatih Altaylı ile Murat Bardakçı'nın sunduğu Teke Tek adlı tartışma programının konuğu bir Hocaefendi tarafından ve sair insanlarca  da zaman zaman gündeme getirilen Bediüzzaman Hazretleri’nin mazlum ve mağdurlar hakkındaki şehitlik meselesi hakkında düşüncelerimizi ve tesbitlerimizi arz etmeden önce, müsadelerinizle birkaç hususu ifade etmek durumundayım:

1.Bu gibi ihtisas isteyen mevzularda, işin ehli olan zevâtın görüşlerine baş vurulmalıdır.
2.Televizyon ekranlarına çıkan ve görüşlerine baş vurulan Hocaefendilerin delilli ve mesnedli konuşmaları, başkasından naklen söylemeleri durumunda da, konuyu araştırıp etraf-ı erbaasıyla ortaya koymaları gerekir. Yüzlerce Hadis okuyan bir hocaefendinin uluorta, şüphe uyandırıcı, zihin karıştırıcı, ilhâmen yazılan Risâle-i Nurlar hakkında yüzeysel bir araştırma dahi yapma zahmetine katlanmadan, tahkâkat  yapmadan, herhangi bir tetebbuatta bulunmadan, kaynaklarına ve delillerine inmeden zahiri bilgisine ve duyumlarına  dayanarak bir hükümde veya kafa karıştırıcı bir iddiada bulun-ma-ma-lıdır ve bulunmamalıydı.
Şık olan ve milyonlarca müntesibi ve seveni bulunan çok nâdir şahsiyetlerden biri olan ve Asrın müceddidi olarak tavsîf edilen bir mütefekkir, bir İslâm âlimi hakkında nakzedici imâ ve işâretlerden kaçınmaktı ve ilmin izzetine yakışan, Tasavvuf ve gönül ehli olmanın gereği de buydu.

3.Hele söz konusu şahıs, asra damgasını vurmuş, çeşitli mahfillerde, hasseten ilim çevrelerinde yaşadığı devirden beri tartışılan, hakkında binlerce kitap, makale yazılan, sempozyumlar düzenlenen, paneller tertiplenen, tez çalışmaları yapılan, dünya üniversitelerinin pek çok bölümlerinde master ve doktora tezlerine konu olan, kırkın üzerinde dünya dillerine tercüme edilen, Kur’ân ve Hadîs-i şeriflerin ardından en çok okunan altı bin sayfalık Kur’ân Hakîkatlarına dair bir eserin muhterem müellifi ve şahsiyeti hakkında düşünce ve kanaatlerini açıklarken  daha dikkatli, daha duyarlı, daha insaflı olunması gerekmez miydi?

4.Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, talebelerinin eline Kur’ânî ve Nebevî düsturlar vermiştir. O prensiplere ittibâ mecburiyetimiz vardır.O bakımdan ihtilâfa sebep olabilecek noktalardan teberri etmekteyiz. İşte onlardan sâdece bir bölümü birlikte paylaşalım:

“…avâm-ı müminînin şeyhlerine karşı hüsnüzanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı.

Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor.

İstanbul'da malûm itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem (Soğukkanlılık, acele etmeden tedbirle iş görmek, aşırılıklardan uzak bulunmak, hadiseler karşısında sarsılmamak, heyecana kapılmamak ) ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir. (Kastamonu Lahikası)

4.Risalelerde 20 yerde yanlış olduğuna dair (hâşâ) iddialar esastan, hak ve hakikatten yoksundur. Bu mevzuyu ele alan erbâb-ı ilim mutlaka olmuştur. Bu mevzu, üzerinde durulması gereken apayrı bir konudur. Sâdece şu kadarını deriz ki; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Belâğat, Mantık, Bedî’, Beyân  ve Tasavvuf gibi ilimlerde mütahassıs, muhakkik ilim erbâbı tarafından itirazlar vukû bulmamış, başta el-Ezher Üniversitesi olmak üzere İslâm Üniversitelerinin ilgili hocaları, müderrisleri ve ilim çevreleri hayranlıklarını, takdir ve tebriklerini sunmuşlardır.
Risale-i Nurlar, Kur’ân, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı fukahâ diye bilinen edille-i şer’iyye (şer’î deliller) çerçevesinden bir milim dahi sapma göstermeden Şerî’at-ı Garrâ çerçevesinde te’lif edilmiştir.
Bunun aksini iddia edenler, çok az sayıdaki bir kısım ulemâü’s-sû’ ve resmî etiketli bir elin parmak sayısını geçmeyen sözde hoca(lık taslayan)lardır.

5.Programda bahse konu olan Anzaklara gelince; Bediüzzaman Said Nursî’nin,  Çanakkale’de (Birinci Dünya Savaşının ortaları olan 1915–16 ) İngiliz saflarında İslâm ordusuna  karşı savaşan Anzakların (Avustralya ve Yeni Zellanda askerlerinin) şehid olduğuna dair bir sözü yoktur. Bu bile oradaki üç şahıstan ikisinin vaziyetini izaha gerek yok, hocalık vasfı olan zâtın (kendisini diğerlerinden tamâmen ayrı ve farklı mülâhaza ediyoruz) meselenin ciddiyetinden ne kadar uzak olduğunun bir kanıtıdır. Lütfedip biraz araştırmış olsalardı veya bu konuda uzman bir şahsiyete sorma zahmetine katlanmış bulunsalardı, böylesine vahim bir hata ortaya çıkmayacaktı. Ve kötü niyetli kimselere istismar fırsatı verilmemiş olacaktı.
Kaldı ki, Üstad’ın (r.aleyh), yazımızın başlığında ifade edilen mevzuyu  dile getirdiği Kastamonu Lâhikası, büyük kısmı İkinci Dünya Savaşı şartlarında veya savaşın hemen öncesinde yazılmış mektuplar olarak, dünyevî şartların ağırlaştığı bir zeminde kaleme alınmış bir lâhikadır.

Bahse konu olan husus, İkinci Dünya Savaşında zarar gören bazı ma’sûmlar hakkındaki mektûbudur.
Mehdi ve İslâm’ın hâkimiyeti meselesine şimdilik girmeyeceğiz. Kaldı ki, o meselede de yanıldığını ifade etmeliyiz.
Kastamonu Lâhikası’nda, “Birden İhtar Edilen Bir Mesele” başlığını taşıyan o mektup şöyledir:

“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevi ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:
Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfât vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor.
Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevi ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfât-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.
Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakarlığın manevi ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir”

Bu mektuptaki tesbitler, tamâmen Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemâat’ın itikakatta imamları olan İmam Mâturîdî ve İmam Eş’arî’nin görüşlerine uygun olarak yapılan tesbitlerdir.

Bu mukaddime ve zarûrî açıklamalardan sonra, inşâAllah devamında asıl konumuza dönecek ve mektûbun açıklamasını yapacağız.
(Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
17 Yorum