Ey dağlar ve kuşlar! Onunla berâber tesbîh edin!

Ey dağlar ve kuşlar! Onunla berâber tesbîh edin!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Sebe Suresi 10-14. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

10,11 . Şânım hakkı için, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. “Ey dağlar ve kuşlar! Onunla berâber tesbîh edin!” (dedik). Ve “Geniş zırhlar yap!” diye demiri ona yumuşattık. (*) “Hem dokumasında ölçüyü gözet (güzel ve yeteri kadar yap) ve (ehlinle birlikte) sâlih amel işleyin! Çünki ben ne yaparsanız hakkıyla görenim” (diye vahyettik).

12 . Süleymân’a da rüzgârı (boyun eğdirdik)! (Öyle ki) sabah gidişi bir ay(lık mesâfe), akşam dönüşü de bir ay(lık mesâfe)dir. (**) Ve erimiş bakır menba‘ını onun için (sel gibi) akıttık. Rabbisinin izniyle onun önünde çalışan bir kısım cinler de vardı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli ateş azâbından tattırırız.

13 . (O cinnîler) ona saraylardan, timsâllerden (üzerinde nakış ve süsleme bulunan şeylerden), havuzlar gibi (geniş) leğenlerden ve (çok büyük) sâbit kazanlardan (o) ne dilerse yaparlardı. (Onlara buyurduk ki:) “Ey Dâvûd âilesi, şükür için çalışın!” Fakat kullarımdan çokça şükreden azdır.

14 . Artık onun (Süleymân’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onlara (Süleymân’ın) ölümünü ancak asâsından yemekte olan dabbetü’l-arz (bir ağaç kurdu) fark ettirdi. Bunun üzerine (Süleymân) yere yıkılınca, (onun ölümünü ancak bu şekildeanlamalarıyla) cinler için açıkça belli oldu ki, eğer gaybı biliyor olsalardı (o öldüğü hâlde), o aşağılayıcı azâb içinde kalmazlardı.

(*) “Mu‘cizât-ı Enbiyâ (peygamberlerin mu‘cizelerine dâir olan) âyetleri, birer hikâye-i târihiye olarak değil, belki onlar çok meâni-i irşâdiyeyi (yol gösterici ma‘nâları) tazammun ediyorlar (içine alıyorlar). Evet, mu‘cizât-ı Enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san‘at-ı beşeriyenin nihâyet hudûdunu (son sınırlarını) çiziyor. En ileri gāyâtına (gāyelerine) parmak basıyor. En nihâyet hedeflerini ta‘yîn ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşvîki (teşvik elini) vurup o gāyeye sevk ediyor. (...)

Evet telyîn-i hadîd, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühâsı (bakırı) eritmek ve ma‘denleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanâyi‘-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esâsı ve ma‘denidir. İşte şu âyet işâret ediyor ki: ‘Büyük bir resûle, büyük bir halîfe-i zemîne (yeryüzünün halîfesine), büyük bir mu‘cize sûretinde, büyük bir ni‘met olarak; telyîn-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle, ekser sanâyi‘-i umûmiyeye medâr (vesîle) olmaktır.’ Mâdem bir resûle, hem halîfe yani hem ma‘nevî hem maddî bir hâkime, lisânına hikmet ve eline san‘at vermiş. Lisânındaki hikmete sarîhan (açıkça) teşvîk eder. Elbette elindeki san‘ata dahi tergîb (rağbetlendirme) işâreti var.” (Zülfikār, 25. Söz, 79-81)

(**) “Hazret-i Süleymân (AS), bir günde havada tayerân (uçmak) ile iki aylık bir mesâfeyi kat‘ etmiştir (almıştır) der. İşte bunda işâret ediyor ki: Beşere (insana) yol açıktır ki, havada böyle bir mesâfeyi kat‘ etsin. Öyle ise ey beşer! Mâdem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenâb-ı Hakk, şu âyetin lisânıyla ma‘nen diyor: ‘Ey insan! Bir abdim (kulum),hevâ-i nefsini (nefsinin isteklerini) terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp, bazı kavânîn-i âdetimden (âdetimin kānunlarından) güzelce istifâde etseniz, siz de binebilirsiniz.’ ”(Zülfikār, 25. Söz, 79-80)