İlim ve Kudsiyet-5

Peygamberlik Müessesine Dair İlginç ve Mühim Bir Soru

Soru: Kuran, neden peygamberlere “İlim verdik” demekle beraber daha ziyade “Hüküm ve hikmet verdik” diyor?[1]

El-Cevap: Üstad Bediüzzaman şöyle bir tesbit yapar. “Kâinatın bütününde ve her bir parçasında zahir olan bir umumi hikmet var ki, kasd, şuur, irade ve ihtiyarı içinde bulundurur.[2] Şuur, ilmin, inceliklere nüfuz eden ve güven veren halidir. Kasd, hukuk ilmine göre, ilim ve istek birleşince ortaya çıkar; bir işi yapanın niyetini, hedefini gösterir. Bu yönüyle hikmet, ilimden daha zengin, daha kapsamlı, daha parlak ve daha kıymetlidir. İlim, bir nesneyi var eder. Fakat o nesnenin varlığının sebebi, onu yapanın muradı, hedefi ve maksadı ancak hikmetle çözülebilir. Bu hakikate binaen, kâinatın ve insanın varlığı ilimle anlaşılsa da manası, hedefi, maksadı anlaşılamaz. İnsanlık ilme kendi gayretleri ile farz-ı mahal ulaşsa da hikmete ulaşamaz. Sadece tahmin yapabilirler. Bu noktadan vahiy zorunlu bir hakikattir.

Evet akıl ve şuuru olan, kendisinin ve içinde bulunduğu âlemin farkında olan, bu iç ve dış dünyaların, geçmiş-gelecek zamanların manasını sorgulayan her insanın fıtratının, aklının, kalbinin, ruhunun ve bütün cihetlerinin ihtiyacı, sürekli bir duası vahiydir ve vahyi insanlığa getirecek peygamberlik müessesesidir. Kürsi âyetinde vurgulandığı üzere: “Onun ilminden hiç kimse bir şey kuşatamaz, âlemi çözemez. Onun diledikleri hariç...[3]

Hz. Ebu Bekir (RA) bu İlâhî dileme sırrını şöyle açar: “Hakikat kapısında aklının âcizliğini idrak edersen, çâresizliğini hissedip hakikat duasını bütün ruhunla acz ve hiçlik içinde yaparsan o kapı sana açılır; sen de ilim erbabı olursun. Yoksa Ebu Leheb gibi odun ateşine devam edersin.” Üstad Bediüzzaman da mealen “Akıl, bir cep feneridir, zifiri karanlık bir âlemde kendine yol çizmeye çalışır. Fakat o karanlık âlemi çözmeye çalışan sahibine azap verici olur. Bu fenerin acizliğini anlarsa, âcizlik ve çâresizlik içinde secde ederse, kalbinin gözü açılır ve vahyi anlayacak hale gelir. O vakit görür ki zerrelerden kürelere, kum tanelerinden gezegenlere, çiçeklerden meleklere kadar maddi-manevi bütün âlemler ilim ve hikmetle yaratılmış ve yaşatılıyor. Bütün âlemler, Allah'ın ilmini gösteren birer alâmettir; Onun ışıklı ve aydınlık bir aynasıdır. Bütün Âlemler Ezel-Ebed Güneşi olan Zat-ı Akdes’in Ulûhiyetinin nuru ile doludur.”[4]

İlim ve hikmet Allah'ın yaratma ve yaşatma sisteminde iki ana direktir.

*Hikmet, ilmin çizdiği istidad ve kaderleri bir arada, beraber açmayı, geliştirmeyi, yaşatmayı sağlayan; nesneler arasında sebep-sonuç bağı kuran İlâhî sır ve kanundur.

*Hikmet bu yönüyle her şeyin yararlı, güzel, doğurgan ve varlık âlemiyle bütünleşmiş bir halde yaşamasını sağlar.

*Hikmet, ifrat-tefritsiz bir şekilde, denge üzere olmayı zorunlu kılar. Hz. Hud (AS) bu hikmetin âlemdeki her şeyde hükmedişini “Hak bu ki Rabbim sırât-ı müstakim üzeredir” ifadesi ile klişeler. (Hud sûresi, 56)

*Hikmet, kul açısından akıl gücünün dengeli, vasat haline verilen isimdir. Bu noktadan insanın aklî güçleri bir terbiyeye girdikten sonra hikmete erişebilir. Erişince şu âyet o kişiye açılır: “Ve men yu’te’l-hikmete fekad ûtiye hayran kesîran[5] (Her kime hikmet verilmişse ona sınırsız hayır verilmiştir; sonsuz yararları, kârları, güzellikleri kazanır.)

*Hikmet, İlâhî icraatlar olan hastalık, musibet, bela, âfet gibi olumsuz, acı verici işlerdeki maksadı da gösterdiği ve onlardaki gizli güzellik, nimet ve terbiye boyutunu bildirdiği için bir doktor olan Hz. Lokman (AS) hakkında Kur’an şöyle der: “Ve lekad âteyna Lukmâne’l-hikmete enişkür lillâh” (Yemin olsun ki Biz Lokman'a hikmet verdik. Ta ki Allah'a ve Onun celalli icraatlarına şükretsin.) Devamında Rabbü’l-âlemîn şöyle buyurur “Kim şükrederse, kendi nefsi için şükreder; kim de bir kâfirlik olan nankörlüğü yaparsa bilsin ki Allah, Ganiyy ve Hamiddir. Onun nankörlüğü Allah’a kaybettirmez, Allah'ın şükre ihtiyacı yoktur, Allah mükemmeldir.” (Lokman sûresi, 12)

*Hikmet, idarecilik boyutuna geçince yani Allah'ın kasd, şuur, irade ve ihtiyacına göre bir idare sergilemeye kalkarsa buna “Hâkimiyet” denilir.

*Hikmet, Hakîm isminin tecellisidir. Hüküm ve hâkimiyet ise, Hâkim isminin tecellisidir.

*Hükümet ve ferd arasındaki dengeyi sağlayarak yapılan bir idarecilik ise, Hakem isminin tecellisidir. Ki, İmam-ı A’zam Ebû Hanife (RA) ve Hz. Ali'ye (KV) göre İsm-i A’zamdır ve Allah'ın icraatlarındaki maksadların mükemmel bir şekilde tahakkukunu bildirir.

Kâinatın mevcut hali, insan ve kâinat ilişkisi, geçmiş-gelecek bağlantıları; nesnelerde gözüken İlâhî bir otorite ve nesneler arası irtibat ve münasebetler gösteriyor ki; sonsuz bir hikmet ve ilimle bu âlem kurulmuş ve devam ediyor. Meşalelerle, cep feneriyle çözülecek anlaşılacak gibi değil! Akıl musluğundan akan cüz’î sular değil, kalb kuyusundan fışkıran ve bütün dünyanın su deveran sistemine bağlı, şifalı, tatlı, temiz ve sonsuz feyizlerle, kudsî âb-ı hayat gibi olan mârifetlerle ile bu dünya çözülür, aydınlanır. Nietche, Freud, Marks, Sartre, Camus, Maarrî ve Hayyam gibi düşünenlerin karanlıklı, sıkıcı, bunaltıcı, kendisine hayrı olmamış, bir kısmını çıldırtmış alevli fikirleri, yakıcı tasavvurları gözle görünür bir delildir ki, onların dayanakları âcizdir, ışığı yetersizdir. Vahyin anlattığı güneş gibi Tevhidin misali ve şu âciz aklı baz alan şirkin timsali şudur:

Gündüz vakti cam, su, deniz vesaire şeffaf şeylerde güneşin bir yansıması görünür. Güneş hakikatte bir tane iken, kendi semavi konumunda bulunurken, yeryüzünde trilyonlarca küçük-büyük hayalî güneşçikler görünür. Bu manzarayı gören birisinin şu fikri Tevhiddir: “Bu şeffaf şeylerde gözükenler gerçek güneş değiller. Onlar hakiki ve semavi güneşin küçük bir aynasındaki yansımalarıdır. O cilveler, Hakiki Güneştendir. Her an Ona bağlıdırlar. Ondan bir an kopsalar yok olurlar; o şeffaf şeye de ait değildirler.” Bu manzaraya dair şu fikir ise şirktir: “O güneşçiklerin her biri hakiki bir güneştir. Kimseye bağlı değildir. Işık ve ısısını kimseden almaz. Bilakis her şeye o sıcaklık ve ışık verir. O güneşçiğin etrafında gezegenler ve uydular döner. Câzibesiyle onları tutuyor, çekiyor.

Hem damlalar, denizler, cam parçaları, şeffaf şeyler deseler ki: “Ben güneşim. Bende güneş var. Bendeki bu ışıkla her şeyi aydınlatırım; içini dışını görür ve bilirim. Bendeki bu sıcaklık ve cazibe ile her şeyi çevirir ve yaparım. Her şeye gücüm yeter. Kimseye ve hiçbir şeye varlığım ve devamım noktasında muhtaç ve bağlı değilim.” Bu sözler haddini bilmemenin belirtisi olur. İşte kalp ve ruh, doğrudan doğruya Ezel-Ebed Güneşi olan Allah'a yüzü dönük, onun sıcaklık ve ışığını alan birer şeffaf yapıdır. Bu yönler insanın şuur-altı boyutudur. İnsanın, akıl ve şuur-üstü boyutu ise, maddi dünya denilen dolunaya bakar, ondan nur alır. Dolunay olmadığında, bulutlu bir gecede zifiri karanlıkta kalır. Kalp ve ruh ise, nefis ve benlik denilen, iki perde ve kılıf ile kaplıdırlar. Bu perdeler, âcizlik ve ihtiyaç hallerinde yırtılırlar. O vakit kalp ve ruh, Ezel-Ebed Güneşinin ışığını yanında ve içinde hisseder.

Günahlar ve yanlış fikirler nefis ve benlik denilen bu perdeleri kalın bir duvar haline getirir; kalp ve ruh da karanlıklarda kalır. Tek çare akıl feneri ile, mâlûmât meşalesi ile zifiri karanlık bu âlemi bilmeye, çözmeye, manasını anlamaya çalışmak... O vakit kişi, bir nebi ve resulle muhatap olursa ve vahiy metniyle karşılaşırsa iki tavır sergiler: Ya davetini kabul eder, “sıddık” olur; ya da reddeder, “zındık” olur. Hz. Ebu Bekir (RA) ve Ebû Cehil gibi... Cehâlet, hakikati hiç bilmemektir; gelen hakikati ise, külliyen reddetmektir. Ebu Leheb ise, bilip de tabi olmayanları anlatır. O vakit, ilim ona ateş olur.[6] Böyle bir şuur ise, ateşin babası olur. Surenin anlattığı üzere Ebu Leheb, ilmi, maddiyat ve zenginliğin kazanılma aracı sayıyordu; ilmi dünyaya âlet ediyordu. Onun için kriter ilim değil maldı. Din, malı ve mülkü, vatanı ve dünyayı ilme-imana feda ettiği için o malına sarıldı, ilmin maneviliğine ve dinin kutsallığına sırt çevirdi. “Benim malım bana yeter” dedi. Rabbü’l-Âlemîn Leheb sûresinde diyor: “Onun malı ve kazancı ona bir fayda vermedi, onu kurtarmadı.” Bu haliyle Ebu Leheb, Hz. Musa'ya (AS) cephe alan ve yakın akrabası olan Karun gibi oldu, helâka uğradı. Hadiste denildiği üzere “Ebu Cehil, o devrin Firavun'u idi.[7] O halde rahatça diyebiliriz ki Ebu Leheb de, kavm-i Musa'dan olan o devrin Karun'u gibiydi...

Vahiy ve aklın misalini şu aynada farklı bir yönüyle görebiliyoruz: “İlkel bir kabileden bir adam, bir sal yapar. O sal ile okyanusları dolaşmayı başlar ve gördüğü yerlerin şeklini çizmeye çalışır. Görebildiği, girebildiği, anlayabildiği şeyler çok sınırlı ve kıt olur. Sonra der ki: “Ben yıllarca uğraştım. Bütün dünyayı gezdim. İşte harita... İşte dünyanın içyapısı... İşte dünya milletlerinin özellikleri... İşte geçmiş zaman, işte gelecek zaman... İşte dünyanın evrendeki konumu ve diğer gök cisimleri ile bağı... İşte evrenin geçmişi...” Bu ilkel adamın görebildiği ve bilebildiği alan son derece sınırlı, dar ve kısırdır. Diğer alanlar ise sadece tahminleridir. Buna mukabil vahiyler de, birer haritadır. Vahyin bu yönüne mantık ilminde “Hüccet” denilir. Yani kişiyi Hakikat Kâbesine götüren yolları gösteren; hem kâinat denilen Hakikat ağacının kökünü, gövdesini, dal ve yapraklarını, meyvelerini ve bunlar arasındaki bağları bildiren harita... (Kızıl İcaz). Bu noktada vahyin dünya-âhiret, mazi-müstakbel, insan-kâinat-Allah hakkındaki şaşmaz, şaşırtmaz, yanılmaz ve net, hakiki ve mutlak beyanları onun nasıl bir ilim ve hikmetten geldiğini gösterir. Misal olarak çeşitli mevzularda 2-3 âyet söyleyeceğiz ta ki bu iddiamız temellerini göstersin:

İlim-Varlık-Hayat:Yaratan ve yapan hiç bilmez olabilir mi?” (Mülk sûresi, 14)

Allah'ın ilmi dâhilinde olmadan bir yaprak düşmez.” (En’am sûresi, 59)

Astronomi:Güneş ve ay belirli rota içinde hareket ediyor ve yüzüyor. O yüzden birbirleriyle yan yana gelemezler.” (Yasin sûresi, 40)

Yanıp yanıp sönen diri yıldızlara, çevresini süpüren sönmüş yıldızlara and olsun.” (Tekvir sûresi, 15-16)

Biyoloji:Anne karnında sizi üç karanlık bölgede şekillendiriyoruz.” (Zümer sûresi, 6)

İnsan:Allah dostları için korku ve üzüntü yoktur. Allah dostu olmayan herkes bu karanlıklara ve ateşlere girer.” (Yunus sûresi, 62)

Hukuk:Akrabalarınız dahi olsa, Haktan ve adâletten ayrılmayın.” (Nisa sûresi, 135)

Felsefe:Allah sizi hakka davet ve size hidayet eder.” (Yunus sûresi, 35)

Aile:Karı koca arasında şiddetli sevgi ve merhamet koyduk.” (Rum sûresi, 21)

Yaşlılık:Anne babanıza öf bile demeyin; onları kınayıp eleştirmeyin, onlara güzel ve değerli sözler söyleyin. Onlara şefkat kanadınızı gerip, onlara dua edin.” (İsra sûresi, 23)

Dua:İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangi isimlerle dua ederseniz edin. Bütün güzel isimler, damgalar ve hakikatler O'na aittir.” (İsra sûresi, 110)

İbadet:Sizi açlıktan alıp hoş kokulu yiyeceklerle devamlı besleyen; sizi korkulardan alıp emniyete devamlı erdiren kim ise, Ona kulluk edin.” (Kureyş sûresi, 4)

Âhiret:O taptığınız şeyler sizi öldükten sonra tekrar hayata getiremezler.” (Furkan sûresi, 55; Enbiya sûresi, 21)

De ki: ‘O çürümüş ve kül olmuş kemikleri ilk kez kim yaptı ise, O onlara tekrar hayat verecek ve yapacak. O bütün yaratma şekillerini bilendir.” (Yasin sûresi, 79)

Cehennem:Haram kılınan ve suç olan fiilleri yapanlar, zindanlıklar isimli kitapta kayıtlıdırlar. O kitap, rakamlandırılmıştır.” (Mutaffifîn sûresi, 7-9)

Cennet:İçleri tertemiz olan takvalılar var ya onlar da yüceleşenler kitabındadırlar. O kitap numaralandırılmıştır.” (Mutaffifîn sûresi, 18-20)

Ticaret:Allah, alışverişi helal, faizi haram kıldı. Ticaret yapanı büyütür, faizi ve onunla besleneni yakar mahveder.” (Bakara sûresi, 275-276)

Sosyoloji:Allah sizi kabile kabile olarak yarattı. Ta ki tanışasınız, örf ve kültür alışverişi yapasınız.” (Hucurat sûresi, 13)

Medya:Size, bir fâsık (ahlaksız) bir adam haber getirdiğinde onu araştırın.” (Hucurat sûresi, 6)

Edebiyat:Biz sana şiir öğretmedik.” (Yasin sûresi, 69)

Şairler, yapmadıkları şeyleri söylüyorlar.” (Şuara sûresi, 224-225)

Kur’an bir zikirdir, hakkı bildirir.” (Kalem sûresi, 52; Tekvir sûresi, 27)

Askeriye:Sizinle savaşanlarla siz de savaşın.” (Bakara sûresi, 190)

Sulh daha hayırlıdır.” (Nisa sûresi, 128)

Kalite:Eğer siz sabrederseniz, onlardan on katınız düşmana dayanabilirsiniz.

Allah sizde zayıflık gördü. Sizden sabreden bir kişi onlardan iki kişiye bedel savaşabilir.” (Enfal sûresi, 65-66)

Sanat:Allah her şeyi sanatlı ve kıymetli yaptı.” (Neml sûresi, 88)

Biz insanı ahsen-i takvim üzere yarattık, şaheser kıldık.” (Tin sûresi, 4)

İdâre:Allah'ın kürsüsü (bilgiye dayalı idâre sistemi) gökleri ve yeri kaplar.” (Bakara sûresi, 255)

İsraf:Firavun ve kavmini müsrif oldukları için helâk ettik.” (Duhan sûresi, 31)

Ekonomi:Bir kavmi helâk edeceğimiz zaman onların başına müsrifleri getiririz.” (İsra sûresi, 16)

Altın ve gümüş stok etmeyin!” (Tevbe sûresi, 34)

Yiyin, için ama israf etmeyin!” (A’raf sûresi, 31)

Fizik:Allah her şeye kadirdir; her şeyi kudretiyle yapar.” (Âl-i İmran sûresi, 179)

Allah, Kaviyy ve Azizdir; sonsuz kuvvet ve üstünlük sahibidir.” (Hacc sûresi, 74)

Gıda:Sizi yalnızca kulluk için yarattım. Sizden rızık istemiyorum. Hak bu ki rızık verici ve metin kuvvet sahibi, Allah’tır.” (Zâriyât sûresi, 56-58)

Musa ve arkadaşı sabah akşam balıktan yiyeceklerdi.” (Kehf sûresi, 62)

İbrahim misafirlerine semiz ve yağlı dana eti sundu.” (Zâriyât sûresi, 26)

Ölüm:Her nefes alan organizma, kanlı yapı ölür.” (Âl-i İmran sûresi, 185)

Nerde olursanız olun ölüm sizi bulacak. İç içe kaleler içinde olsanız bile...” (Nisa sûresi, 78)

Tükeniş (Entropi):Her nesnenin kuvveti bir gün biter, tükenir. Her şey O'nun ilmine rücu eder.” (Kasas sûresi, 88)

Ahlak:Gerçek şu ki sen azametli bir ahlak üzeresin. Seni reddedenler ahlaksızdırlar.” (Kalem sûresi, 4)

Yaradılış Sırrı:Ben kendime bir halife yapacağım.” (Bakara sûresi, 30)

Davud'u halife yaptık.” (Sad sûresi, 26)

Vahiy:Eğer Benim sözlerim içine kendi sözlerini katarsan senin can damarını keseriz.” (Hakka sûresi, 44-46)

Melekler:Melekler, ikrama mazhar kullardır.” (Enbiya sûresi, 26-27)

Ne emredilirse onu yaparlar.” (Tahrim sûresi, 6)

Kıyamet günü gökte ve yerde olan melekler bayılırlar.” (Zümer sûresi, 68)

Ruh:Ruh, Allah'ın idare sistemi ve kanunudur.” (İsra sûresi, 85)

Peygamberlik:İbrahim ve İdris sıddık birer nebi idi.” (Meryem sûresi, 41-56)

İsmail, vaadinde sâdık bir resul ve nebi idi.” (Meryem sûresi, 54)

Musa, muhlas bir resul ve nebi idi.” (Meryem sûresi, 51)

Ey Sıddık Yûsuf!” (Yûsuf sûresi, 46)

Yûsuf, muhlas kullarımızdandı.” (Yûsuf sûresi, 24)

Resuller dedi: ‘Biz sizden bir ücret istemiyoruz. Ücretimiz eğer varsa o da Âlemlerin Rabbine aittir.” (Hud sûresi, 29-5; Sebe sûresi, 47)

Ahde vefa:Siz ahdinizi yerine getirin ben de getireyim.” (Bakara sûresi, 40)

Onlar verdikleri ahidlerinden döndüler.” (Enfal sûresi, 56)

Ahidlerini bozanlarla Allah kıyamet günü konuşmayacak, onların nefislerini arındırmayacak, onlara rıza nazarıyla bakmayacak.” (Âl-i İmran sûresi, 77)

Bu ve benzeri âyetler gösteriyor ki Kur’an'da öyle bir göz vardır ki yerin içi ve dışı, gökler ve dünya, geçmiş ve gelecek, gayb ve şehâdet, her âlemi içi ve dışı ile görür, gösterir. Hem olduğu gibi sunar. Kanunlarını ve özel hallerini bildirir. “Kur’an ve vahiy insanlara ulaşan yeterli bir hüccettir.[8] Vahye sırtını çeviren kat kat karanlıklar içinde kalmaya mahkûmdur. Ebu Leheb gibi…

Çok Ehemmiyetli Bir Soru

Soru: İlim, her insan açısından hem zorunlu görünüyor, hem de yakıcı ve yorucu! Onun bu tehlikeli boyutlarından kurtulup feraha ermenin yolu yok mu? Kur’an bu konuda nasıl bir yol gösteriyor?

Cevap: Leheb suresi, ilmin, sahibini nasıl yakan bir ateş olduğunu gösterdi. Oysa Kur’an ilmin nur olduğunu,[9] ilmin talebinin peygamberler için farz olduğunu bildiriyor.[10] Fakat bir nokta var ki çok mühim: “Kafada kalan, kalbe ve hislere, ruha ve öze inemeyen bir fikir alev alevdir. Onun dış dünyada, varlık âleminde yeri yoktur.” Hakikatli ilim, dış dünyayla örtüşür ve bütünleşir. Buna, mantık biliminde “iz’an” denilir. Fikrin hislere inmesi, “feyiz” olur; ruha inmesi “nur” olur. Kalb, feyiz ve selamet arar; ruh ise, nur ve emniyet arar. Fikrin kudsiyeti, kalbe feyz olur; nuraniliği ise, ruha emniyet verir. Bu manada fikirlere kudsiyet ve nuranilik bahşeden sır ise, Tevhid hakikatidir. Yani her şeye mana-yı harfî ile Allah nâmına ve Onun sanatı olarak bakmaktır.

Tevhid, her nesnenin bir ilim ve irade ile, bir kudret ve emir ile yapıldığını bilerek her şeyi okumak, incelemek ve anlamaya çalışmaktır. Bu bakışla bakan biri dış görüntüye aldırmaz ve takılıp kalmaz.

*O, maddeye baktığında önce maddenin içinde işleyen kuvveti, sonra da kudreti görür. Kudret, İlâhî bir nurdur.

*Hem o DNA, genetik yapı, tabiat boyutuna bakınca önce onun içinde işleyen kader ve hakikati, sonra da ilmi görür. İlim, İlâhî bir nurdur.

*Hem o, o nesneyi diğerlerinden ayıran özelliklerine ve yararlarına bakınca, sebep-sonuç bağını görünce önce kanunları, sonra hikmeti ve iradeyi görür. İrade ve hikmet, İlâhî birer nurdur.

Bu şekilde bir tefekkür, her nereye yönelirse yönelsin onu mutlaka kuşatıcı, her bir şeyde görünen, her şeyle her bir şeyin bağlantısını açan bir ufka yükseltir. Bu tarz bir inceleme “kabuktan öze inme”, “zâhirden hakikate geçme”, “yüzeysellikten kurtulma” demektir. Bunun adı, Kur’anda, “ihlas” tır. Ki ihlas, manevi ateşlerden kurtulma manasına gelmesiyle Leheb suresinin sunduğu alevli âlemden kurtulmanın çaresini sunar.

Evet ihlas, bütün peygamber yapılarının, içe dönük karakter ve dışa dönük karakter fark etmez, ayrılmaz özelliğidir. İhlas, maddiyata girerse istiğna (karşılıksız iş yapma) olur; fikriyata girerse tevhid (her şeyin özüne inme, Allah ile bağını kurma) olur; amele girerse takva (ameli manevi kirlerden koruma) olur. Bu noktaya nazaran, Resullullah (ASM) ve sahabeler, doğrudan doğruya Allah'ı anlatan, O'nun hakkındaki bütün kof ve yalancı fikirlerin iddialarından insanı kurtaran bir tarif veren, Allah'ı kalp-ruh-akıl gözlerine gösteren sureye “İhlas Suresi” adını vermişlerdir. “O'nu Hüviyeti-Ulûhiyeti-Ehadiyeti-Samediyeti-Ezeliyeti-Ebediyeti-Hiç bir şeye benzememesi ile bilip inanmayan ateşlere mahkûmdur” demişler.

Kur’anın Leheb Suresi ile insanlığın ve her bir insanın hakikat yolculuğundaki zorluklarını anlatışı ve bunu hakikatli tasvirini; sonrasında İhlas Suresi ile de bu sonsuz hak ve hakikat yolcuğunun kademelerini, emniyetli ve selametli şekilde bildirişini okuduktan, anladıktan ve canlı numunelerde gördükten sonra M. Kemal'in Leheb Suresi hakkındaki şu sözünün ne kadar cahilcesine ve anlayışsızca söylenmiş olduğunu görebiliyoruz: “Kur’anı tercüme ettiriyorum. Ta ki insanlar görsünler Arabın oğlunun yâvelerini… Amcası Ebu Leheb ile bizim ne işimiz olur.” Onun bu tavrı, sözleri ve sergilediği hayat Kalem Suresi'ndeki şu ifadelere birebir uymakta: “Senesimuhu ale’l-hurtûm” (O mağrur filin hortumunu rezâlet damgası ile damgalayacağız.) M. Kemal maalesef, İslamiyet denilen Hak ve Hakikat, İman ve İslamiyet Kâbesi’ne saldıran, dizginleri Batı Dünyası’nın elinde Hıristiyan Ebrehe’nin fili gibi olmuştur.

[1] Mesela, “Yahya'ya hüküm verdik.” (Meryem sûresi, 12). “Lût’a hüküm verdik.” (Enbiya sûresi, 74) “Âl-i İbrâhim’e hikmet verdik.” (Nisa sûresi, 54) “Lokman'a hikmet verdik.” (Lokman sûresi, 11)

[2] Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan bahsi.

[3] Bakara sûresi, 255.

[4] Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas, 2. Nokta.

[5] Bakara sûresi, 269.

[6] Bir köylü sahabe Hz. Peygamber’e “Kader” mevzusunu sorar. Hz. Peygamber (ASM) o sahabenin seviyesini ve mevzuyu hazmedemeyeceğini görerek der ki: “Kader, cehennem korlarından bir kordur. Seni yakar.” (İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe)

[7] Beyhâki, Taberânî, Müsned-i İbn-i Hanbel… Megâzi Bahsi… Bedir savaşı…

[8] En’am sûresi, 149.

[9] Nûr sûresi, 35.

[10] Taha sûresi, 114.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
14 Yorum