
Erdem AKÇA
İlim ve Kudsiyet-2
Mürşidler, her insanın önce kendisiyle[1], sonra Allah ile olan kavgalı yönünü tezkiye etmekle kul ile Allah arasında vasıtadırlar. Vasıta, ortayı bulan, edilgen unsur demektir. İşte resuller ve onların varisleri olan kâmil mürşidler, Allah ile kul arasında vasıtadırlar. Nasıl ki resuller kendi devirlerindeki münafıkların nefislerini infak ve zikir sırlarıyla arıtıp onları ihlas ve sadâkata erdirmişler; Allah namına yaşanan bir hayatı o kişiye kazandırmışlar. Aynen öyle de her asırda onların vârisleri olan mürşid-i kâmiller, halkın münafık nefislerini infak, zikir ile temizleyerek onların Allah rızası için yaşanan bir hayata kavuşmalarına vesile olmuşlardır. Mürşid olabilmenin yolu “râşid” olmaktan geçtiği gibi onlar da ilmin kudsîleşmiş, kalbe işlemiş hali olan “rüşde” ve “kâmil iman” a ermişlerdir. Kendi kalp ve nefis aynalarından Allah'ın kudsiyet ve selametini yansıtmışlardır.
Evet mürşidler, “İslamiyet” hizmeti yaparlar; tıpkı üstadların, “iman hizmeti” yaptıkları gibi... Onlar “hak ve hidayet” hizmeti yaparlar, tıpkı üstadların “hakikat ve ilim” hizmeti yaptıkları gibi... Onlar risaletin vârisleridirler, tıpkı üstadların nübüvvetin vârisleri oldukları gibi... Kuran-ı Hakîm, rüşd ve risalet ilişkisini şu âyetle açar: “Bilin ki içinizde Allah'ın Resulü vardır. Eğer o resul birçok idarî ve özel meselelerde size itaat etseydi, siz çok sıkıntı çekerdiniz. Velakin Allah size imanın güzelliklerini göstererek size imanı sevdirdi. Kalbinizin içinde, kalbinizin içi olan gönlünüzde imanı süsleyip daha da güzelleştirdi. Sizin muhabbetinizi meveddet yaptı, sevginizi kökleştirdi. Hem küfürden (imansızlıktan), fısktan (emredilenleri yapmamaktan) ve isyandan (yasaklananları işlemekten) sizi tiksindirdi, iğrendirdi. İşte rüşdün hakikatine, kanunî yapısına kavuşan yüce insanlar bunlardır.”[2] Bu âyete dikkat edilirse, imanı ve tevhidi şiddetli şekilde seven, zıddı olan küfür ve onun karanlıklarından tiksinen ve iğrenen; Allah'ın emirlerini yapmayı (amel-i sâlih) ve yasaklarını işlememeyi (takva) severek yapıp bunların zıdları olan fısk (emredileni yapmama) ve isyandan (yasakları işlemeden) da tiksinen ve iğrenen kişi rüşde ermiştir. Yani mümin biri eğer müslim de olursa; Allah için, Onun rızası için yaşanan kudsîleşmiş bir hayatı severek yaşarsa o râşiddir. Rüşdün özel, şahsın terbiyesiyle alakalı cihetleri de yaşanılırsa kişi reşîd olur.
Kur'an, Kürsi Âyeti’nin hemen peşinde 256. âyette şöyle der: “La ikrahe fiddiyn. Kad tebeyyene’r-rüşdü mine'l-ğayy” (Din içinde zorlama yoktur. Rüşd, bütün güzel neticeleriyle zıddı olan “gayy” dan apayrı bir hakikat olarak belirdi.) Demek rüşde ermek, bir tezkiye edici resule ve onun varisi olan bir mürşide tabi olmak gönül işidir. Kişi talep etmeden bu iş olamaz. Kur'an rüşde erdirici yolu iki esas olarak sunar: Tezkiye-i Nefs ve Tathir-i Kalb... Yani nefsi, tezkiye etmek ve kalbi taharete eriştirmek... Bu iki güzelliği elde etmek için de iki sır verir: İnfak ve Zikir...
İnfak, Allah rızası için kendi helal kazancından zekât, sadaka vesaire şeklinde maddi bağış ve yardımları muhtaç olanlara, fakirlere vermektir.[3] Zikir de, Allah'ın isimlerini ve dinin temeli ve özü olan Sübhânallah, Elhamdülillah, Allâhu Ekber, Lâ ilâhe illallah, lâ havle velâ kuvvete illa billâhi’l-aliyyi’l-azîm gibi cümleleri her gün belirli miktarlar dâhilinde tefekkür ederek veya etmeyerek okumak, söylemektir. Kur’anda taharet, hem beden hem kalb temizliği için kullanılır.[4] Fakat genelde kalb temizliği için kullanılır. Tezkiye de, nefsin temizlenmesi için...[5]
Tevbe suresi 102. âyette Rabbü’l-âlemîn şöyle buyurur: “Tebük seferine katılmayıp günahını itiraf edenler, geçmiş hayırlarına ve amellerine kötü bir amel karıştırdılar. Bunlar eski hallerine dönmek isterlerse umulur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Allah Tevvab ve Rahim’dir kullarının tevbe ve dönüşlerini devamlı kabul eder, onlara şefkatle muamele eder.” Sonraki Rabbü’l-âlemîn şöyle buyurur: “Huz min emvâlihim sadakaten tütahhiruhum ve tüzekkîhim biha ve salli aleyhim. İnne salâteke sekenün lehüm. Vallâhu semiun alîm” (Onların mallarından sadaka al. Ta ki o sadaka ile tathir ve tezkiye olsunlar. Ve onların rahmete ermeleri ve ruhlarının sağlamlaşması için dua et. Hakikaten senin duan onlar için bir sükunet ve teskin sebebidir. Allah onları ve seni işitiyor ve içlerinizi biliyor.) Bu âyet dikkat edilirse savaşa gitmeme günahıyla kalb ve nefislerin kirlendiğini, temizlenmesi içinde sadaka ve infak yapmalarını tavsiye ediyor, bir manevi sırrı açıyor.
Sonraki âyetlerde Rabbü’l-âlemîn münâfık-muhlis ayrımını, bu iki grubun kuracağı câmileri ve fonksiyonlarını anlatır ve şöyle buyurur: “Lâ tekum fîhi ebedâ! Le mescidün üssise ale’t-takva min evveli yevmin ehakku en tekûme fih. Fîhi ricâlün yuhibbûne en yetetahheru. Vallâhu yuhibbu’l-muttahhirîn.”[6] (O münafıkların kurduğu camide ebediyen namaz kılma! Daha ilk günden takva üzerine tesis edilen Mescid-i Kuba ve Mescid-i Nebevi’de namaz kılman hakka daha uygundur.[7] O takva mescidinin içinde kendi taharetleri için uğraşan ve bunu severek yapan adamlar ve yiğitler var. Allah bu şekilde gayret gösterip taharet kazanmaya çalışanları sever.) Bu âyet
*Her mescidde namaz kılınmayacağını,
*İhlasın verdiği ruhun camiye sirayet ettiğini,
*Sahabelerin zikir, ibadet, oruç gibi kalb temizleyici işlere uygun bir şekilde meşgul olduklarını ve
*Bunu severek yapıp karakter hâline getirdiklerini bildiriyor.
Âyet Resulullah'ı (ASM) onların mürşidi olarak sunuyor ve buyuruyor ki “Bu taharet çabaları içinde olup bunu kendilerine bir tarikat, değişmez vasıf yapanlar var ya işte Allah onları seviyor, onlara sevgisini hissettiriyor.” Bu özel yiğitlere, âlimlerce “Ashab-ı Suffa” denilir. Münafıklar onları mikrop ve asalak görüyorlardı. (Münâfıkun suresi, 7) Allah ise “Asıl erkek ve yiğit bunlardır. Adam dediğin böyle olur!” diye bu âyette onları medh ediyor.[8]
Manevi terbiyenin ikinci unsuru ise “Zikir” dir. Kur'anında Rabbü’l-âlemîn zikir-kalb bağını şöyle açar: “Ve yekulullezîne keferû levlâ ünzile aleyhi âyetun min Rabbihi. Kul innallâhe yudıllu men yeşau ve yehdi ileyhi men enâb * Ellezîne amenû ve tetmainnu kulûbuhum bi-zikri'llâh. Elâ bizikrillâhi tetmainnu’l-kulûb”[9] (Kâfirlilikte ilerleyenler diyorlar ki, “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” De ki: “Allah sapmak isteyen birisini dilerse saptırır; Kendisine yönelen ve tövbe edeni ise hidayete erdirir. Onun hidayete erdirdiği kişiler imanda yol alanlar ve kalbleri Allah'ın zikriyle tatmin olan, mutmain olanlardır. Uyanın, akıl ve kalp gözünüzü açın! Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle mutmain olur.”)
Mutmain olma ancak görmeyle olabilen bir sırdır. Bu sırrı Hz. İbrahim (AS) şöyle ifşa eder: “Ve iz kale İbrahimu Rabbi erini keyfe tuhyi'l mevta! Kale evelem tü'min! Kale bela velâkin liyetmainne kalbî”[10] (Bir zamanlar İbrahim dedi: “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster!” Rabbi ona: “Yoksa iman etmiyor, bana güvenmiyor musun?” deyince “Hayır, iman ediyor ve Sana güveniyorum. Velakin kalbimin mutmain olmasını istiyorum. Bunun için görmek istiyorum” dedi.)[11] Bu iki âyetiyle Kur’an “Zikir manevi bir görmeyi, Allah'ın nurlarını âlemde ve her şeyde temaşa etmeyi, “Allah, göklerin ve yerin nurudur” hakikatini seyretmeyi netice verir” diyor. Bu görme, kalbin gözünün açılmasıyla alakalıdır. Gözle görmeye Kuranda, “basar”, akılla görmeye “nazar”, kalb ile görmeye ise “şuhûd” denilir.[12] Allah Azze ve Celle Hacc 46. âyette şöyle buyurur: “Onlar yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı onların akleden kalpleri; hakikati duyan ve itaat eden kulakları olurdu. Fakat gerçek şu ki başlardaki gözler kör olmaz. Velakin sadırlardaki, sinelerdeki kalpler kör olur.”
İnfak ve zikir, nefis ve kalbi temizleyip tedavi eder; sonra onu şuhûd seviyesine yükseltir. Kur'an münafıkların iki temel vasfı olarak “İnfak yapmamayı, Allah rızası için malından harcamam” ayı ve “Allah'ı az zikretme” yi gösterir. (Münafıkun sûresi, 9-10)
*Hem yapılan namaz gibi ibadetleri üşenerek yaptıklarını;
*Hem yaptıklarında dahi riya amaçlı yaptıklarını;
*Onların namazının zikir olmayıp bir yanılgı olduğunu;
*Hem onların infak, sadaka ve zekâta muhalif olduklarını bildiriyor. (Maun suresi, 4-7)
Devam edecek
[1] Nefis ve kalb sürekli bir savaş içindedirler.
[2] Hucurât sûresi, 7.
[3] Nifak ile aynı kökten de gelmesi gösterir ki, münâfıklığın en büyük ilacı Allah rızası için infakta bulunma çabasıdır. Bu infak mevzuu o kadar mühimdir ki, Kur’an manevi makamların en üstünü olan “Kurbet” in infak ile elde edileceğine garanti verir. Bu yolun köylü ve şehirli, okumuşla câhil herkese açık olduğunu bildirir. (Tevbe Sûresi, 99)
[4] Mesela Ahzab suresi 53 ve diğerlerinde “kalbin tahareti” ifade edilirken, Bakara 222. âyette ise “beden ve kalıbın tahareti” için kullanılır.
[5] Mesela Necm suresi 32 ve diğerleri…
[6] Tevbe sûresi, 108.
[7] “Kuba Mescidinde kılınan namaz, umre gibidir” ve “Benim mescidimde kılınan bir rekat namaz Mescid-i Haram hariç diğer mescidlerde kılınan 1.000 rekat namaza bedeldir” hadis-i şerifleri bu âyetin tefsiridirler. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, Cilt 1, Erkam bin Ebi’l-Erkam ve Üseyd bin Züheyr Maddeleri)
[8] Bu âyetin verdiği pencereden bakılırsa kalb tahareti ve nefis terbiyesini ömür gayesi yapan tarikat erbabından istikamet üzere olanlarını mikrop gibi gören, onları İslam dışı ve hatta “müşrik” sayan kişiler Kur’anın İlâhî ve ebedî tokadını yemiş oluyorlar.
[9] Ra’d suresi, 27-28.
[10] Bakara suresi, 260.
[11] Hz. İbrahim’in (AS) bu talebinin arkasında materyalist ve dünyaperest kavminin bir talebinin varlığı seziliyor.
[12] Kaf suresi 22. âyet “basar-ı aynî”yi, Gaşiye suresi 17. âyet “nazar-ı aklî”yi, Mutaffifîn suresi 21. âyet “şuhûd-u kalbî” yi anlatır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.