İlim ve Aşk-ı Beka

Soru: Kul, beka ve ebediyeti nasıl kazanabilir? Bir fâni beka elde edebilir mi?

Cevap: İhlas suresi fânilerin hayatına ait iki özelliğin zıddıyla, Allah'a ait beka ve ebediyeti anlatır. Der ki: “Lem yelid ve lem yûled” (O, doğurmadı ve O, doğurulmadı.) Doğurmak, fâni olanın nisbî bir beka ve ebediyeti elde etmesidir. Her canlı neslinde manen yaşar. Fâniler, ebediyet için doğurmaya muhtaçtırlar. Allah ise, doğurmak gibi şeylerden münezzehtir. Bu âyet, Allah'ın “Beka ve Ebediyetini” bildirir. Doğurulmak ise, bir fâni canlının varlık ve canlılığının başlangıcını bildirir. Bir fâni canlı için, bu doğurulma zaruridir. Fakat Allah'ın varlığı, diriliği bir canlıya ve varlığa bağlı değildir; bağlı olsa zâten O da kul olur. Demek varlık ve hayatın başlangıcında, varlık ve hayatı başlangıçsız olan Bir Yaratıcı olmak zorundadır. Kelam âlimleri, Onu “Vâcibu’l-Vücud” (Varlığı Zâruri Zât) diye isimlendirirler. İhlas suresindeki bu âyet Allah'ın “Kıdem ve Ezeliyetini” bildirir. Kul için hakiki beka ve ebediyet, İhlas suresinin bildirdiği üzere başlangıcı ve sonu olanlara bağlanmakla ve dayanmakla değil; Ezelî ve Ebedî, Kadîm ve Bâki olana iman ile bağlanmakla ve İslamiyetle dayanmakla mümkündür.

Küllü şey’in hâlikün illa vechehu[1] (Her şey, her bir nesne helâk olur, tükenir. Yalnızca Onun Zâtı ve Onun Zâtına bakan yüzü hariç) âyeti kulda ve her bir nesnede böyle baki bir yön zaruri olarak var olduğunu bildiriyor. Âyette gelen “helâk” tabiri o nesneyi oluşturan kuvvet ve kudretin tükenişinin bir kanun olduğunu bildiriyor. Canlı ve cansız her nesnede bu tükeniş, fâniliğe sebep olan sır ve hikmettir. Ehl-i fen bu tükenişe “entropi yasası” diyor. Hatta canlılarda bu tükenişin oluşunu Kur’an Hz. Yusuf'u (AS) misal olarak gösterir ve der: “ Ey kavmim andolsun Musa ve Harun'dan önce Yusuf da size apaçık burhanlarla gelmişti. O vakit de Onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Hatta o helâk olunca ‘Allah bir daha resul göndermez’dediniz.[2] Demek Hz. Yusuf (AS), onun bedenini eriten, cismini çürüten ve kuvvetini tüketen bir hastalıkla vefat etmiş.

Canlılar kendini teşkil eden bu fâni cismi ve onun tükenen kuvvetini değil de o cismin ve o cisimdeki canlılığın menbaı ve kaynağı olan ruhu ve hakikati göz önüne alsalar, ruhu ve özelliklerini keşfetseler, ruhun Allah'ın Zâtına açılan penceresini açıp Ona doğrudan muhatap olsalar bu bekayı ve ebediyeti, ruh ve hakikat aynalarında hissedip yaşayabilirler. Canlılar içinde özellikle akıl ve şuur sahibi insanoğlu, istikbali ve ölümünü, kıyâmeti ve kâinatın ölümünü gören özellikleriyle bu bekayı ve ebediyeti öğrenmeye, bilmeye, hissetmeye ve yaşamaya hem açıktır hem muhtaçtır endişe ve korkularından kurtulmak için hem mecburdur. Çünkü insan ruhunun hadsiz korkuları, istikbalin ve ölümün karanlık peçelerinden kaynaklanıyor. Bu korkular, ruhu ezip incittiği gibi, insanın geçmişe dair hissettiği sonsuz üzüntüleri ve acıları da, yine her şeyin elden çıkıp gidişini gösteren fânilikle alakadardır. Bu hüzünler, kalbi ve ruhu yakar ve acılara boğar.

İnsanın korku ve üzüntü dolu bu hayattan ve acılardan kurtuluşu araması mukadderdir. Bu arayış ya fikir yoluyla veyahut zikir yoluyla olacaktır. Fikir, ilim içinde bir beka arayışına; zikir ise, muhabbet ve aşk içinde bir beka arayışına vesile olur. Fikir erbabının arayışı “Hakikat” i bulmak ve görmek, hissetmek ve ona tabi olmakla neticelenir. Üstad Bediüzzaman Risale-i Nurun tefekküre dayalı yolunun kemalini şöyle açıklar: “Risale-i Nur ise, ilim içinde hakikate giden bir yol açmıştır.[3] Hakikat, aklın bekayı bulduğu, gördüğü, soluduğu, hissettiği ve yaşadığı caddedir. Bu şekilde iklim içinde bekaya erişen hakiki âlimlere, “Ehl-i Hakikat” ismi verilir. Sonraki hayatını, hakikate tabi yaşamak ile geçiren, hakikati hayat ve ruh aynasında feyiz ve nurları ile yansıtan kişilere ise, “Ehl-i Hakk” denilir.

Hak ehli, hakikati zaman ve zemine göre irade ve ihtiyarlarıyla işleyip yaşarlar. Bu sayede her yaptıkları “hayır”; her sözleri “hikmet”; her fiilleri bir “kudsiyet” ve “selâmet” unsuru olur. Mesela “Her sözün doğru olsun” hakikatini, “Her doğru her yerde söylenmez” şeklinde hakka uygun şekilde hayata geçirirler. Bilirler ki bazen hakikatli bir söz ve doğru bir kelam, İslamiyete ve dine hizmete, toplumsal huzura ve mutluluğa hıyanet hükmüne geçer. O söz sahibi de münafıkça bir işi doğru sözüyle yapmış olur.[4] Gıybet şeklinde, doğru sözleri yaymayla ortaya çıkan fitneler ümmete en çok zararı veren işlerdir.

Evet insanın ve her canlının bir hakikati bulunuyor. Bu hakikat temelde Esma-yı Hüsnadan en az bir tanesinin cilvesini taşımakla vazifelidir ve devamlı bir surette o Esma noktasında Allah ile irtibattadır. İnsanın, sırf Allah için, Onun rızası ve sevgisi için yaptığı fiil, söz ve hareketler, insandaki bu ruhani cephenin hareketlenmesine ve o insanın iç dünyasında bekayı ve ebediyeti hissetmesine sebebiyet verecektir. Kuran, buna ihlas der. Diğer tabirle “livechillah” (Allah'ın veçhi, Zâtı için) iş yapma olan ihlas, ilim ve marifetin kalp ve ruha yazılmasını, kalp ve ruhun hayatlanmasını sağlayan sırdır. Çünkü ihlas, kabuktan kurtarma, özleştirme, saflaştırma manasıyla kalbi, kabuğu olan nefisten; ruhu, kabuğu olan şahsiyetten; sırrı, kabuğu olan enâniyetten kurtarıp kalp, ruh ve sırrının hakikatlerinin hayatlanmasına yol açar. İnsanı kalbin, ruhun ve sırrın hayat mertebelerine eriştirir.

Evet, ihlasın içerdiği istiğna, sebeplere değer vermeyerek, sebeplerin baskısı ve minnetinin ağırlığından kalbi kurtarıp Allah'ın Samediyet tecellisiyle ona nefes aldırır. Üstad Bediüzzamanın tesbitiyle “Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir."[5] Hem ihlasın içerdiği teveccüh Allah'a odaklayıcılığı, kullardan yüz çevirtmesi, kulların ve sebeplerin karanlık perdelerinden kurtulup her şeyin âcizliğini göstermesi ile, ruhu hadsiz korku ve endişelerden kurtararak Allah'ın Ehadiyet cilvesiyle soluklandırır. Üstadın tesbitiyle "Ruh, Allah'ın ehadiyetiyle alakadar ve ona aynadır.[6] Sır ise, maddi-manevi, dünyevi-uhrevi bütün kayıt ve bağlardan kendini kurtaran ihlasın halas ediciliğiyle, Allah’ın Zâtı ile arasında hiçbir perdeyi bıraktırmayan bir fenâ ile Zât-ı Akdesin Ulûhiyet tecellisiyle ferahlar, nefes alır.[7]

Ulûhiyet, Hüviyet-i Zât’ın tecellisi ve kendisini göstermesidir. Üstad bunu şöyle ifade eder “Nefsindeki ene’yi yırt, Hüve’yi göster.[8] Bu kalp, ruh ve sırrın beka, ebediyet ve sermediyetle alakadar yönlerini Üstad Bediüzzaman şöyle sıralayarak ve gelişme seyrini göstererek açar “İnsandaki, sâbit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı beka, şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet...[9] Evet aşk kalbin, şevk ruhun, emeller ise sırrın özellikleridir.

Hem yine Üstad aşk ve şevki şöyle açar: “Bu zamanda a’vam-ı mü’minînin itimad etmesi (genel halk kitlesinin güvenmesi) ve iman hakikatlerini tereddütsüz ders alması için öyle muallimler (öğretmenler) lazım ki; değil dünya menfaatlerini, belki Âhiret menfaatlerini dahi ehl-i imanın menfaat-i uhreviyesine (Âhirete ait yararlarına) feda ederek o ders-i imânide (iman dersinde) her cihetle şahsî fâidelerini düşünmeyerek yalnız ve yalnız hakikatlere rıza-i ilahi ve aşk-ı hakikat ve hizmet-i imaniyedeki şevk-i hakk ve hakkaniyet için çalışsın. Ta her muhtaç delilsiz kanaat edebilsin, ‘Bizi kandırıyor’ demesin. Ve hakikat çok kuvvetli olduğunu ve hiçbir cihetle sarsılmadığını ve hiçbir şeye âlet olmadığını bilsin. Ta imanı kuvvetlensin ve ‘O ders, ayn-ı hakikattir (hakikatin özü ve ta kendisidir) ’ desin. Vesvese ve şüpheleri zâil olsun (bitsin).[10] Hakikat aşkı bekaya; hakka şevk ebediyete, hakkaniyet şevki ise, sermediyete götüren sâiklerdir.

Üstad Bediüzzaman bu 3 seviyenin kazanılmasını nur derslerinde 3 hakikatle formüllendirir. Ki 3'ü de, “Fenâ fi’l-ihvân” (kardeşlerinde fâni olmak) düsturuyla sağlanır:

1. mertebe, “ İ’sar ” dır. Yani kardeşlerinin maddi menfaatini, hatta kendisi ihtiyaç içinde olsa bile, kendi nefsine tercih etmedir. Ki bu, “Sırr-ı İhlas” dır. Bu mertebe ile nefsaniyet ateşi söner, şikâyetler biter. Bu mertebe, Nur talebesini Kuddûs ismine mazhar eder.

2. mertebe, “Tefâni” dir. Yani kardeşlerinin şahsiyetlerini ve onların şahsî meziyetlerini kendi şahsına ve meziyetlerine tercih etme, onların meziyetlerini kendi meziyeti gibi sahiplenip onlarla iftihar etme, buna şükretmedir. Ki bu, “Sırr-ı Uhuvvet” tir. Bu mertebe ile, şahsiyet buz dağı ve buzulu erir, zulmetler gider, birbirini tenkitler biter. Bu mertebe Nur talebesini, Ferd ismine mazhar eder.

3. mertebe “Sıddıkıyet”tir. Yani kardeşlerinin enâniyetlerini ve onların faziletlerini kendi enâniyetine ve faziletlerine tercih edip onların faziletleri ile şükredip iftihar etmek, onların faziletlerini kendi fazileti gibi fikren bilip manen yaşayıp hissetmektir. Ki bu, “Sırr-ı Hakikat” tir. Bu mertebe ile enaniyet buz dağı erir, fazilet-furûşluk biter, hodfuruşluk gider. Bu mertebe Nur talebesini, Hüve ismine mazhar eder. Bu 3 mertebenin tahakkuku ile Risale-i Nur’un ruhu, hakikati ve sırrı olan mananın kudsiyeti, ferdiyeti ve hüviyeti açığa çıkar. Bu mertebeleri yaşayan bir şakirdin kalp, ruh ve sır aynalarında görünürler.[11]

Ümmet-i Muhammediyenin (ASM) en büyük sıkıntısı gerek âlimler gerekse cahilleri arasında en büyük dertleri bu nefsâniyet, şahsiyet ve enâniyet duvarlarını aşamamak, yekdiğerini öz kardeşinden ötede sevememektir. Bu iç terbiye olmadan da sevemeyecektir zaten... Hadis-i Şerif’te Efendimiz (ASM) bu sevginin elzemiyetini şöyle vurgular: “İman etmedikçe, Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe, hakiki manada iman etmiş olamazsınız.[12] Bu kardeşliğin kudsi muhabbeti olmadan, sırf bencilce ve menfaat icabı bir alâka taşıyan kişi Cennete giremeyecektir. Böyle kirli bir nefis, hasta ve yaralı bir kalp sıhhat, sağlık ve dirilik makamı olan Cennete girip orayı kirletemez. Hem yine Resûl-u Ekrem (ASM) bir Hadis-i Şerif’te: “Sizden birisi kendi nefsi için güzel ve sevimli gördüğü bir şeyi kardeşi için de güzel ve sevilir görmedikçe, kardeşinde de onun varlığını, güzelliğini istemedikçe iman etmiş olmayacaktır.[13] Yani haset, imanı götüren bir gizli beladır. Kur’anda Allah’ın ikaz ettiği gibi “Hasetçinin, haset ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığın.[14] Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Hased, şerr-i mahzdır.” (Şualar, 11. Şua)

[1] Kasas sûresi, 88.

[2] Mü’min ( Gâfır ) sûresi, 34.

[3] Emirdağ Lahikası-I, 53. Mektup.

[4] Bir anlık hata ile Benî Kureyza Yahudilerinin âkıbetini onlara Hz. Peygamber’den (SAV) izinsiz söyleyen, sonra tevbe eden ve tevbesi kabul edilen Ebu Lübabe ( RA ) örneğinde olduğu gibi…

[5] Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.

[6] Sözler, 31. Söz, Mi’racın Sırr-ı Lüzûmu Bahsi.

[7] Sözler, 21. Söz, 1. Makam, 2. İkaz.

[8] Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.

[9] Lem’alar, 26. Lema, 5. Rica.

[10] Hizmet Rehberi, 47… Sözler Yayınevi.

[11] Bu bölümün detaylı izahı, Lem’alar, 21. Lem’a kısmında bulunmaktadır. Oraya müracaat ediniz.

[12] Müslim, İman 93-94. Ayrıca bk.Tirmizî, Et'ime 45, Kıyamet 56; İbni Mace, Mukaddime 9, Edeb 11

[13] Buhârî, İmân 7; Müslim, İmân 71, 72; Tirmizî, Kıyâme 59; Nesâî, İmân, 19, 33.

[14] Felak sûresi, 5.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum