İlim ve Ahlak-2

Soru: İnsanın ruh yapısının bozulup cinleştiğini, ifritleştiğini ve iblisleştiğini gösteren en bâriz özellik nedir? Yani enâniyet kendini en net nerede gösteriyor?

Cevap: Cin kelimesi ile morfolojik olarak aynı kök harflerden meydana gelen cünnet (kalkan) kelimesi bu sırrı açar. Şöyle ki: “Kur’anın hikmetle açtığı gibi İblis ve onun tâbileri avukat gibi kendilerini aklarlar. Aklamak için, gerekirse demagoji, mübalağa ve hatta yalanlara girerler. Ta ki kendini akladığını zannetsin. Onu da yapamazlarsa hırçınlaşıp suçlayacak birini ararlar.” Hz. Âdem’e (AS) secde meselesinde ilim imtihanını câhilliğinden kaybeden, Hz. Âdem’e (AS) secde etmekten kibirlenerek kaçan, o âyine-i kudsiyede yansıyan Uluhiyet nuruna secde etmeyen, Allah’ın nurunu o aynada inkâr eden İblis, Allah’a der ki: “Sen beni azgınlaştırdın. Bütün kabahat ve suç, Senin yüzünden![1] Bu edepsizlik onu küfre ve kovulmaya götürdü. Sonra hatasında ısrar onu “Allah’a karşı bir manevi savaşa” götürerek İblis dedi ki: “Kullarını saptıracağım. Onların çoğunu Sana secde eder bulamayacaksın.[2]

Bu kirli, pis ve habis ruh yapısı asla kusur ve noksanı kendine yakıştırmaz, kulun mahiyetinin kaynağı olan temel vasıfları reddeder. Farkında olmadan İlahlık iddia eder. Buradaki sır ve İblis’i aldatan paradoks, insan ve cinlerde gözüken mutlak âcizlikle ve cüz’î kudretin beraberce var olmasıdır. Bir kul bu iki zıt vasıftan hangisinin kendi malı olduğunu derin bir tedkik ve iç terbiye ile bilip sindiremezse Allah’a ait olan cüz’î, müsbet sıfatları kendinin değişmez, aslî hususiyetleri olarak görmeye başlar. Sonra o sıfatlarla diğer kullara karşı rekabete kalkışır. Bütün “sen-ben” davalarının temeli bu noktaya dayanmaktadır. Kur’an kul ilminin aslî ve zâtî olmadığını, göreceli ve kesbî olduğunu şu âyetle bildirir: “Ve fevka külli zi ilmin alîm[3] (Her ilim sahibinden üstte bir alîm vardır.) Hakiki ilim, mutlak ve küllidir. Onun ilmi, kullarda görünen izafi ilimlerle kıyaslanamaz. Kendindeki cüz’î ilmi kendisinin zanneden, kendisine şirk bakışı ile bakan kişi “Ben, en âlimim” demeye mecburdur. Çünkü kendinde görünen ilmi kendi zâtına nispet ettiğinde ilminin zâtîliğini iddia eder. Zâtî olan bir şey ise, mutlak ve sınırsızdır. Burada gözden kaçan husus insanın zâtının zâtî olmamasıdır. İnsanın zâtiyeti, hakiki ve zâtî bir zatiyet olmadığından kendisine nispet edilen ilim de zâtî bir ilim gibi ıtlak ve nihayetsizlik içermez. Fakat kişi öyle zanneder. İblis’in de aldandığı nokta burasıdır. Kur’anın bildirdiği üzere secde hadisesi öncesinde hilafete liyakat için bir ilim imtihanı bulunuyor. İçinde İblis’in de bulunduğu melekler, ilim noktasında Hz. Âdem’le (AS) müsabaka edilirler. Galip gelen Hz. Âdem (AS) olur. Bu, İblis’in benlik dağına vurulan ağır bir darbedir. Çünkü “En âlim ve tek âlim o değildir. Kendisinden daha ötesi vardır. Onun karşısında câhil olarak görünmüştür.” Melekler hemen derler: “Ey Rabbimiz! Bizdeki ilim de Âdem’deki ilim de Senin birer hiben ve verdiğin istidadın neticesi olan bir mertebedir. Senin bize öğrettiğinden başka ilim bizde yoktur. Sen Alîm ve Hakîm’sin.[4] İblis, hatada ısrar eder. Mağlubiyeti sindiremez ve kaybeder…

Kur’an bu kirli ruh halini “İttehazu eymânehum cünneten[5] (O münafıklar kendilerini tenkid oklarından korumak ve kurtarmak için yeminlerini kalkan edinirler) diyerek açar. Bu kendini savunma, kişinin nefsinin tezkiyesinin kapısını kapatır. Kendini kınayamayan, kendini eleştiremeyen asla ve asla nefis mertebelerinde ilerleyemez, bir adım bile değişme sergileyemez. Kur’anda çok açıkça vurgulandığı üzere “Bir kavim kendini başkalaştırıp değiştirmediği sürece Biz onları değiştirip başka bir hale çevirmeyiz.[6] Bulunduğu halden memnun ve mutmain olan başka bir hale dönüşmek istemez. Dönüşmek istemediği için değişemez; değişemediği için gelişemez. Gelişememesinin temelinde kendini avukat gibi savunan adamın, bir kendini beğenmeyi taşıması vardır. Bu kendini beğenmişliğin arkasında ise bir yeis ve ümitsizlik bulunur. Onun da arkasında manevi ve maddi bir günahı yer alır. O günah, Allah ile onun arasında bir perdedir. Böyle bir boyutta bulunan kişiye nefsi, “Sen kirlendin ve Allah seni kovdu” der. Bunun üzerine o da kendindeki güzel vasıfları arar. Bulunca “O kadar da kötü değilim” der. Onları sahiplenir, kendini beğenmeye başlar. Bu kendini beğenme bir savunma mekanizmasıdır. Bu beğenme kendini mükemmel görmeye kadar varır. O da kimseden bir şey almamaya, kimseyi dinlememeye yol açar. Ki buna, “gurur” ve “istiğna” denilir. Bu seviyeye gelen birini Allah sebepler eliyle imtihan edip ona eksikliğini gösterirse hemen sağ eline kalkanını alır, diğer sol eline de kılıç gibi keskin sözlerini ve avukatlığa başlar. Üstad Bediüzzaman nefsin bu avukatlığının bir manevi kanun olduğunu belirtip şöyle der:

İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle (yaratılış özellikleri ve yapısı dolayısıyla) nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten (ayıplar, kusurlardan) tenzih ve tebrie eder (temizler, aklar). Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder (tapar derecede bir sevme) tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi (emanet) edilen ve Mâbud-u Hakikînin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, Men ittehaza ilâhehu hevâhu” (Hevâsını İlah edineni görmedin mi?) sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte, şu mertebede, şu hatvede (adımda) tezkiyesi (arındırılması), tathiri (temizlenmesi), onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.[7]

Üstad Bedüzzaman yine der ki:

İnsandaki cinli yapı ve cinler gibi kendini savunma kalkanı kırılıp yere düşmeden cennetin kapısı açılmaz, oranın fethi kişiye müyesser olamaz. Bu, sabit bir hakikattir.[8] Bu cümlenin arkasındaki bölümde tevhid ve nübüvvet arasındaki telâzumu ele alır. Çünkü cennetin, o semavi kudsiyet bahçesinin kapısı ancak Lâ ilâhe illallah ve nübüvvete iman ile açılır. Nübüvvet ise, içteki bu cünneti (kalkan) kıranlara verilen, İlâhî talim mertebesidir. Kibir ve gurur, bir kalkan ve enfüsî puttur. İçte tevhidi hissedemeyen, kendi acz ve hiçliği içinde hakikati göremeyen bir kişi manevi ve maddi cennetlere giremez. Çünkü onda, iman yerleşemez. “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir[9] hadisi, içinde şirkin pisliğini taşıyanın o mukaddes ülkeye vatandaş olamayacağını bildiren bir fermandır, bir değişmez kanundur. Üstad Bediüzzaman “Kendini aklamayanı, Allah aklar” hükmünü âyetten çıkarır. Bu da kendini savunmayı bırakıp “Allah’ım! Ben yine ne haltlar karıştırdım” diyerek kendi kusurlarını araştırmakla, Tevhidin Hakikat balyozunu nefis ve ene’nin kafasına vurmakla olur. İnsanlık tarihinin bütün asırlarında en büyük problem enfüsî tevhidi bilmeme, bu tevhidi acz ve çaresizlik, fakr ve yokluk içinde hissetmemedir. İnsanı hilafete layık hale getiren unsur ilim ve hikmet değil aczini, kusurunu, çirkinliğini, eksikliğini hissedip Allah’tan utanma, Ondan özür dileme, Ona tövbe etme, kendini sürekli eleştirme, kendi zâlimliğini hissedip boynunu bükmedir. İblis, hata etti, kusurunu görmedi; avukatlık ebedî kaderi oldu. Yetmedi, Hz. Âdem (AS) ve Hz. Havva’ya (RA) hata ettirdi. Fakat onlar dediler: “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ fe in lem tağfirlenâ ve terhamnâ lenekünenne mine’l-hâsirîn[10] (Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, yasakladığın işi yapmakla zâlimlerden olduk. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen biz kesinlikle hüsrana düşenlerden olacağız.) Hz. Yunus (AS) izafî bir hatasından dolayı dedi: “Lâ ilâhe illa ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn[11] (Ey Allah’ım! Senden başka ilah yok. Sen kusursuzsun, eksiksizsin. Şu içinde bulunduğum zor halin mes’ulü benim. Hak bu ki ben zâlimlerden oldum.) İşte insanlığın farkı!

Bu âyetlerin gösterdiği üzere hilafet-i İlâhiyenin kudsiyet bayrağını kendisinin mes’ulü olduğu yanlışlarda başkasını suçlayan değil hatasını itiraf edip pişman olan taşır. Kudsiyet sancağı kendini eleştiren, başkalarını takdir edenlerin omuzlarında yükselir.

18 yıl çile ve hastalık çeken Hz. Eyyub’un (AS) “Rabbi innî messeniye’d-durru ve ente erhâmü’r-râhimîn[12] (Ey Rabbim! Bana zarar temas etti, dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin) sözündeki edeb şayan-ı dikkattir.

Hz. Yakub’un (AS) yıllarca evlat acısı yaşamasına, suçluları bilmesine rağmen yüzlerine vurmaması, kızsa dahi öfkesini yutması ve perişan halini “İnnemâ eşkü bessî ve hüznî ilallâh[13] (Hak bu ki ben âcizlik ve zavallılığımdan dolayı dağıldım, hüzünlendim. Fakat bunu yalnızca Allah’a açarım; kendi hiçliğimi, çaresizliğimi ve tahammülsüzlüğümü Allah’a şikâyet ederim) ifadesindeki Allah’ı takdisi görülmeye değerdir.

Hz. İbrahim’in “Ve izâ maridtü fe hüve yeşfîn[14] (Ben hastalandığımda, kendimi hasta ettiğimde bana şifa veren Allah’tır) kelamındaki tevhidî tenzih-i İlâhî ne kadar dakik ve nezihtir! Bu zarafet, nezahet ve hakperestlik içeren nebevi sözlerde görüldüğü üzere Allah’ın halifeliği “Sübhanallah” manasını bilmek ve idrak etmek, “Sübhanallah” ı bu şekilde hissedip yaşamakladır.

Allah’ı ve Onun icraatlarını tenkid eden, Ona halife değil muhalif olur. Halife, muhalifle aynı köktendir. Halife, birinin arkasından giden, onu yolunu takip eden demektir. Muhalif ise, “Beni takip et” diye önüne geçen kişiye “Sen bana sırtını döndün” diye küsüp arkasını çeviren ve ters yönde ilerleyen demektir. Bu ise, zıtlaşmaya götürür. İblis’te olduğu gibi… Halifeye ise, takipçisi olduğu kişi bir gün teveccüh eder, yüzünü çevirir. Ki buna “rıza” denilir. Rıza-yı İlâhî, teveccüh ve yöneliştir. Hilafet ise, bu teveccühü kazanma yoludur.

[1] Hicr sûresi, 39.

[2] Hicr sûresi, 39.

[3] Yûsuf sûresi, 76.

[4] Bakara sûresi, 34.

[5] Münâfikûn sûresi, 2.

[6] Ra’d sûresi, 11.

[7] Sözler, 26. Söz, Zeyl, 1. Hatve.

[8] Mesnevi-i Nuriye, Zerre Risalesi, 2. Kısım.

[9] Müslim, İman, 147; Ebû Davud, Libas, 26.

[10] A’raf sûresi, 23.

[11] Enbiya sûresi, 87.

[12] Enbiya sûresi, 83.

[13] Yûsuf sûresi, 86.

[14] Şuarâ sûresi, 70.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum