Erdem AKÇA
İlim, Nefs ve Ene-6
Sual: Enâniyet ve ene, müşrik ve muvahhid, münâfık ve muhlis herkeste derecesine göre var, görünüyor. Ene’si olmayan bir grup yok mu? Ene’nin ve enaniyetin görüntülerini Kur’an nasıl işliyor? Hadisler bu konuda nasıl rehberlik yapıyor? Din kişiyi hakiki hürriyete nasıl götürüyor?
El-Cevap: Ene ve enaniyet, temelinde insanın akıl gücüne dayanır. Aklın putlaştırılmasından ibarettir. Çözümü de akıl putunun kırılıp Mutlak Yüce Zât’a secde ettirilmesindedir. Mutlak Zât’a secde eden akıl, Onun ışıl ışıl bir aynası olan kelâmına, vahye tabi olacaktır.
Evet, benlik, “Ben, bilirim. Ben bu akılla her şeyi çözebilirim ve çözerim” iddiasıdır ve iddiasındadır. Oysaki başlangıcı olanın bir sonu olduğu gözle görünen bir hakikat... Hayatı, hafızası ve farkındalığı bir başlangıca tabi olan insanın ölüm denilen sonla karşılaşması da bir kanun olarak görünüyor. Daha derinden bakıldığında başı ve sonu olanın, bir sınırı vardır. Sınırı olanın ise, sınırsızlaşması hadd-i zâtında imkânsızdır. Bu imkansızlığın en aşılmaz sebebi, o şeyin kendisinin bir sınırlılıktan meydana geliyor oluşu veya daha da derinde bizzat bir “sınır ve çizgi olması” dır. Kur’an’ın hikmetle ve ilimle beyan ettiği üzere “İlah, her şeyi kuşatıcıdır. O, kuşatılamayan mutlak, sonsuz ve sınırsızdır. O, her şeyi zâtı ve sıfatları ile baş ve son, iç ve dıştan kuşatır, kaplar. Onun ilmi, kuşatıcılığı, kuşatıcılığı ise ilmidir. Bu cihetten hiçbir şey onun ilmi dışına çıkamaz. Her şey onun ilminin ya vucuda gelenler veyahut vucuda gelebilecekler sınıflarından bir sınıfı içindedir. Esmaü’l-Hüsna’danLatif ve Habir isimleri bu iki ciheti bildirir. İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin denilen ilim defterleri, kader ve kudret levhaları da bu iki cihetin sembolü ve işaretidirler.”
Çok sayıda ilah olamayacağı, çok sayıda sınırsız ve sonsuz olamayacağı da bu çerçevede değişmez birer hakikattir. Çünkü sonsuzluk ve sınırsızlık bir hakikattir; o hakikatle sıfatlanan Sonsuz, Sınırsız ve Mutlak’ın da tek oluşu akıl açısından apaçıktır. Bu meseleyi izah sadedinde Kur’an hikmetle der ki: " O, Allah'tır. Bir’dir. Mutlak mükemmel olan Samed'dir. O, hiçbir kimseye ve hiç birşeye ihtiyaç duymaz. Fakat herkes ve her şey Ona muhtaçtır.”[1]
Soru: Neden İhlas suresinde “Ehad” isminin başında lâm-ı ta’rif (belirlilik takısı) bulunmuyor da Samed isminin başında var ki, “es-Samed” diye okunuluyor?
El-Cevap: Çünkü Ehad, şuur, benlik sahibi olan diri demektir. Türkçesi ile “Biri” manasındadır. Bu özellik izafî bir şuuru, benliği, ilim ve iradesi olan insan, cin, ruhani, melek gibi canlılarda da görülebiliyor. Bu yüzden “Yalnızca O, ehaddır; yalnızca benlik ve şuur sahibi O’dur” manasına gelebilecek şekilde İhlas suresinde “el-Ehad” denilmemiştir. Denilseydi, insan gibi şuur sahiplerinin şuuru, iradesi ve mükellefiyeti inkâr edilmiş olurdu.[2] Fakat Samed, mutlak mükemmel[3], zengin ve müstağni manasında bulunduğu ve bu sıfatları taşıyan yalnızca Allah olduğu için Kur’an’da “Allahü’s-Samed” deniliyor.
O halde denilebilir ki Ulûhiyet ve İlahlığın en net ve çarpıcı vasfı, Samed oluşudur. Samediyet, ihtiyaçsızlık manasıyla Allah'ın, hiçbir şeye bağlı olmadığını, bağımlı olmadığını, hiçbir şeye mecbur olmadığını, Onun hiçbir şeye dayanmadığını, kendi iradesiyle faaliyette bulunduğunu bildiren zâtî bir sıfattır. Diğer bütün her şey ve bütün herkes, Onun var etmesine, var tutmasına, hayat vermesine, yaşatmasına vs. kısaca O Samed’e muhtaçtırlar. Bu sırra binaen İhlas sûresi şöyle devam eder “Varlığı ve diriliği için doğmaya ve doğurulmaya, ölümsüzlüğü için ölmeye ve doğurmaya muhtaç olanlar Allah olamazlar. Hiçbir benlik sahibi ehad, O Samed olan Hakiki Ehad’a küfüv ve denk olamaz. Çünkü bütün benlik sahipleri O Samed’e muhtaçtırlar. Fakat O, onlara muhtaç değildir.”
Kur’an’ın başka âyetleri bu sırlara işaret sadedinde şöyle der: “Ve enne’l-mesâcide lillâhi felâ ted’u meallâhi ehadâ”[4] (Mescidler Allah'a aittir. Orada Allah ile beraber başka bir benlik sahibine yalvarıp dua etmeyin, Onu Samed ve Rab kabul etmeyin!) “Velâ yüşrik biibâdeti Rabbihi ehadâ”[5] (Rabbine hiçbir melek, cin, insan ve ruhaniyi ibadette ortak etme! Hiçbiri seni korumuyor ve doyurmuyor. Seni ihata edip koruyan Ehad, ihtiyaçlarını giderip doyuran Samed O'dur.)
Akıl ve şuur sahipleri içinde geçmiş ve gelecek zamana en açık olan, geleceğin endişe ve korkularını, geçmişin hüzün ve kayıplarını kalp ve ruhunda en şiddetli hisseden canlı insanoğludur. Onun aklının sol eli, ebedî sonsuz zamana uzanıp karanlıkları ve belirsizlikleri gidermek ister. Ta ki korkulardan, manevi baskı ve ezikliklerden kurtulmakla evhamlı enâniyeti ve âciz ruhu rahat bir nefes alsın. Hem aklının sağ eli, mazinin derin derelerine yuvarlanan güzellik ve nimetlere ve ezelî başlangıçsız zamana uzanıp her şeyi geri getirmeye, onların acılarını, hasretlerini def’ etmeye çalışır. Ta ki yaralı kalbine, acı çeken nefsine bir derman bulsun. Fakat onun bu gayretleri ne ona maziyi kazandırır ne de geleceği belirgin kılar. Mazinin alevli ve yandırıcı, müstakbelin karanlık ve dondurucu, zemherir ve nârı arasında daimi azap çeker. Çünkü insan şuuru ve benliği fıtratı itibariyle zamana ve mekana bağlı ve çakılı bir âciz-i mutlak ve fakir-i mutlaktır.
Gözle görülen her şey, zerrelerinden galaksilerine, yapraklarından göktaşlarına kadar ilim-irade-kudret şeklinde üç zaruri ve mutlak hakikate dayanarak var olabildiği ve var kalabildiği için, insanın cep feneri hükmünde, kendini aydınlatmaktan âciz “akıl ışığı”, hem meşale hükmünde, sonsuz zaman mağarasını ve kâinat dehlizlerini ışıtmada âciz ve yetersiz “benliği ve şuuru” o insana zifirî karanlık bir âlemi hediye getirir. Bu hediyenin getirdiği tesellisi olmayan bir dehşet, acı dolu korku, her şeyden ürküten telaşlı ve panik dolu hal ona dünyayı, geçmiş ve geleceği ile tam bir manevi cehennem yapar. Korku, dehşet, telaş, vahşet, titreme, çaresizlik, ağlayış, yetimlik, sahipsizlik, kimsesizlik, yalnızlık, sürekli endişe ve belirsizlik zavallı ruhun her gün zakkum gibi azığı ve katığı olur. Allah, onun bu çaresizliklerini ona bir davetçi kılar, hakikate çağırır. Üstad Bediüzzaman böyle bir ruh hali içinde iken şöyle bir manevi bir manzara görür ve hakikat sarayının kapısından secde ile girer:
“İman nasıl ki bir nurdur; insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi (Kusursuz İlâhî yazıları) okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli (geçmiş ve gelecek zamanı), zulümattan (karanlıklardan) kurtarıyor. Şu sırrı, bir vakıada
[6] âyet-i kerimesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsille beyan ederiz. Şöyle ki:
Bir vakıa-i hayaliyede (Misal Âlemi’nde geçen bir hadiseyi) gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı, karanlık, kesif (yoğun) bir zulümat istilâ etmişti.
Ben sağ tarafıma baktım, nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar (sıkıntılar), dâhiyeler (büyük belalar) hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı, onu istimal ettim (kullandım). Yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, "Keşke bu cep fenerim olmasaydı, bu dehşetleri görmeseydim!" dedim. O feneri hangi tarafa çevirdimse, öyle dehşetler aldım. "Eyvah, şu fener başıma belâdır" dedim.
Ondan kızdım, o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, her şeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde (reisliği altında) ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şahikalar (zirveler) ise, süslü, sevimli, cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh (gezinti yeri), yüksek bir nüzhetgâh (iç ferahlatıcı yeri bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis (canayakın deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvânât-ı ehliye (evcil hayvanlar) olduğunu gördüm. "Elhamdü lillâhi alâ nûri'l-îmân" diyerek, âyet-i kerimesini okudum, o vakıadan ayıldım.
İşte, o iki dağ mebde-i hayat (canlılığın başlangıcı), âhir-i hayat (canlılığın sonu, yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır (dünya ve berzah âlemidir. O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbaldir (gelecek zaman). O cep feneri ise, hodbin (kendine âşık ve odaklı) ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi (semavi ve İlâhî söz ve ilmi) dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir (insanın benliği). O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı (olayları) ve acip (sıradışı) mahlûkatıdır. İşte, enâniyetine (benliğine) itimad eden, zulümât-ı gaflete (gaflet karanlıklarına) düşen, dalâlet (hakikatten sapma) karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs (eksik) ve dalâlet-âlûd malûmatla (sapkınlıkla bulaşık bilgilerle), zaman-ı maziyi (geçmiş zamanı) bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd (yokluğa bulaşık) bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh (vahşetli ürkütücü bir yer) gösterir. Hem, herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı (boyun eğdirilmiş memuru) olan hâdisat ve mevcudatı (olaylar ve nesneleri), muzır birer canavar hükmünde bildirir,
hükmüne mazhar eder.
Eğer hidayet-i İlâhiye yetişse, iman kalbine girse, nefsin firavuniyeti (firavunluk ve mağrurluğu) kırılsa, kitabullahı (Allah’ın kitabını) dinlese, o vakıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar. Âlem [8] âyetini okur. O vakit, zaman-ı mazi, bir mezar-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebînin veya evliyanın taht-ı riyasetinde (reisliği altında) vazife-i ubudiyeti ifa eden (kulluk görevini yerine getiren) ervâh-ı sâfiye (saf ve temiz ruhlar) cemaatlerinin, vazife-i hayatlarını bitirmekle Allahu Ekber diyerek makamât-ı âliyeye (yüce makamlara) uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözüyle görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar misal bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye (Berzah ve Âhiret âlemlerine ait dönüşümler) arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmâniyeyi, o nur-u imanla uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun (kolera gibi salgın hastalık) gibi hadiseleri, birer musahhar (kontrol altında) memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı (olayları), sureten haşin (görünüşü yırtıcı ve ürkütücü), mânen çok lâtif hikmetlere medar (vesile ve yörünge) görüyor. Hattâ, mevti (ölümü), hayat-ı ebediyenin mukaddimesi (sonsuz hayatın başlangıcı) ve kabri, saadet-i ebediyenin (sonsuz mutluluğun) kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle; hakikati, temsile tatbik et.”
Üstad Bediüzzaman’ın tesbit ettiği üzere benliğin iki temel görüntüsü vardır: Tekebbür ve dava... Yani büyüklenme ve iddia içinde olma... Kendini tanıma ve ilah olmadığının farkına varmanın da iki belirtisi vardır: Tevekkül ve dua... Nasıl ki da'va, bir şeyin iddiasında olmadır. Her iddia da, ispat ister. Aynen öyle de Kur’an bildiriyor ki “Ben en hayırlıyım” davasında olan İblis, iddiasını ispat edemiyor. Hayır, ilim ve hikmete dayanır ve özel olarak hikmete... Allah Azze ve Celle, içinde İblis denen cinin de[9] bulunduğu, meleklerin oluşturduğu ulema meclisini, ilim ve hikmete mazhar Hz. Âdem (AS) ile müsabakaya sokar. İblis ve meleklerde hikmet olmadığı, hem ilimleri belli bir noktaya kadar olduğu için; buna mukabil Hz. Âdem (AS) ve evlatları istidad ve kabiliyetleri ile, hem ilim hem hikmet erbabı oldukları için bu müsabakayı kazanırlar. Allah gösterir: “İlim ve hikmet kimdeyse hayır ondadır. Kim bunlarda ilerliyorsa en hayırlı odur.” Bu ispat İblis'in kibir ve gururunu incitir, onun dağ gibi büyümüş benlik buzuluna darbe indirir. Böyle bir durumda benlik kişiyi saçmalatır. Dedirir: “Ben daha hayırlıyım. Çünkü o topraktan yaratıldı; ben ise ateşten…” Dikkat edilirse demagoji yapıyor, tekebbüre (böbürlenmeye) sapıyor. Kendisinden ayrılmayan zâtî hususu zikredip o husus kendisinde olmayan Hz. Âdem'i (AS) alçak göstermeye çalışıyor. Bu tavır onu huzurdan kovduruyor, kâfir yapıyor.[10] Oysaki ateşin topraktan üstün olması için hiçbir makul gerekçe bulunmuyor. Ateş yapısı itibariyle, yakıcı, yıkıcı ve yok edicidir. Bu açıdan varlığa dayanan “hayr” a değil, yokluğa dayanan “şerr” e daha yakın ve hizmet edicidir. Bilakis toprak edilgen, âciz, fakat doğurgan yapısı itibariyle varlığa dayanan “hayr” a daha yakındır. Bu açıdan İblis, kendisinin üstünlüğünü ispat etmek için demagoji yaparak yalan söylüyor. Ayrıca ateşle toprak mücadeleye girişirler ve savaşırlarsa, toprak ateşin alevlerini söndürecek bir mahiyettedir.
İblis, bu müsabaka öncesinde aklına güvenen bir “tabiat-perest” ti. İmtihanı kaybedince maddî yapıyı öne süren bir “materyalist” oldu. Âyet-i kerîme işaret ediyor ki, bu tavır bir “milliyetçilik” tir. Beyaz tenli olmayı, siyah tenli olmaktan üstün gören Batı mantığı gibi… Bir şair bu kof iddiayı eleştirmek için şöyle der:
“Ne nesil iledir ne sâl iledir
Ne cah iledir ne mal iledir
Beyim ululuk kemal iledir...”
(Sâl, yaş demektir. Câh, makam demektir.)
İblis’in iddiasının yanına, firavunun rablık iddiasını[11], Nemrud’un ilahlık iddiasını[12], Velid b. Muğire’nin “Malım ve kazancım bana yeter; beni ölümsüzleştirir”[13] iddiasını, Karun’un “Ben bunları kendi ilmimle kazandım”[14] iddiasını vb. iddiaları yan yana koyduğumuzda ene ve enaniyetin sürekli ispatı yapılamayan iddialarda bulunduğu ve âkıbetinde o iddiaların altında ezilip rezil olduğu görünüyor.
Devam edecek
[1] İhlas sûresi, 1-2.
[2] Bu gramer inceliği Vahdet-i Vicud ve Vahdet-i Şuhud gibi hallerin marifetullahta son nokta olmadığını, irfanda zirve noktasının Tevhid-i Vücud ve Tevhid-i Şuhûd olduğunu ifade eder. Kur’anın bildirdiği üzere “Allah’a iman” hakikati imanın temel bir direği olduğu gibi, imanı iman yapan ikinci direk ise “Ahiret’e İman” dır. Ki Ahiret, “masiva” dır, yani bütün yaratılanları ifade eden câmi kavramdır. Bu açıdan insanı, kâinatı ve yaratılanları inkâr etmek de bir “küfür” dür, itikadî açıdan tehlikelidir. Yaratılmışları inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetini ve Hallakıyetini inkâr anlamına gelir. Ehl-i aşkın, aşkın sekriyle iddia ettikleri “Vahdet-i Vücud” ve ehl-i şevkin, şevkin heyecanı ile dava ettikleri “Vahdet-i Şuhûd” iki manevi haldir, geçicidir. Baki olan şuurî Tevhid hakikatiyle Halık’ın mevcudiyyet-i hakikiyesi gibi mahlukatın da mevcudiyet-i izafiyyesini ikrar ve kabuldür.
[3] Hz. Peygamber (ASM) Cevşen duasında 72. Bab, 2. Ukde’de Rabbine şöyle seslenir: “Yâ Sameden bilâ ayb” (Ey ayıp ve kusuru asla olmayan ve olamayan, mutlak mükemmel olan Zat-ı Samed!)
[4] Cin sûresi, 18.
[5] Kehf sûresi, 110.
[6] “.Allah mü’minlerin velisi ve dostudur. Ki onları karanlıklardan nura ve aydınlığa çıkarır.” (Bakara sûresi, 257)
[7] “İnançsızlıkta diretenler, tabiat ve benlik denilen insanı azgınlaştıran putların dostudurlar. Ki bu putlar onları aydınlıktan karanlıklara çıkartır.” ( Bakara sûresi, 257 )
[8] “Allah göklerin ve yerin nuru ve aydınlığıdır.” ( Nûr sûresi, 35 )
[9] “İblis cinlerdendi, Rabbinin emrine karşı geldi.” ( Kehf sûresi, 50 )
[10] Bu vaka başta Bakara sûresi, 30-34. Âyetler arasında olmak üzere A’raf, Hicr, Kehf, Taha ve Sâd sûrelerinde detay farklılıklarıyla beraber konunun önemine ve sonuçlarının ciddiyetine nazaran tekrar göz önüne sunulur.
[11] Nâziat suresi, 24.
[12] Bakara sûresi, 258.
[13] Hümeze sûresi, Velid b. Muğire hakkında inen diğer bir sûredir. Der ki: “Yazıklar olsun yüz göz hareketi yapıp alay eden ve insanların kusurlarını araştıranlara! Ki onlar devamlı mal toplarlar ve devamlı mallarını sayarlar. Kendince hesap edyor ve zannediyor ki, o mal onu ölümsüzleştirecek. Asla!”
[14] Kasas Sûresi, 78; Zümer Sûresi, 49.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.