İlim, Nefs ve Ene-4

Soru: Sahabe yolu nasıl bir yol ki nefs-i emmâre canavarını insanlaştırıp kemâle erdiriyor? Sahabeler bu sırra nasıl vâsıl oluyorlar?

El-Cevap: Cihad ve sabır ile... Kur’anın bildirdiği üzere sahabe olma şartı: Nefis (kendini) ve malını Allah'a ve Onun kudsi, semavi yoluna adamadır. Bu adayışa ve fedâya, “Biat” (satış) denilir. Bu biatı yapıp, ömür boyu bu cehd, gayret ve sabır içinde olup ölenler hakkında, cennet[1] ve rıza[2] garantisi bulunuyor. Kur’anda vurgulandığı üzere bu biat ayrıca üç şey daha kazandırır. Buna mukabil bu biat ve ahidden dönmek de üç şey kaybettirir: “Allah'a verdikleri ahdi ve yeminlerini , yok denecek kadar az bir dünya menfaati için satanlar var ya işte onlar için Âhirette hiçbir nimet yaratılmayacak! Allah onlarla konuşmayacak! Allah onlara nazar etmeyecek ve onlara rıza ile muamele etmeyecek! Allah onların nefislerini aklamayacak, arındırmayacak! Onlar için acı verici bir azap vardır.[3]

Diğer bir âyet-i celîle bu ahdi yapanların vazifesini şöyle açar: “Hak bu ki Allah'ın indirdiği kitaptaki bir hükmün hak olduğunu bilip insanları bâtıldan çekmeye çalışmayanlar, hakkı saklayanlar ve bunun karşılığında küçük bir dünya malı elde edenler var ya onlar, karınlarının içine sadece ateş dolduruyorlar, ateş yiyorlar. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak ve onları tezkiye etmeyecek. Onlar için acıklı bir azap vardır.[4] Sonraki âyet manzarayı şöyle devam ettirir: “Onlar, hidayete bedel, sapıklığı; mağfirete bedel, azabı satın aldılar. Acaba satın aldıkları o ateşe, ne kadar sabredebilirler![5]

Bu üç âyetin bildirdiği üzere hayatını ve her şeyini hak yolunda cehd, gayret ve sabra adayan; bütün hayat gayesi ve vazifesini hakka tabi olma ve insanları hakka tabi bir hayata eriştirme bilen; yaratılış sırrını, kim olursa olsun hakkı gerek kavl-i leyyinle -Hz. Musa (AS) gibi-, gerekse haşmetle -Hz. İbrahim (AS) gibi- izhar etmek bilen kişiler üç mazhariyet elde ederler: İlham, Nazar-ı Rıza, Tezkiye-i Nefs... [6]

Peygamberler dışındaki herkes ancak “ilham” şeklinde bir İlâhî konuşma ile muhatap olabilirler. Nazarın en yücesi ise, rıza-yı Bâri’dir. Tezkiye ise, bütün Kur’anda materyalist fıtratlı nefsin arınmasını ifade etmek için kullanılmıştır.

Soru: Âyetlerde bu üç mazhariyetin “kıyamet günü” olacağı belirtilmiş. Bunlara mazhariyetin dünya hayatında mümkün olduğunun Kur’an’da bir delili veya çok sayıda delilleri var mı? Veyahut dünyada bunları yaşamak mümkün mü?

El-Cevap: Şems suresinin, 8. âyetinde görüldüğü üzere İblis ve Cibril’in ilhamları her nefse dünya hayatında mümkündür. Nisa suresi 79. âyette bildirildiği üzere “İnsana her ne güzellik ve iyilik gelirse gelsin ve güzellik ve iyilik kimden ve kim üzerinden gelirse gelsin o güzellik ve iyilik daima Allah’tandır ve Allah’ındır.” Cibril-i Kerîm’in peygamberlere getirdiği vahiy Allah’ın kelamı olduğu ve Cibrîl vahye bir tercüman olduğu gibi, evliya kullara gelen ilham da Allah’ın kelamıdır. Bir musluktan akan su, musluğun değil suyun sahibinindir. Âyetlerde vurgulanan üç mazhariyetten biri olarak belirtilen İlâhî konuşma olan ilham, nefse karşı hitapların devamlılık, ciddiyet, köklülük arz edecek, onu nazar-ı rızaya ve tezkiyeye sevk edecek şekil almasına sebeptir. Şems suresinde bu açıdan İlâhî kökenli ilham, “takva” ya sevk edici olarak tavsif edilir.

Dünyada nazar-ı rızânın imkânını ve vukuunu ise, Fetih suresi, 18. âyet şöyle bildirir: “Hakikaten Allah o mü'minlerden râzı oldu, ağacın altında sana bi'at ederlerken, ki kalblerindekini bildi de üzerlerine o sekîneti indirdi.”

Tezkiye kısmının dünyada mümkün ve vâki olabildiğini ise, Kur’an-ı Hakîm onlarca âyetle bildirir. Mesela Şems sûresi, 9. âyet, A’lâ suresi, 14 ve diğerleri. Nefsi tezkiye edici bir unsurun malını Allah yolunda harcamak olduğunu Leyl suresi şöyle ifade eder: “Ve seyücennebuha’l-etka * Ellezi yu’tî mâlehu yetezekkâ” (Nefsini arındırmak için malını hayra veren en muttekî (Allah'a karşı gelmekten en çok sakınan) kimse o ateşten uzak tutulacaktır.”

Nefsini ve malını, bir sahabe gibi, Allah'a satan ve Onun yoluna adayan kişi, biat sonrasında Allah'ın sınırlarını çizdiği ve Kur’anıyla yönlendirdiği ve yönettiği bir hayatı yaşamaya başlar. Böyle birine Kur’anda “Veli” denilir.

Soru: Niçin veli denilir? Bunun sırrı, mantığı ve delili nedir?

El-Cevap: Veli lafzı, velayet kökünden gelir. Aynı kökten gelen “vâli” ismi ve ünvanı dikkate alınırsa, velâyetin bir idare ve yönetim şekli olduğu görünecektir. Vâli, şehri idare ettiği ve yönettiği, anne-babaların çocuklarının hayatlarını hayra doğru idare edip yönettiği gibi, Rabbü’l-âlemîn de, hayatını ve her şeyini Ona adayanın hayatını Kur’an’ıyla yönetir. Bu yönetim, Allah'ın diğer bir kanunu olan ve canlıların vicdanını idare etme sistemi olan ruhu hareketlendirir ve ruhta gizli özellikleri açığa çıkartır.

Yapısı itibariyle, akıl ve kalp gibi cihazlarının belirttiği üzere zaman-üstü bir özellikte olan ruh, Kur’an’ın hakikatli nurlarıyla yönetilen bu hayatta açılır, gelişir, büyür. Geçmişin hüzünleri o ruhu yakmaz, geleceğin korkuları o ruhu boğmaz. Bu ruh, bu mutlu haliyle “Elâ inne evliyaallâhi lâ havfun aleyhim velâhum yahzenûn.”[7] (Uyanın! Dikkat edin! Allah’ın dostları için gelecek korkusu ve geçmiş üzüntüsü yoktur.) âyetini yaşar. Hem “Allâhu veliyyüllezîne âmenû yuhricuhum mine’z-zulümât ile’n-nûr”[8] (Allah müminlerin velisidir ki, onları karanlıklardan nura çıkartır) âyetini yüzündeki, gözündeki ve özündeki ışıltılarla okutur. Âyetteki “zulümât” lafzı, çoğul haliyle en az “üç karanlık” manasına gelir. Ki Üstad Bediüzzaman bu üç karanlığın mazi-hal-istikbal olduğunu şöyle ifade eder: “İman nasıl ki bir nurdur; insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor.”[9]

Hz. İsa (AS), kudret sıfatı ve Kadîr ismine a’zamî mazhar olduğu için Onun ümmetindeki Allah dostlarına “azîz ve azîze” adı verilmiştir. Ki Azîz ismi, kudret sıfatının irade vasfıyla birleşmesi neticesinde oluşan kompleks bir isimdir. Hz. Peygamber (SAV) ise, İmam-ı Rabbani’nin (RA) Mektubat kitabında bildirdiği üzere manevi nur olan “ilim” sıfatına mazhar olduğundan ümmet-i Muhammed’in (ASM) Allah dostlarına “Allah’ın ilmiyle kendilerini yönettiği kişiler” manasında “veli” denilmiştir. Bu çerçevede denilebilir ki insanın duygular merkezi olan kalbi, İlâhî kudret ve kuvvet tecellilerinin insan duygularında zuhuru ve idaresini ifade eden enfüsî bir “arş” olmasıyla, merhamet ve acıma duygusunda zirve olan Hz. İsa (AS) ve İsevi Allah dostları “arşî Allah dostları” dırlar. Ümmet-i Muhammed’in (ASM) ilimle maneviyatta yol alarak, ilmi sindirmekle hakiki iman, islam ve ihsanı elde eden velileri ise, İlâhî ilmin vüs’atiyle insanı ve her şeyi yöneticiliğini ifade eden “kürsi” hakikatine mazhar hakikatli akılları ve ülü’l-elbâb mahiyetleriyle “Kürsî ehli Allah dostları” nı teşkil ederler.

Soru: Kur’anda 20 yerde ve özellikle Cennet bahislerinde “Orada onlara korku ve üzüntü yoktur” deniliyor. Yunus sûresi 64. âyette ise, “Allah dostları için dünya ve Ahirette saadet müjdesi vardır, onlar için korku ve üzüntü yoktur” buyuruluyor. Niçin bu ayrım var? Hem sahabeler gibi Allah dostlarında dünya hayatı hep sıkıntı ve zorluklarla dolu geçmiş. Bu Cennet, hayatlarının neresindedir?

El-Cevap: Evet Kuran, Cennet’te korku ve üzüntü olmayacaktır, diyor. Bunu 20 yerde vurguluyor. Tâ ki insanlar kendi fıtratlarının farkına varsınlar. Hüzünsüz ve korkusuz bir dünyayı, “saadet ve selamet ülkesi” ni bu kâinatta görsünler, o ülkeye girsinler... Fakat gelmiş-geçmiş-gelecek bütün müminlerden yalnızca hayatını Allah'a vakfedenler dünyada bu saadet sırrına erişebileceklerini ise Tevbe suresi 111. âyette şöyle haber verir: “Şüphesiz Allah, mü'minlerden bir kısmının nefislerini ve mallarını, kendilerine vereceği Cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da kesin olarak va'detmiştir. Kimdir sözünü Allah'tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı, ‘Ben Cennetlik birisiyim’ diye sevinin. İşte asıl büyük kazanç budur.” Hakikat noktasında bu saadet ve selamet Cennetine erişmenin başka bir yolu da yoktur. Çünkü Kur’an Allah'a satış, adanış ve Ona feda oluşu yaşayanların iki hususiyetini Yunus sûresi 63. âyette şöyle bildiriyor: “Onlar tahkikli bir imanda devamlı ilerlerler ve takvada sürekli yol alırlar.[10] Yunus sûresi 64. âyet ise bu hakiki tevhid ve takvada yol almanın neticesinde iki cihan saadetinin garanti olduğunu bildirir. Der ki: “Allah'ın kelimelerinde asla bir değişme bulamazsın. Bu saadet bir vaad-ı İlâhîdir; İlâhî bir kelime ve prensiptir, asla değişmez. İşte bu ebedî saadet, en azametli kurtuluş, kazanç ve elde ediştir.

Saadet, ruhun bir özelliğidir. Saadet ruhun, İlâhî rahmet ve hikmetle, sırlar ve nurlar ile kanatlanıp uçmasıdır. Madde ve maddiyat, ruh kuşunun ayağını hazır zamana ve onu cismânî zevk ve lezzetler kafesine hapsetmek demektir. Beden, zevk ile coşarken; ruh, şevk ile uçar. Sahabe ve onların takipçileri olan her devrin Tabiîni, Allah'ın bir nur tecellisinden diğerine şevk ile uçan ve şefkatle Allah'ın kullarının imdadına koşan birer hakikat eridirler. Onların saadetlerinin sebebi para, mal, mülk değil; hakikat, Allah mârifeti, Onun için çalışma, Onun yakınlığını ruhunda hissetme, hakkı gösterme, Allah'ın şefkatinin kullara aksettiği bir ayna olma lütfuna ermedir.

Bu öyle külli ve hissedilen bir haldir ki, İbnü'l-Esir’in kaydettiği üzere İran’daki Sasani imparatorluğu 10 senelik bir mücadele ile sahabeler tarafından fethedildiğinde İran’ın o şatafatlı sarayları, lüks takıları ve süslü nimetleri fakr u zaruret içindeki sahabelerin ellerine geçmesine rağmen hiçbiri bunlara tamah etmemiştir. Bu muhteşem ve muazzam manzarayı gören kumandan Sa’d bin Ebi Vakkas (RA) hem bu kudsi ve yüce manzaraya şaşırır, hem de Allah'a hamd eder. Mısır’ın fethi öncesinde de benzer bir manzara olur. Sahabeler Mısır’daki Rum askerleri ile savaşmadan önce onlara İslam’ı tebliğ ederler. Karşı taraftan birisi İslam saflarına geçince bütün ordu “Allahu Ekber” deyip hamdeder. Romalılar bu işe akıl erdiremezler. Mısır ve Afrika fethi sonrasında da ele geçirilen topraklar yerli halka bırakılır, savaştan ele geçenler sahabelerin ruhunda yer etmez.[11] Sahabelerin ruhundaki manevi zevk ile gittikçe artan şevk, onları uçuşan kelebekler gibi Çin’den, Azerbeycan'a ve Kafkasya’ya, Habeşistan’dan İstanbul'a, Yemenden Fas'a, Kıbrıs’tan Hindistan'a kadar götürmüştür. Onları gittikleri her yere, nur-u Muhammedîyi (ASM), İlâhî şefkati, adaleti, hakkaniyeti, kudsiyet ve emniyeti yayan birer kandil kılmıştır. Onların kabirlerini ziyaret edenler hâlen bu kudsiyet ve bu nurdan faydalanırlar.

Ebu Eyyub El-Ensârî’nin (RA) ve Onunla beraber İstanbul’a geldiği tarihî kaynaklarda belirtilen 39 sahabenin hemen hepsi 60-70 yaş üstü idiler. O zor şartlar altında bu yaşlı ve ölmeye gelen insanların maddiyatla ne işleri olabilirdi ki? Allah için iş yapma şevkleri, ruhlarında hissettikleri manevi zevkleri ve İlâhî şefkatin onların ruhunda dalgalı bir deniz gibi coşması onları koşturmuştur. Ten kafesleri kırılıp ebediyet dünyasına özgürce kanat çırpma mevzileri ise makberleri olmuştur. Rıdvanullahi teâla aleyhim ecmaîn.

Üstad Bediüzzaman Cennet ve Cehennem’in dünya hayatı içine uzanan kollarını tahkikî iman ve küfrün karanlıkları içinde bütün derinliğiyle görüp insanları dünya hayatının fani zevklerinde boğmaya çalışan bir insî şeytana şöyle seslenir:

Ey Cehennem hûrileri ile zevklenmek yolunda dinini feda eden ve sefihâne dalâleti severek irtikâb eden ve hevesat-ı nefsiye lezzeti yolunda dinsizliği ve ilhadı kabul eden ve hayatı perestiş edip ölümden şiddetli korkan ve kabri hatırına getirmek istemeyen ve irtidada yüz tutan bedbaht! Kat'iyen bil ki: Dinsizlik cihetiyle senin bu koca dünyan; bu saatten evvel ve bu dakikadan sonra, bilumum senin bu kâinatın ve mâzi ve müstakbelin ve geçmiş nev'in ve cinsin ve gelecek mahlûklar ve nesiller ve gitmiş dünyalar ve milletler ve gelen insanlar ve tâifeler tamamen ölüdürler. İşte, insaniyet ve akıl cihetiyle alâkadar olduğun bütün o seyyar dünyalar ve seyyal kâinatlar, mütemadiyen senin dalâletin sûretiyle, senin başına dünya dolusu dehşetli ve hadsiz ölümlerin şiddetli elemlerini yağdırıyor. Senin şuurun varsa, kalbini yakıyor. Ruhun varsa, yandırıyor. Aklın sönmemiş ise, gamlar içinde boğuyor. Eğer bir saatçık sarhoşça sefahetin ve pis lezzetin bu nihayetsiz gamlara, hüzünlere, elemlere mukabil gelebilirse o sefahette kal. Yoksa aklını başına al! O mânevî Cehennemden kurtulmak ve imanın bu dünyada dahi temin ettiği bir mânevî Cennete girmek ve saadet-i hayatiyeyi (hayattaki mutluluğu) tatmak için Kur'ân'ın dersini dinle. Cüz'i, fâni bir dakika lezzeti; küllî, bâki, dâimî, imanî lezzetler ile mübadele et...

Evet iman, bu dünyada dahi cennet lezaizini (lezzetlerini) mânen verebilir. Yüzer lezzetli ışıklarından bu tek faydasına bak. Nasıl ki, senin gayet sevdiğin bir zâtı bir tehlikede ölüyorken gördüğün dakikasında, Hekim-i Lokman ve Hızır gibi bir doktor geldi, birden dirildi. Ne kadar sevinç hissediyorsun. Öyle de, sen, sevdiğin ve alâkadar olduğun ölmüşlerin adedince sevinçleri, sürurları iman veriyor. Çünkü, mâzi mezaristanında milyonlarca sence mahbup zâtlar; mahvdan ve ölümden, birden iman nuruyla senin karşında diriliyorlar. "Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz" deyip hayat buluyorlar. O hadsiz firaklardan gelen hadsiz elemler yerine, visâl ve hayat bulmalarından nihayetsiz lezzetler ve sevinçler, iman noktasından bu dünyada dahi geldiğini gösteriyor ki, "İman öyle bir çekirdektir ki, ehl-i imana Cenneti bütün lezaiz ve mehâsiniyle (lezzetleri ve güzellikleriyle) sümbül veriyor ve verecektir."[12]

Tahkikî imanı elde eden ve takva ile duygularına yerleştiren Allah dostları Bediüzzaman’ın tarif ettiği ve bildirdiği manevi lezzetleri, hakikat ve marifet sırlarıyla elde ettiklerinden dünya hayatını kendileri hakkında, zahiren sıkıntılar içinde geçse de, manevi bir Cennet’e tebdil ettiklerini âyet-i kerîme bildirmektedir.

Devam edecek

[1] Tevbe sûresi, 111.

[2] Fetih suresi, 18.

[3] Al-i İmran sûresi, 77.

[4] Bakara sûresi, 174.

[5] Bakara sûresi, 175.

[6] Allah’a satılmış ve adanmış bir hayatın nefsi nasıl kudsiyet içinde tedavi edip geliştirdiğini, insanın her bir organının Allah’ın nur ve kudsiyeti ile cennete layık hale gelişini, Üstad Bedüzzaman, Tevbe sûresinin 111. âyetinin tafsirinde detaylıca ve uzunca anlatmıştır. İsteyenler oradan okuyabilirler. Bakınız, Sözler, 6. Söz.

[7] Yunus sûresi, 62.

[8] Bakara sûresi, 257.

[9] Sözler, 23. Söz, 1. Mehbas, 2. Nokta.

[10] Demek takva, bir “Fenâ Fillah” makamıdır; Allah'ın yasaklarından uzak durarak, iradesini ve arzularını irâde-i İlâhiyede eritmektir. Bu sırra binaen takva, tam bir ihlası içermekle, içine riya girebilen sâlih amellerden daha temiz, daha hayırlı ve üstündür.

[11] İbnü’l-Esir, El-Kâmil Fi’t-Târih, 1. Cilt.

[12] Bediüzzaman Said Nursi, Genlik Rehberi, 11. Şua, 3. Mesele)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum