Has Mü’minler ve Cennetü’l-Firdevs

Kur’andan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-18

Mu’minun suresi 1. âyette Allah, “el-mu’minûn” ifadesindeki lâm-ı tarifle “bazı müminler kurtuldu” diyor. Sonra o has müminlerin sıfatlarını 2-9. âyetler arasında sıralar.

Bu özellikler mü’minlerden belirli bir gruba ait özellikleri sıralamaktadır. Çünkü Cennetler içinde en üstünü, Firdevs’tir. Bu âyetler ise, Firdevs Cenneti’ne giden müminlerin özelliklerini belirtir. Yoksa her bir özelliği yerine getiren kişi Firdevs’e gider demek, keyfiyet ve kalite kanununa, imtihan ve sa’y sırrına aykırıdır. Bu noktadan bu özelliklerin her biri, kişiyi çeşitli ateşlerden kurtarıp Cennet kapısından içeri sokabilir fakat Cenentü’l-Firdevs’e sokamaz. Cennetü’l-Firdevs’e kâmil olan müminler gidebilirler. Ki onlar, cem hakikatiyle birçok hususiyeti kendi üzerlerinde taşırlar.

Bu özellikler sayıldıktan sonra gelen “Ülâike hümü’l-vârisûn” âyetindeki ulviyet, haşmet ve muayyenlikle o has müminler ism-i Vâris’e mazhariyet elde ederler. Evet, bu verâseti bildiren âyetin de işaret ettiği üzere “Yalnızca onlar vâris-i Firdevs’tirler.”

Zekat ve Kurbet-i Zât İlişkisi

Mu’minun suresi 2-4. âyetlerde has müminlerin özellikleri belirtilirken şöyle sıralama yapılır. “Namazın içinde huşu’”; “i’raz-ı ani’l-lağv” ve “zekât noktasında fâil olmak.” Yani o has müminler,

* Namazlarının içinde Allah’ın kemaline rağbet, azametine karşı rehbet içindedirler.

*Hem boş sözlerle karşılaştıklarında yüzlerini çevirir ve giderler, o sözü söyleyenlerin derekesine inmezler.

*Hem o has kullar, zekat tahakkuk ettiğinde daima yapıcı ve yerine getiricidirler. Yani onlar zekatı vermezler, bilakis zekatı yaparlar; onların zekatı nefislerini tezkiye edicidir, kalblerini tathir edicidir.

Bu sıralamada ilginç husus, salat ile zekat arasına, boş sözlerden yüz çevirme kısmının girmesidir. Demek ki, nasıl Allah’a iman ettim diyen kişi, harfiyen Kur’an’a tabi bir hayat yaşamıyor; nefis ve ene’si engel oluyor. Aynen öyle de bir kişi namazını huşu ile kılsa da, zekâtını hakkıyla yapmasına engel olan hususlar olabiliyor. Boş sözler gibi… Evet boş sözler, hisleri bulandırır, gücendirir, kalpleri kırar ve tiksindirir. Bu boş sözler fakirlerden, zekâta müstehak olanlardan geliyorsa ve özellikle zekatı verenin aleyhinde ve yüzüne karşı yapılıyor ise, o kişi o zekatı o fakire vermek istemeyecektir. Kalbindeki gücenme ve izzet-i nefsi nankörce gördüğü bu tavır karşısında bir imtina ve içtinaba girebilir. Oysa bu zengin müminin, bu tavra girmeye hakkı yoktur. Çünkü zekât, sadece ve sadece Allah emrettiği için yapılır ve Onun rızasını netice verir.

Kulun rızası veyahut gazabı, muhabbeti veya nefreti, memnuniyeti veya hiddeti, —zekat şartlarını tam yerine getirmek kaydıyla— o zengini ilgilendirmez. Yani nasıl salatta, rağbet ve rehbet şeklinde bir huşu kaydı bulunuyor; zekatta da bu manada şartlar bulunmaktadır denilebilir. Toplumun ne diyeceği, fakirlerin nasıl karşılayacağı, beğenmesi ve beğenmemesi zekat veren için söz konusu olmamalı! Nasıl takva sahipleri için Adn cennetleri vaad ediliyor. Bu kişi, zekatı vermezsem haram işlerim, haram yerim ve azaba girerim diye düşünüp zekatı vermekle takvalı olursa Adn cennetine girer. Oysa bahis Firdevs’i kazanmak olunca takva değil, amel-i sâlih söz konusudur. Yani kul, hoşlanmadığı, kalbini incitmiş ve belki de düşmanı olan birisine gönül rızası ile sırf Allah rızası için, bir emr-i Rabbânî olan zekatı verirse o vakit Cennetü’l-Firdevs’e girer. İşte o vakit o kişi zekatı veren değil “zekâtı yapan” olur. O zekat, malını temizlediği gibi, nefsinin kirleri olan gücenme, kırılma, darılma v.s. karanlıkları da giderir; o kişi nefs-i zekiyye seviyesine yükselir. Bu ise, nefs açısından “ehl-i kurbet” olma seviyesidir.

Nasıl ki nefs-i radıyye, “kurbiyet” e mazhardır; hem nefs-i mardiyye, “akrebiyet” e mazhardır. Aynen öyle de nefs-i zekiye, “kurbet” makamına mazhardır. Zaten Tevbe suresi, “kurbet” makamını bedevî olan kişilerin ancak infâk denilen zekat ile kazanabileceklerini bildiriyor. O bedevi müminlerin “kurbet-i Zât” ve “salavât-ı resul” niyetiyle infakta bulunduklarını ve onların niyetlerinin karşılık gördüğünü şöyle bildirir: “Elâ innehâ kurbetün lehum seyudhilühümüllâhi fî rahmetih” (Uyanın! Onlar için hak bir şekilde kurbet-i Zât vardır, Allah onları rahmetinin tâ içine sokacaktır.) Kur’anın bu infakı yapan bedevileri, Allah’a ve Âhiret gününe iman edenler alt yapısıyla önce nazara sunduğunu unutmamak gerekir. Allah ve Âhirete iman etmeyen kişi için, Allah katında kurb dereceleri söz konusu olamaz. Allah’a iman bu kurb derecelerini bilmektir; Âhirete iman ise bunları elde etmek ve yaşamaktır. Demek nefsin, maddeden tecerrüdü tam manasıyla bu şekilde oluyor.

Her İnsandaki Yedi Hakikat Penceresi

Mu’minun suresi 17. âyet: وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَائِقَ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِلِينَ

(Yemin olsun ki, sizin üzerinizde, sizi cebrî olarak kontrol altında tutan, ulvi yedi tane yol halk ettik. Ki bu yollarla siz âlem-i ulviyete yükselebilirsiniz. Biz, halk ettiğimiz insanlardan ve onların yaptıklarından gâfil değiliz, her şeyden haberdarız.)

Bu âyet Allah’a açılan ve giden yedi ana yol olduğunu, hem yedi tane hasse olduğunu bildiriyor. Bu yedi hasse ve bunların yedi hususiyeti ile kişinin ulvileşebileceğini bildirir.

Hem insandaki yedi sübutî sıfata işaret eder. Ki bu sıfatları Allah için kullanan kişinin külliyet kazanarak a’lâ-yı illiyyîne doğru yol alacağını ifade eder. Bu yollar sabittir; hem çok kıymetlidir; hem kişi bunları zorunlu olarak yaşar.

Tûr-u Sîna’da Yetişen Ağaç

Muminun suresi 20. âyet diyor ki: “Biz, gökten indirdiğimiz su ile size Tûr-u Sîna’da büyüyen bir ağaç çıkardık. O ağaçtan hem yağ hem de yiyenler için boyalı bir gıda çıkar.”

Bu âyet zeytin ağacından bahsediyor. Bu ağacın gerçek manasıyla Sîna Dağı’nda yetiştiğini bildiriyor. Ziraî ve botanik ilmi noktasında en kaliteli zeytin ağaçlarının yetiştiği iklim şartlarının Tur-u Sîna’da olduğunu ifade ediyor.

Hem bu âyet Hz. Musa (AS) ile konuşan “yanan ağacı” n kimliğini de bildiriyor.

Hem Kur’anda yedi defa zeytin bir defa incir lafzı geçmesiyle “yedi zeytin + bir incir” bütünlüğünü ifade ederek, sekizinci defa geçmesi gereken zeytin lafzı yerine “Tur- Sina’da biten ağaç” şeklinde uzun yolu tercih etmek “yedi zeytin + bir incir” meselesinin mühim olduğuna dair bir vurgudur.

Kendisi İçin Af Dilenilemeyecek Kişiler

Mu’minun suresi 27. âyette Allah, “Zâlimler için ve hakkında daha önce hüküm verilmişler için dua edip yalvarma! Onlar helak olacaklar ve küfür üzere gidecekler” diyor. Tevbe suresi ise, “İbrahim babasına bir vaadde bulunduğu için, onun hakkında istiğfar ediyordu. Ne zamanki babasının Allah düşmanı olduğu ayan-beyan oldu. O vakit ondan uzaklaştı ve istiğfarı bıraktı. Fakat yine de babası hakkında çok ah edici oldu. Çünkü o hilim sahibi idi” diyor.

Bu noktada iki âyet beraber okununca helak olmuş milletler ile küfür ve nifak üzere öldüğü kesin olan kişiler hakkında tövbe ve istiğfar etmek, af ve mağfiret talebinde bulunmak yasaktır, haramdır tespitini yapabiliyoruz.

Bu noktada Hallâc-ı Mansur’un şeriat kılıcıyla öldürülmesinde bu sır ve hakikati çiğnemek vardır. Üstad Bediüzzaman’ın vurguladığı üzere “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet, rahmet değildir. Onun ihsanından fazla ihsan ihsan değildir.” (Lemeat) Hatta böyle bir tavır “bir maraz-ı ruhîdir.” (Kastamonu Lahikası) Hallac-ı Mansur’un yanlış fikri, içindeki ruh yarası aldığı ceza ile temizlenmiştir, diyebiliriz. Allah’ın acımadığına ve acıma dediğine, özellikle hıyanetkar münafıklara ebediyen acınılmaz, müstehak değiller. Hak etmeyen birine, hak etmediği bir şeyi vermek de bir haksızlık olduğu için bu da bir manevi ve maddi zulümdür. “Zâlimlere meyletmeyin, ateş size de dokunur” âyeti gereğince, bu şekilde yersiz bir şefkat de bir açıdan o zalimleri desteklemek ve onlara meyletmek hükmündedir. Zâlime gerçek şefkat, hadiste vurgulandığı üzere, onun zulmünü engellemeye çalışmaktır. Yoksa ölüp gitmiş bir zâlimin affını istemek ona yardım etmek değildir. Hadis-i şerifde Resul-u Zîşefkat (ASM) diyor ki:

-”Zâlim de olsa kardeşinize yardım edin.” Sahabeler dediler:

-”Zâlime nasıl yardım edeceğiz?” O Resul-u Zişefaat (ASM) dedi ki:

“Onun zulmünü engelleyerek…”

Hakka Mazhariyet, Cinler ve Cinnet

Mu’minun suresi 70. âyet diyor ki: “أَمْ يَقُولُونَ بِهِ جِنَّةٌ بَلْ جَاءَهُمْ بِالْحَقِّ وَأَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ

(Acaba onlar “O, çıldırmış, cinlenmiş ve cinler mi onu kontrol ediyor?” diyorlar. Evet, O sizin hayatınıza göre cinlenmişlik gibi gözüken Hakk’ı getirdi, Hakk ile geldi, Hakk için geldi. Onların çoğunluğu Hakk konusundan iğreniyorlar, Hakk’tan hoşlanmıyorlar.)

Bu âyet bir şifre veriyor ki Hakkı tebliğ eden, cinlenmiş olamaz. Hakk’ın olduğu, yansıdığı ve yansıtıldığı yerde cinler kalamaz. Ancak ruhlar, melekler orada bulunabilir. Çünkü hakk, kudsi ve nuranidir; nefsâniyet ve zulmâniyet hükmünde olan ve varlıkları bunlara dayanan şeytanlar ve cinler, Hakk ile beraber bulunamazlar.

Sonraki âyet, “Hak sizin hevânıza tabi olsaydı, yeminle söylüyorum, semavat ve arz ve içindeki kişiler bozulurdu. Ben size, kudsi ve nurani bir hayatı getiren zikri (Kur’an ve vahyi) getirdim. Oysa siz, bu kudsî ve nurânî hayattan yüz çeviriyorsunuz” diyor.

Cinlerin ve kâhinlerin sözleri, hiçbir zaman hakkı bildiren ve gösteren, yaşamayı öğreten bir tarzda olmamıştır. Tarihen bu sabittir.

Bu âyet bu hakikate dayanarak diyor ki: “O, cinlenmiş olamaz. Çünkü getirdiği söz, haktır; hakkı bildirir, hakka tabi bir hayatı öğretir. Oysa siz, haktan iğreniyorsunuz. Oysa cinler sizin hoşlanacağınız, enâniyetinizi okşayacak şeyler söylerler tâ ki sizi aldatsınlar. Demek Resulümle konuşan İblîs değil, Cibrîl’dir; ona hakkı fısıldayan şeytân değil, Rahmân’dır.

Ahirete İman ve Sırat-ı Müstakîm İlişkisi

Mu’minun suresi 74. âyetle Allah açıkça diyor ki: “Âhirete iman eden kişi, sırat-ı müstakîm üzere yaşamaya çalışır. Âhirete imanı nisbetinde de bu sırat üzerinde ustaca ve dikkatlice yürür. Âhiretten uzak olan kişi ifrat-tefrite düşecek bir hayat yaşar. Kudsî hayat ve nurâni haller, sırat-ı müstakîmdedir. Zulmetler, ateşler ve sıkıntılar ise, sırat-ı müstakimden uzaklaşmaktadır.”

Yaratılışın Sırları ve Ruhun Dünya Serüveni

Mu’minun suresi 115. âyet: “أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ

(Nasıl oluyor da sizi abes olarak yarattığımızı ve sonra Bize dönmeyeceğinizi hesap ediyor ve zannediyorsunuz?!) diyor. Bu âyet her kelimesi ile aklı dünyevinin kafasına balyozları ve atom bombalarını indiriyor, vehimlerini parça parça ediyor.

Hem apaçık diyor ki: “Hilkat, gayesiz olamaz. Hilkatte abesiyet yoktur; bilakis hikmet vardır. Hem hak bir hikmet bulunuyor.” Kur’anın tamamına bakıldığında hilkat-i âlemin insan için olduğu alenen görünüyor ve ifade ediliyor. İnsanın hilkati içinse iki dal ve ana gaye sunuluyor:

İlk dalda insan, âlemdeki herkesle aynı vazifeyi görüyor ki: “Ubudiyet” tir.

Diğer dalda ise insan, yalnızdır ki: “Hilafet” tir. Bu yalnızlıkla, vazife noktasında misli ve benzeri yoktur. Bu noktada vazifesi itibariyle, bir “ferdiyet” e mazhardır. Bu bir işaret-i gaybiyedir ki, bu ferîd vazifeyi ilm-i hakikat ve hikmet-i hak ile “ferdiyet makamı” na çıkan bir mahluk ifa edebilir. O mahluk-u ferd-i ferîd ise, insandır. Zerrâttan seyyârâta, bütün âlemler ve içindekiler ona musahhar kılındı. (Hacc, Nahl, İbrahim ve sair sureler)

Bu âyet iki noktayı iki hak mana ile vurguluyor: “Hikmet-i Hilkat” ve “Rücu’.” Nasıl ki ağacın yaratılışından gaye, meyvesidir; aynen öyle de insanın hilkatinden gaye ilim ve ilmin neşrinden ibaret olan hilafettir. Arının bal yapması, onun ubudiyeti olduğu gibi insanın da ilim elde etmesi onun ubudiyetidir. Fakat insanın ilmi ve hikmeti, kudsiyet, nuraniyet ve zatiyet içinde neşretmesi ise hilafetidir. Bu tarz bir neşr, ilim, iman-islam-ihsan haline gelince olur. Yani o ilim kişiyi terbiye edince…

Bu manada Rabbânî âlimler, Allah’ın halifesidirler. Bu neşir hizmetini, ihlas ve muhabbetle yaparlar. Sonra da ölüm denen yolculukla tekrar gayb âlemine dönerler. “Gaybdan gelen ruh, gayba döner; şehadetten gelen cesed ise, şehadette kalır.” Nasıl hayat, hak bir hakikattir; aynen öyle de mevt, hak bir hakikattir. Fakat sır şudur ki, mevt bir idam değil bir rücu’dur. Gaybdan şehadete gelen ruhun, gayb âlemine rücuudur. Daire-i ilimden daire-i kudrete gelen hakikat-i insaniyenin, daire-i ilme rücuudur. Yani daire-i şehadetten ve şuhûddan daire-i huzûra rücuudur. Yani âlem-i vücuddan âlem- Zâta rücuudur.

Herkes, şehadet âleminde aldığı terbiye derecesine göre, bu rücu hakikatini farklı farklı tabakalarda ve farklı farklı duygular eşliğinde yaşar. Fakat değişmeyen şudur ki: “Mevt bir rücu’dur.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum