Epistemoloji (Bilgi-Bilim) ve Peygamberlik Müessesesi

Bilimler Işığında Peygamberlik Müessesesi-2

Peygamberler bir bilgi ve bilgelik insanıdırlar. Onların her birinin sayısız bilim dallarıyla ilgili temel kanunları ve sırları ifade eden çok sayıda sözleri bulunuyor. Onların aydınlık ve kudsi sözlerine muhatap olabilmek için onlarda bulunan 4 temel sıfata bilgi-bilim açısından sahip olunması şarttır:

a.Sıdk.
b.Fetânet.
c.İsmet.
d.Tebliğ.

Sıdk, doğruluk, hakikate bağlılık demektir. Bu yönüyle sıdk, epistemoloji denilen bilgi-bilimin temel konusu olan “doğruluk” ve “doğru algılama”nın temelidir. İnsanın aklı tefekkür gücüyle Hakikati arar. Hakikat ise, ezelî ve ebedî İlâhî Kanunlar ve Prensiplerdir. Aklın, Hakikati yüzde 100 kesinlik içinde bulduğu an insan için imtihan başlar: Hakikati kabul edip Ona tabi bir hayata başlamak veya bile bile Hakikati reddetmek ve yalanlamak… Mantık biliminde bu aşamaya “tasdik” ve “tekzib” denilir. Ve ilmin temeli olarak mantık biliminde “tasdik” kabul edilir. Sıdk ise, ruhun yakînen bildiği Hakikate bağlılıktan ne olursa olsun vazgeçmemesidir. Bu manada din, “tasdik”i tevhidin; “sıdk” ı ise imanın temeli kabul eder.[1]

İnsanın doğruluğunu ve doğru algısını, dengeli düşüncesi kadar psikolojisi de belirler. Psikolojik boyuttaki dengelilik ise, fıtrat düzenine muhalif olan bütün fiilleri terk etmekle mümkündür. Yani günahları… Bütün maddi ve manevi günahlar, ya bir ifrat (aşırılık) veya bir tefrittir (gerilik). İşlenen günahlar, fıtratı ve duyguları yaralar. Yaralı bir duygu ise dış dünyayı karanlık ve gri görür. Algıda seçicilikle de yalnızca dış dünyadaki olumsuzluk, çirkinlik ve acı dolu manzaraları görmeye başlar. Bu durum bunalımlara[2], Hakikat güneşini görememeye yol açar. Bu ise, doğru algılamayı engeller. Bu manada ismet sıfatı ile ilim ve hikmet arasında derin bir ilişki olduğu görünüyor.

Fetânet ise, zihin keskinliği, zihnini bilgilerin vatanı haline getirme ve cüz’den külle doğru yürüyebilme yeteneği demektir.[3] Zihnin 3 çalışma seviyesi bulunuyor:

  1. Akıl: Bu seviyede zihin, Hakikati arama yoluna girer. Nesneler arası sebep sonuç bağları kurar. Hayal gücünü kontrol altına alarak “tahayyül, tasavvur ve taakkul” fiillerini yapar. Mahsulü ise, “marifet” olur. Mantık bilimi marifeti, “tasavvurlar” olarak isimlendirir.[4]
  2. Zekâ: Bu seviyede zihin, suretten Hakikate geçer. Hakikati bulur ve bilir. Onu zihinde delillerle sağlamlaştırmaya ve sâbitleştirmeye çalışır. Hakikate karşı tavrını “tasdik” (doğrulama) ile gösterir. Mahsulü, “ilim” olur. Mantık bilimi, “tasdik”i ilim sayıyor.[5] Fakat ilim, duygulara inmediği için kişinin iç dünyası bilginin vatanı haline gelmiyor.
  3. Fetânet: Bu seviyede zihin, Hakikatten sırra ve nura geçer. Bilgiyi, kalb-ruh-sır-hafi-ahfa gibi duygu merkezlerine yerleştirir. İnsanın iç dünyası bilginin vatanı haline gelir. Bilgi kişinin ebedî malı olur. Hakikatin feyzi insanın geçmiş zamana ait üzüntülerini giderdiği gibi, Hakikatin nuru da gelecek zamana dair endişe ve korkularını izale eder. Bu seviyenin mahsulü, “hikmet”, “irfan”, “esrâr” gibi şeylerdir. Mantık bilimi bunları “iz’an, iltizam, itikad” olarak; Kur’an ise “iman, islam ve ihsan” şeklinde isimlendirir.[6]

Bu izahlar ışığında diyebiliriz ki, peygamberler fetânet sıfatlarıyla insanlık dünyasını güneş gibi aydınlatan ve problemlerini gideren bir şuur kaynağıdırlar. Bütün ilim ve hikmet sahipleri onların gölgesi altında Hakikat ve Hakka doğru yürümüşler ve rahatlıkla yürüyebilirler.

Tebliğ ise, Arapça’da, muhataba mesajı, hak ve hakikati aktarma demektir. Hakikati halkın idrak seviyelerine göre anlatmak mecburidir. Aksi takdirde yapılan bir konuşma bir monologdan başka bir şey olmaz. Anlaşılmayan bir kitap kağıt ve mürekkepten ibaret olduğu gibi, anlaşılamayan bir konuşma da bir gürültü ve ağız hareketinden başka bir şey değildir. Bu açıdan muhatabının seviyesine göre konuşmak ve bu konuşma esnasında muhatabını ikna edecek deliller ve ilmî çerçeve ile söz söylemek peygamberlerin en temel prensibidir.

Bu hususu Hz. Peygamber (ASM) şöyle bildirir: “Biz peygamberler topluluğu, daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk.”[7] Bilgiyi bu şekilde halkın zihnen en büyüğünden en küçüğüne kadar geniş yelpazede anlatabilmek peygamberlerde bilgi hâkimiyetine yol açar. Tebliğin tebliğciye bakan cephesi ise, bilginin ve hikmetin güncellenmesidir. Bu güncelleme, bir zikir ve müzakere zemini oluşturur. Bu ise, bir iç telkin ve ikna safhasına yol açar. Bu şekilde bilgi, düşünce boyutundan duygulara geçer. Fıtratın ayrılmaz bir parçası olur. Sindirilmesiyle fıtratın bir parçası olan ve yaşanan bir bilginin muhataba aktarılması ile sindirilmemiş bir bilginin aktarılması arasında muazzam bir fark bulunur. Bir kuzuya saman yedirmek veya süt içirmek kadar farklı şekilde etki ederler. Bu noktadan tebliğ, bilgiyi, hayata ve ihya edici bir hale dönüştürmesiyle bilgi-bilim denilen epistemoloji noktasında çok önemlidir.

Özetlersek söylediği yalanlarla fıtrattan ve fıtratından kopan, yaptığı mübalağalar, sergilediği yalancı ve sun’î tavırlarla fıtrattan uzaklaşan bir kişinin “doğruluk ve hakikat için ölme” mesajını insanlara getiren ve bu uğurda öldürülen peygamberleri anlamaları, onlara muhatap olabilmeleri asla mümkün değildir. İnsanların menfaati, beklentisi ve arzuları gibi dış sebeplerle, kendisinin kişisel çıkarları, endişeleri, korkuları gibi iç sebeplerle bildiği doğruları inkâr eden kişilerin tavırları ilim ve hikmete karşı işlenmiş bir hıyanet ve cinayettir. Bu noktada Kur’anın bütün peygamberleri “ihlas” ve “sıdk”[8] sıfatlarıyla nitelemesi epistemoloji açısından mucizevi bir tespittir: “Yalancı biri hakikat ve ilme vatan olamaz. Maddeci ve menfaatçi bir kişide, nur ve hikmet bulunamaz.” Bu ince sırrı Hz. Peygamber (ASM) tersinden şöyle açıklar: “Dünyaya karşı zâhid olan ve az konuşan birini gördüğünüz vakit, ona yaklaşınız. Çünkü o hikmet telkin eder.”[9]

Bu derin yönleriyle bakıldığında epistemoloji, peygamberlik müessesesinin ilmîliğini ve hakikate uygunluğunu binlerce yönden tasdik ediyor. Peygamberlerin peygamberliklerine şehadet ve iman ediyor, diyebiliyoruz.

[1] Rahman suresi, 16, 18, 21 ve diğer 31 yer.

[2] Bunalım kelimesinin Arapça’da ğamm olması, bu kelimenin ise “koyu renkli bulut” manasında olan “ğamam” ile aynı kökten olması bu konuya dair zarif bir nüktedir.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl Îcaz, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s. 243.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeat, Meratib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise; Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 7. Şua, 2. Bab, 4. Hakikat.

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 7. Şua, 2. Bab, 4. Hakikat.

[6] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeat, Meratib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise; Mektubat, 9. Mektub, 4. Sual.

[7] Zebidî, İthaf'u Sade, 2/65.

[8] Bkz. Meryem suresi.

[9] İbn Mâce, Zühd, 3.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum