Emrah Bilge Merdivan: Risaleler, hikayelerimin hikayesidir.

Emrah Bilge Merdivan: Risaleler, hikayelerimin hikayesidir.

Mustafa Oral, Emrah Bilge Merdivan ile Bildiğin Gibi Değil isimli kitabı üzerine konuştu.

-Emrah Bey öncelikle sizi tanıyarak söze başlasak fena olmaz. Kimdir, Emrah Bilge MERDİVAN?

-1978 Zonguldak doğumlu, maden teknikeri bir baba ile ev hanımı bir annenin, iki evladından büyük olanıyım. Üniversiteyi Maraş’ta okudum, bir yıl kadar Ardahan’da on yıl da Bartın’da öğretmenlik yaptım ve halen de yapmaktayım.

-Hikâyelerinizi dergilerden takip ediyorduk, bu yıl da “Bildiğin Gibi Değil” isimli kitabınız okurlarla buluştu. Her yazarın bir hikâyesi vardır. Sizin hikâyeniz nedir?  

-Ben yıllarca yazı yazabildiğini bilmeden yaşamış bir insanım. 2008 yılına kadar pek bir şey yazdım diyemem. Ufak tefek çalışmalar o kadar. Hikâye yazma  maceram ise okulda Müdür Yardımcısıyken başladı. Okul dergisi çıkarma işi bana kalmıştı. Güya her öğretmen bir yazı hazırlayacak ben de bunları derleyecektim ama öğretmen arkadaşlardan bir türlü yazı koparamadık.  Ben de iş başa düştü diyerek dergideki boşlukları kendim doldurmaya karar verdim ve “Elma Şekeri” isimli ilk hikâyemi böylece yazmış oldum. Çocukların ve arkadaşların çok hoşuna gitti derken derginin ikinci sayısında da “Deterjan paketi” hikâyesini yazdım. Sonra bu hikâyeleri birbirlerine okuyanlar, paylaşanlar falan… Yazmak hoşuma gitmişti, üç beş derken hikâyeler bir köşede birikmeye başladı.  Ama ben bunların edebi anlamda bir karşılığın olacağını açıkçası pek düşünmemiştim. Yazdıklarımı ara sıra dostlarımla paylaşıyordum o kadar. Okuyanlar, hikâyeleri muhakkak bir yerlere göndermemi, kıymetli yazılar olduklarını söylemeye başladılar.  “Eh madem öyle ne kaybederim” diyerek yazılarımı birkaç edebiyat dergisine gönderdim.  Ardından büyük bir şaşkınlık yaşadım. Hikâyeleri gönderdiğim dergilerden tek tek geri dönüşler gelmeye başladı. Kimi beni telefonla arayıp tanışma isteğini iletti, kimileri de yeni hikâyeleri beklediklerine dair mesaj gönderdiler, ama en harika cevabı o zaman Yağmur dergisi editörü Hasan Ahmet Gökçeden aldım. İki hikâyemi birden aynı sayıda yayınlamaya karar verdiklerini ve beni tanışmak maksadıyla İstanbul’a beklediklerini iletti.  “Hikâyelerdeki, Nurlu hakikatleri edebi bir üslup içinde anlatma çabası” yazı heyetinin dikkatini çekmiş, bu yüzden böyle bir karar vermişler.  İşte hikâyeciliğe ilk adımım bu şekilde oldu ve daha sonra Yağmur dergisi benim için âdeta bir okul haline geldi.

-Kitaba gelirsek neden “Bildiğin gibi değil”?

Üstad Bediüzzaman’ın litaratüre soktuğu meşhur tabirlerden biri de “mana-yı harfi” dir. Yani hiçbir şey kendini anlatmaz, harfler gibi başka manaları anlatmak için ard arda dizilmişler demektir. Kâinata böyle bakmamızı ister.  Ben bu dersten, hiçbir hadisenin aslında kendisini anlatmadığını olayların bildiğimiz gibi olmayıp başka şeylere kinayeler olduklarını anlıyorum. O yüzden her bir hikâyede bilinenin perdesini aralamaya, sıradan olaylarla kıymetli hakikatlerin arasındaki bağları görünür kılmaya çalışıyorum. Bu çabaya da en uygun isim “Bildiğin Gibi Değil” oldu.

-Kitapta sade bir dil ve rahat bir üslup dikkati çekiyor, nedir bunun kaynağı?

-Bu üslup meselesi çoklar tarafından soruluyor aslında.  Ben de tam bilmiyorum ama herhalde diyorum bu çevreyi gözleme ve izleme isteğinin bir meyvesi olabilir. Ben gözlemeyi ve dinlemeyi çok severim. Konuşmacı mı olursun dinleyici mi deseler dinlemek her zaman tercihimdir. Hani empati diyorlar ya, karşındakini anlama sanatı, işte o mühimdir benim için. Anladığınız her bir insan kapısını araladığınız bir saraydır adeta. Anlamadan yazamazsınız. Yalnızca kendinizi anlatırsınız o zaman. İçe dönük helozonik ve birbirinin kopyası yazılar üretmeye başlarsınız.  Anlatımda rahatlığı ve sadeliği severim. Yazılarım derin görünsün diye bulandırmaya, süslü ve karmaşık cümleler kurmaya ihtiyacım yok çünkü. Biliyorum ki hikâyelerimi dayandırdığım hakikatler öyle derin ve sağlamlar ki, ben sadece onlara kurgudan güzel birer elbise biçeyim yeter. Akıcılığı bozacak zihni tökezletecek her cümle okuru taşımak istediğim yolda diken gibi görünür gözüme. Yazdığım cümleler farklı birer ırmak kolu gibi ayrı ayrı ilerleseler de sonuçta aynı havuzu doldurmalı aynı yerde birleşmelidir. Yani hikâyenin ruhu olan o kıymetli hakikate ulaştırmalıdır. Yoksa yazmak ta boş konuşmakta...

-Anlattıklarınızdan yazılarınızda bir mesaj kaygısı olduğu ve mesajı okura ulaştırmak için yazdığınızı anlayabilir miyiz?

-Evet, mesaj kaygısı dediğimiz olay… Her yazarın bir mesajı vardır muhakkak.  Kimi şifrelidir kimi gözünüzün içine pankart açar. Ama edebiyat tarihine bakıyoruz ki mesajını metne sindirebilenler, okura ders aldığını hissettirmeyenler, mesajlarını daha etkili ve daha uzun soluklu iletebilmişlerdir.  İnsan beyni kıyas ve çağrışım yöntemlerini sıkça kullanır ve edip olmanın şiarı da anlatmak istediğini bağırarak söylemek yerine o manayı çağrıştıracak bir kelimeyle okurun zihninde düğmelere basmaktır. O bulur, tamamlar,  bazen sizin söylemek istediğinizin de ötesine geçer. Bu bağlamda ben mesaj kaygısı çekiyorum demem, “Mesajımı hikâyenin içine sindirebilme” kaygısı yaşarım genelde.

-Diğer bir husus ise neredeyse hikâyelerin çoğuna hâkim olan mizah unsuru.  Bir yanda Risale-i Nur hakikatleri, diğer yanda insanı kıkırdatacak cümleler. Bunları bir arada aynı hikâyenin çatısında birleştirmeye sizi iten nedir?

-Bu işte, okuru ilk paragrafta yakalayıp ardından hikâyenin sonuna kadar taşıyabilmeniz mühimdir. Bunun için sonunu okumaya mecbur bıraktığım hikâyeler yazmaya çalışırım.  Kitabı eline alan insan bitiremeden bırakamasın isterim. “Sizin yüzünüzden gece uyuyamadım ve işe geç kaldım” diyenler oldu. Neyse işte,  bunu sağlamak için aralara koyduğumuz şekerlemelere mizah diyoruz biz. Akıl bu şekerlemelerin peşinde koşarken bir de bakmışsınız hakikat mescidinin tam ortasına oturuvermiş bilmeden. İşte bunun için tüm çaba.

-Kitapta onüç hikâye var ama “Dağın arkası” hikâyesi alegorik ve semboller yüklü anlatımıyla diğerlerinden çok farklı. Sizce akıcılığı bozan bir hikâye değil mi bu? Neden kitabın tam ortasında bu hikâyeyi okuyoruz? Yoksa fark edilmeyen bir hatamıydı?

-Kesinlikle bir hata değildi. Hatta kitap için düşündüğümüz ilk isim “Dağın Arkası”ydı.  Bu hikâye son sürat giden bir arabanın yoluna çıkan kasisler gibi, hızlı giden akışı birden kessin, düşündürsün ardından  taze bir başlangıç yaptırsın istedik. Olay hikâyeleri anlatırken birden alegorik bir anlatıma dönerek asıl hikâyenin o olduğunu, dikkat çekilecek hikâyenin onda gizlendiğini vurgulamak için öyle zıt ve öyle aykırı bir hikâyeyi oraya yerleştirdik.  Hikâyede sırtındaki çocukla yalçın bir dağa tırmanan ve çocuğu arkadaki bahara ulaştırmak için kalbinin fünyesini çekip dağı param parça eden bir kahramanımız var. O, baharı hiç göremeyen ve derdi de bahar olmayan bir kahraman.  Şimdi çiçek dermeye çalışanların o dağı ve o kahramanı asla hatırdan çıkarmaması için oraya koyduk ve çok da isabetli oldu bence.

-Son olarak, neler okursunuz, edebi olarak nasıl beslenirsiniz?

-Nasıl beslenirsiniz sorusuna şöyle cevap vermek uygun olur herhalde:  Bazı fabrikaların bir ana mamulleri bir de işletmenin asıl gayesi olmayan ama yan ürün olarak ortaya çıkan bazı ürünleri olur. Demir çelik fabrikalarının azot gazı üretip satmaları gibi. Bizim de kalp ve ruhumuzu beslemek için okuduğumuz Risaleler fark etmeden edebi yönümüzü beslemiş meğer. Ama teknik anlamda bu iş ile uğraşacaksanız başka hikâye yazarlarını ve bu işte usta kabul edilen insanları ve eserlerini bilmeniz şart.  Mustafa Kutlu büyük bir hikâyeci ve dil ustası bu makamda. Ömer Seyfettin ve Sait faik gibi, kendi süzgecinizden geçirerek elbette, hikâyenin kilit taşlarını muhakkak bilmeniz gerekiyor.  Ve elbette günümüz hikâyesinin nereye doğru gittiğini anlamanız için sizinle beraber aynı zaman diliminde yaşayan Recep Şükrü GÜNGÖR, Yılmaz YILMAZ, Şemsettin YAPAR gibi isimleri okumanız hatta bu insanlarla bizzat irtibatta olup bazen fikir alışverişinde bulunmanız gerekir. İşte bizim de diyetimiz böyle…