Doğru cevap nereden başlar?

"Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın." (Hucurat sûresi, 6.)

Cevap vermek bir açıdan kabul etmektir. Yani muhatabının sorusunu 'soru' olarak benimsemek ve 'ona göre' arayışa girmektir. Bu yönüyle cevap veren 'soruya hak veren'dir. Hak verilmeyen, şüphesine veya iddiasına katılınmayan soruya cevap aranılmaz. Cevap verenin beğendiği sorular böyle ortaya çıkar. Cevap vermek bir kapılmadır. Cevabını önemli gördüğü soruları duyduğunda bir âlim o soruya cevap vermekten keyif alır. Çünkü cevap verirken kendi yarasına da merhem çalmaktadır. Bu merhem çalma  birşeyler öğrenmedir. Peki cevap veren nasıl öğrenir? Cevap veren de soran sayesinde soruyu öğrenir. Zira öğrenme önce aramadır. Ve bir 'yanıtlayan' aramasını sağlayan her soruya teşekkür edip hak verir. (1)

O zaman, yalnızca cevaplarımıza değil, cevap verdiğimiz sorulara da dikkat etmemiz gerek. Nihayetinde bir soruyu kuşandığımızda o sorunun bizi sahiplenir kıldığı bakış açısını da kuşanıyoruz. Soruyu sorana, sorunun dayandığı zemine ve sorunun içeriğine dair bir onayın ardından cevap arama ameliyesi başlıyor. Bu nedenle cevap arayışı, önce sorunun sıhhatine dair bir arayışla başlamalıdır. Sorunun haklı veya savunulur bir şüpheye/telaşa işaret ettiğini anladığımız zaman o soruya cevap vermek haklı olur. Yoksa böylesi sorulara cevap aramaktan kaçınmak erdemdir.

Bu noktada, özellikle İmam-ı Malik'e (Allah ondan razı olsun) dair aktarılan hatıralar, onun böylesi meselelerde nasıl sağlam bir tereddüt/sessizlik içinde olduğunu anlatır bize. Bir gün, başka bir şehrin uleması tarafından kendisine gönderilmiş elçinin yirmi sorusundan ancak birkaçına cevap verdiğinde, elçi bu tavrından şikayet eder ve geri döndüğünde o insanlara ne cevap vereceğini sorar. İmam Malik (r.a.) şöyle cevap verir: "Onlara 'Malik bu işin altından kalkamadı' de!"

"İki komşu düşünün. Biri ahlaksız ve namussuz. Bu sayede mal ve mülk sahibi oluyor. Rahat bir hayat yaşıyor. Şimdi fakir olan diğer komşu kendisine şu soruyu soruyor: Neden onun hayat standartları bende yok? Bu soruyu sorduğu andan itibaren modernizmin kıskacına düşmüş demektir. Çünkü o andan itibaren değerler sistemi, hedefi ve kaygısı değişmiştir. Öncelemesi gereken 'ahlaklılık ve namusluluk' mudur, yoksa zenginlik ve konfor mu? İslam dünyası ikinciyi öncelediği için yanlış başladı. Oysa bizim kimliğimiz onu dışlama üzerine kuruludur."

Ebubekir Sifil Hoca Sözü Müstakim Kılmak kitabında modernizmin (burada ehl-i bid'a'yı kastettiğimizi belirtmeliyim) İslam dünyasında nasıl başladığını izah ederken şunun altını özellikle çiziyor: "Modernizm, oryantalizmin İslam'ın önüne koyduğu sorular üzerindeki zihnî mesai ile başladı." Yani İslam'ı artniyetli bir analize tâbi tutan oryantalistlerin ortaya koydukları maksatlı, hakikati çarpıtan ve yönlendirici sorular hiç sorgulanmadan, onlar eşliğinde başlayan bir tefekkür, bir hak veriş; modernistleri, onlara cevap verelim derken onların maşası haline getirdi. Çünkü başta da söylediğimiz gibi: Cevap vermek bir yönüyle kabul etmekti.

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

Ben Bediüzzaman'ın Eski Said dönemine dair yaptığı eleştirilerde de bunun kokusunu alıyorum bazen. Elbette Bediüzzaman'ın modernistlerin düştüğü hiçbir hataya düştüğüne rastlamıyoruz metinlerinde. Ama mesela kendisini eleştirmek noktasında şöyle şeyler söylüyor:

"Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur."

Aslı Mesnevî-i Nuriye'de Zühre Risalesi olan, 17. Lem'a'da da Notalar sûretinde bulunan bu bahis boyunca Bediüzzaman, tıpkı yukarıda önemine dikkat çektiğimizi meseleye dokunur gibi, sürekli soruların sıhhatini masaya yatırıyor. Bid'akâr algıların zeminini yokluyor. Örneğin: Altıncı Nota'da kafirlerin çokluğu ve ittifakları üzerinden geliştirilebilecek 'Onlarda da haklılık yok mu?' tarzındaki bir soruyu "Elbette bunda da bir hakikat var!" şeklinde değil, onların çokluklarının niteliksizliği ve ittifaklarının mahiyetinin çürüklüğü üzerinden cerh ederek yanıtlıyor. Yani sorunun hakikatsizliği ile soruya cevap veriyor. Bunun gibi Risale-i Nur'un pekçok yerinde, Bediüzzaman'ın, soruya cevap vermeden önce sorunun ne denli isabetli olup olmadığını sınayarak tefekküre başladığına şahit oluyoruz.

"Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Bunun başka bir cihetini de İshak Özgel Hoca, Alternatif Bakış'a konuk olduğunda anlatmıştı. Bediüzzaman'ın tefsir metodunun bilimsel tefsir metodu takipçileriyle farkını anlatırken şunun altını çizmişti: Bediüzzaman, Kur'an'ın i'cazını ispat ederken o gün için ulaşılmış bilimsel teorilerden ve verilerden ziyade, vahyin kendi içinde istimal ettiği gibi, her zaman şahid olduğumuz olayları tercih ediyor. Çünkü o teoriler ve veriler, bilim tedricen geliştiği için, yenileri elde edildiğinde eskimeye mahkûmdurlar. Böyle tefsirler yazanların eserleri de bu yanlışlanmadan ve eskimeden pay alır. Bediüzzaman ise her zaman tekrar eden ve herkesin şahid olduğu olayları kullanarak eserinin eskimesinden büyük ölçüde kurtuluyor.

Özetlersem: Üzerimize sağnak sağnak gelen sorular karşısında iki önceliğimiz var. 1) Soruların dayandığını mantığı sorgulamak. 2) Soruların dayandığı verileri sorgulamak. Özellikle içimizden gibi görünen ehl-i bid'a/modernist taifenin soruları karşısında bu refleksi korumamız gerekiyor. Bediüzzaman'ın eserlerinde bize en çok öğrettiği şeylerden birisi bu bence: Modern zamanın cevaplarını değil yalnız sorularını da sorgulamak. Onların dayandığı zeminin haklılığını da sorgulamak. Ve bu da beni alıp şu ayet-i kerimeye götürüyor: "Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın."

1)Bediüzzaman'ın metinlerinde de talebelerinden gelen soruların sık sık 'ehemmiyetli' ve 'mühim' gibi ifadelerle vurgulandığına/altlarının çizildiğine şahit oluruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum